1980: 12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ VE KENAN EVREN (14.BÖLÜM)
12 Eylül Darbe sürecinden ve ona karşı mücadeleden söz edebiliriz şimdi.
12 Eylül 1980 Darbesi aslında 12 Mart 1971 Darbesinin bir devamı niteliğinde. 12 Mart Darbesiyle faşist oligarşik yapı devlette önemli bir etkinlik oluşturdu. Fakat devleti tümden ele geçirememiş, organize edememişti. 12 Eylül Darbesi bunu gerçekleştirmeyi, yarım kalanı tamamlamayı hedefledi. Bunun için de bütün devleti feshetti. Anayasayı, meclisi, hükümeti lağvetti. Aslında yasaları lağvetti.
5 kişilik bir genelkurmay cuntası kuruldu. Her şey o cuntanın görüşü ve kararı haline getirilerek iki yıl boyunca böyle bir yönetim sürdürüldü. Bu süre içerisinde de yürüttüğü yönetim ilkelerini yeniden devlet olarak yapılandırdı.
Şimdi Kenan Evren’i yargılamak için dava açtılar, Kenan Evren “biz kurucu yönetimiz. Bizi yargılayanlar, bizden sonraki bütün yönetimleri yargılamaları gerekir, çünkü herkes bizim kurduğumuzu icra etti. Şimdiki hükümeti de, sizin de kendinizi yargılamanız gerekir” dedi. Kendini öyle savunuyor.
Devleti yeniden kurdu. 1923’ten itibaren kurulan devlet, 12 Eylül 1980’den sonra yeniden örgütlendirildi, kuruldu. 2. Cumhuriyet mi denir, ne denirse densin ortada ciddi bir cumhuriyet de yok zaten, fakat devletin yeniden kuruluşu var. Faşist oligarşik güçlerin tüm devleti ele geçirmek üzere bir hamle yapmış olma, etkinlik kurma durumları var. 12 Eylül bunu sağladı.
Tabii 12 Eylül Darbesini yaratan koşullar nelerdi? Onlara bakmak lazım; yeni sömürgecilik koşullarında gerçekleşen bir darbeydi. Kapitalist modernite sisteminin ve onun özellikle de yeni sömürgecilik sisteminin bir kriz durumunu, bunalım durumunu ifade ediyordu. O önemli bir nokta.
Öyle ki sistem işlemez hale gelmişti. Demokratikleşemiyor, sorunları demokratik yöntemlerle çözemiyor, baskı, sömürüyle işlerin halledilmesini de halk direnişi, muhalefeti engelliyordu. Böyle bir çatışma, kriz durumu vardı. Bunu gidermek üzere, ekonomik krizi aşmak üzere 24 Ocak 1980’de Turgut Özal’ın başkanlığındaki Devlet Planlama Teşkilatı bir program hazırlamıştı. ‘24 Ocak Kararları’ deniliyor. O programın uygulanmasıyla “ancak kriz çözülür, ekonomik kriz aşılır” diye öngörüyorlardı. Ama o programın uygulanması için de her şeyi yasaklayan tam bir faşist yönetime ihtiyaç vardı.
12 Eylül darbesi bir de bu kararları uygulayacak yönetimi ortaya çıkartma darbesi oldu. Bu darbe üç yönlü değerlendirildi:
Bir; dış bağlantılar, ABD’nin Ortadoğu politikalarının bir gereği olarak 12 Eylül Darbesine gidildi. Kesinlikle ABD ve NATO’nun istem ve kararları doğrultusunda gerçekleşen bir darbe oldu. “ABD ile NATO’yla bir bağlantısı yoktu, olmadı” diyorlar. Ama bunların hepsi boş laftır, yalandır. Türkiye’yi öyle Türkiye’deki hükümetler filan yönetmiyor. Uzun süredir NATO yönetiyor. NATO’nun Türkiye’yi yöneten masası uzun süre Almanya’daydı. Her şey Almanya üzerinden yönetiliyordu. Şimdi sistemlerini nasıl yeniden oluşturdular, bilmiyorum. Fakat Almanya benzer etkinliğini yine sürdürüyor. ABD biraz daha birçok etkinliği ele geçirmiş durumda.
ABD sisteminin Ortadoğu üzerindeki etkinliğini sağlamak, esas olarak da Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere, okyanusa inmesini engellemek amacıyla oluşturulan Yeşil Kuşağı güçlü bir biçimde sürdürmek için 12 Eylül Askeri Darbesi yapıldı. Bunu bilelim. Onun için 12 Eylül dinciliğe açıktı.
Aslında ordu darbesi olsa da yeşil bir darbeydi. Benzer bir darbe Pakistan’da yapılmıştı. Türkiye-İran-Pakistan hattı örgütlendirilerek, Afganistan’a dönük Sovyet müdahalesi boşa çıkartılmak istendi. Böylece Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki etkinliğini sınırlandırmak, Hint Okyanusu’na uzanmasını engellemeye çalıştı. Bu bir Amerikan projesiydi. Onun için de her şeyden önce NATO’nun güneydoğu kanadı sağlam kalmalı, özellikle Türkiye ABD’nin elinde, ABD politikalarının istendiği gibi uygulanmasını yürüten bir devlet konumunda olmalıydı. Türkiye sağlam olursa, NATO’nun güneydoğu kanadı sağlam olacaktı, Yeşil Kuşak sağlam duracaktı. Bu da Sovyetler Birliği’nin güneyden kuşatılmasını, sıcak denizlere inmesini engelleyecekti. Türkiye’de sağlam, iktidar da faşist askeri bir cuntaydı. O dönemde ABD, Sovyetler Birliği’ne karşı mücadelenin bir gereği olarak birçok alanda sık sık askeri darbelere başvuruyor, destek veriyordu. Kendine bağlı işbirlikçi yönetimlerin zorlandığı yerlerde askeri darbelerin önünü açıyor, destekliyordu. Kendi işbirlikçisi yönetimleri askeri darbelerle ayakta tutmaya, korumaya çalışıyordu. Latin Amerika’da da Asya’da da yapıyordu bunu, Ortadoğu’da da yaptı. 12 Eylül Darbesi bunlardan bir tanesi.
İkincisi de; iç çıkarlar gereği oldu. Yeni sömürgecilik ilişkilerinin yarattığı bir kapitalist gelişme vardı. Ve buradan gerçekten montajcı da olsa bir işbirlikçi-tekelci burjuva kesim oluşmuştu. Bu kesim iktidarı tümden ele geçirmek istiyordu. Baskı ve sömürüsünü bu temelde daha çok artırmak istiyordu. Bunun için de devleti ele geçirme ihtiyacı vardı. Bu da ancak bir darbe ile olabilirdi. Devleti ele geçirebilmesi, dolayısıyla baskı ve sömürüyü engelsiz yürütebilmesi için muhalefetin, demokratik örgütlenmelerin, sol-sosyalist kesimlerin bastırılması, ezilmesi her türlü demokratik hakkı kısıtlayan bir iktidar sisteminin oluşturulması gerekiyordu. İşte 12 Eylül faşist askeri darbesi devleti bu temelde yeniden yapılandırmayı hedefledi. İşbirlikçi-tekelci burjuva iktidarını kurdu. Onun baskı ve sömürüsünü daha güvenilir, kalıcı, güvenceli ve azami kar yasasına uygun olarak daha fazla yapılır hale getirdi.
Üçüncü boyut; bütün bunlar için yapılması gereken en temel iş sol-sosyalist demokratik çevreleri ezip tasfiye etmekti. Böylece devletin faşist askeri temelde yeniden kuruluşu önünde engel oluşturmalarını ortadan kaldırmaktı. Halkı örgütleyerek, demokratik bir yönetim mücadelesi vermelerinin önüne geçmekti. Bu anlamda da pratik olarak 12 Eylül Darbesinin hedefinde sol-sosyalist demokratik güçlerin ezilmesi vardı. Onları ezecek, bu temelde devleti yeniden yapılandıracaktı.
Buna göre de hareket etti. Sol sosyalist güçleri ezme içerisinde Kürt muhalefetini, Kürdistan’da gelişen ulusal demokratik hareketi ezmek birinci plandaydı. Çünkü devleti en çok tehdit eden, demokrasiyi en çok geliştiren, en fazla kitleselleşme potansiyeline sahip olan Kürt Ulusal Demokratik Hareketiydi. Ondan çok korkuyorlardı. Dolayısıyla en başta ezilmesi gereken de Kürt Ulusal Demokratik Hareketiydi.
12 Eylül rejimi buna göre hareket etti. Önce Kürdistan’ı yeniden işgal etti. Askeri işgalini yeniledi. Köy köy, kasaba kasaba, mıntıka mıntıka askeri operasyonlar çıkardı. Böyle bir temizleme operasyonu, yeniden bir işgal hareketi yürüttü. Köyde, dağda denetim kurdu. Ne kadar kendisi için tehlikeli gördüğü insan varsa, tuttu zindanlara doldurdu. İşkencelerden geçirdi, Kürdistan’ı bir hapishaneye çevirdi. Bir bölümünün gözünü korkutarak ülkeyi terk etmesi, yurtdışına kaçmasını sağladı. Devrimci yurtsever mücadelenin geliştiği birçok alanı bu temelde boşalttı. Türkiye sol-sosyalist hareketine karşı mücadelede ise biraz daha dikkatli davrandı. Planlı, programlı hareket etti. Hepsini birden karşısına almadı. Hepsine karşı tavır aldı, ama 12 Eylül rejimi toplu bir saldırıda bulunmadı; tek tek, adım adım gitti. Önce en tehlikeli olan radikal-sol örgütlerin üzerine gitti. Sonra biraz daha reformist olanların üzerine gitti, ama hepsini yasakladı. Bütün örgütleri, sendikalar, dernekler dahil her şeyi yasakladı. Bütün örgütlülüğü dağıttı.
Toplumda ve devlette örgüt kurmuş kendi dışında herkesi de tutukladı. Demirel ve Ecevit’i bile engel çıkartmasınlar diye karantinaya aldı. Buna itiraz edince, Ecevit’i tutukladı. Türkeş’i, Erbakan’ı hapse koydu. Dörder yıl hapis yattılar. Sadece solcuların üzerine gelmedi, kim toplumu örgütleme konumuna sahipse onu etkisizleştirmek, örgütlülüğünü dağıtmak üzere hepsinin üzerine gitti.
Tabii baskıyı, ezmeyi, işkenceyi geliştirdi. Önce dışarıda örgütlülükleri dağıttı, ezdi, tutukladı ardından da cezaevine koyduklarını bir daha devlete karşı çıkamaz, örgütlenemez, demokrasiyi isteyemez hale getirmek üzere ağır bir baskı ve işkenceden geçirdi.
Bu anlamda özel savaşı, işkenceyi devreye koydu. Özel Harp Dairesi’ni harekete geçirdi. Özel Harp Dairesi ilk böyle büyük bir ezme hareketini 12 Mart 1971 Darbesi ardından gerçekleştirmişti zaten. İkinci olarak 1974’te Kıbrıs’ta Rumlara karşı benzer bir prova yapmıştı, belli bir tecrübesi vardı. ABD’nin dünyadaki pratiğinin tecrübesine, derslerine de sahipti. Onların hepsinden çıkan derslerle zindanlara konan devrimci, yurtsever, demokrat insanların üzerine planlı, bilinçli saldırı yürüttü.
Tabii bu baskı, işkence altına alınan yerlerin merkezinde Diyarbakır cezaevi vardı. Çünkü en tehlikeli görülen örgüt PKK’ydi. En çok tehlikeli görülen direnişçi hareket, Kürt Özgürlük Hareketiydi. Ne olursa olsun öncelikle onun ezilmesi gerekiyordu.
Bir de yurtdışına çıkanlar vardı. PKK Önderliği etkisizleştirilememişti. Diğer örgütlerden de çıkanlar olmuştu. Dolayısıyla tam denetimi de yoktu. Her an tehlikeli gelişmeler olurdu. Onun için Diyarbakır Cezaevini gerçekten de ABD’nin Vietnam’da ulusal kurtuluş hareketini ezmek üzere geliştirdiği bütün işkence yöntemlerinin daha ilerisinin uygulandığı bir vahşet alanı haline getirdi.
Tabii onunla sınırlı kalmadı. Mamak’ı, Metris’i Ankara’da, İstanbul’da benzer bir işkencehaneye dönüştürdü. Bu konuda Kenan Evren yönetimi, hiçbir ölçü tanımadı.
Bu Kenan Evren gerçekten de kendine sevdalı bir kişilikti. Herhalde Türkiye’nin gelmiş geçmiş en mankafa generali Kenan Evren’di. O kadar sığ, yüzeysel bir kişiydi, hiçbir şey bilmiyordu. Masal anlatır gibi çıkıyor, ama kendisini her şeyi biliyor görüyordu. Dolayısıyla da zaten en tehlikeli kişilik bu oluyor.
Bana öyle geliyor ki Türkiye’nin en eğitimsiz askeri Kenan Evren’di. En eğitimsiz sivili de Tayip Erdoğan’dır. İkisi de son 30 senedir toplumun başına bela olmuş durumda. Nereye gidecek bu işin sonu belli değil, bilinmiyor. Ama böyle bir durum var.
Ortada dolaşıp duruyordu. “Sevgili vatandaşlarım işte bakın sadece siviller mi yönetirmiş ülkeyi. Biz de gül gibi yönetiyoruz. Asker olmak demek yönetemez demek değildir ki! Askerler de yönetir” diyordu. Oradan buradan gelen kendini yağlamayı hedefleyen, içeren şiirler okuyordu bol bol. Ama baskı ve şiddetin önünü sonuna kadar açtı. Artık zaten hiçbir yasa, anayasa, kural kaide kalmamıştı. Subaylar yönetimi ele geçirmişti. Her alanda her subay ne düşünüyorsa, eğilimi neyse, istediği gibi hareket ediyordu. İstediği kadar baskı uyguluyor, eziyordu.
50’ye yakın insanı idam ettiler. Bir kısmı devrimci sol kesimdendi, bir kısmı da MHP’li. O konuda da mantığı ilginçti; “adalet yerini bulsun diye yapıyoruz. Demesinler ki hep solcuları astılar! Bir solcu asıldı mı, yanında bir de sağcı olmalı ki eşitlik sağlayalım” diyordu.
Tam bir firavun eşitliği! Adamın mantığı firavun mantığıydı. Devleti, yönetimi, iktidarı firavunca anladığı için adaleti de öyle sağlıyordu. Ezilmekte, açlıkta, çalıştırmada eşitlik!
DERLEME (PKK TARİHİ DERSİNDEN)
YORUM GÖNDER