ÖNDERLİK GERÇEĞİ BÜYÜK BİR EMEK YOĞUNLAŞMASIDIR (1.BÖLÜM)
Etrafında kendisini etkileyen hususlar var, onlar güç veriyor ama öyle çok fazla şimdiki gibi hepimize, partimize, mücadeleye Önderliğin verdiği güç gibi güç veren etkenler yoktur. Önderlik 24 yaşındayken, etrafında hiçbir güç, imkân yokken örgüt kurma kararı verecek kadar anlayış ve irade gücü haline geliyor. Devrimci ölçü odur. Devrimci militanın ulaşması gereken ölçü ve düzey budur. Önderliksel oluşum, 20-25 yıla yayılan Önderliksel doğuş gerçekliği oluyor. Önder Apo baştan itibaren tanımlamaya, anlamlandırmaya çalıştığımız dünya gerçeğinin orta yerinde doğup büyüyen, o dünyanın bütün çelişkilerini, bilgi birikimini kendinde somutlaştıran bir kişiliktir. Kürt sorunu, söz konusu yüzyılın ilk çeyreğinde oluşmuş durumda ama ikinci çeyreğinde soykırım düzeyinde katliamlar olmuş, üçüncü çeyreğinde de beyaz katliam olmuş. Asimilasyonun öne çıktığı bir dönem yaşanmıştır. Önder Apo yüzyılın üçüncü çeyreğinin çocuğu. Kürt soykırımının ağır asimilasyon temelinde yürütüldüğü dönemin çocuğu. Dolayısıyla asimile edilerek Türkleştirilmek, Kürtlükten uzaklaştırılmak, köleleştirilmek istenen ilk neslin bireyidir. Böyle bir nesil iki şeyle karşı karşıya geldi: Bir; çok yoğun bir asimilasyon bombardımanı. İki; önceki çeyrekte yaşanmış olan o katliam ve soykırımların ağır depresyonu altında, o katliam ve soykırımların ruh halini, psikolojik baskısını her zaman duydu, hissetti, onun sonuçları üzerinde var oldu. Hep o baskının anlatımı içinde şekillendi. Diğer yandan ise asimile edilip başkalaştırılmak, soykırımcının hizmetine sokulmak istenen bir ortamda büyüdü ve eğitildi. Bu derin bir çelişki oluşturdu. Her ne kadar ezilmiş, yenilmiş olsa da 1925-40 dönemindeki katliamların ağır psikolojik, zihinsel, maddi etkisi sürekli canlı olarak kendisini hissettirdi, var oldu. İçinde bulunulan aile, çevre ortamında hep onları duydu ve dinledi. Bir yandan onlardan etkilendi; zihniyet yapısı oluşurken onlardan etkilendi. Diğer yandan ise o ezilmenin sonucu üzerinde, asimilasyonla soykırımcıya hizmet edecek bir nesil yetiştirmeyi hedefleyen eğitimin çarklarından geçti. Orada ilerlemek istedi. Bu ikisi büyük bir çelişkiyi ifade ediyor. Fakat nasıl bir çelişki oluyor? Biri gerçek olan cismi ezmiş, sindirmiş, bastırmış, katletmiş ve onun üzerinden başka bir şeyi yaratıyor; çünkü egemendir. Dolayısıyla bir yanıyla insanın beyninde, ruhunda, yüreğinde çelişki oluşturuyor, tepkiler yaratıyor. Ama diğer yandan da korku veriyor, ‘kurtuluş yolu orasıdır’ diyor, daha fazla devlete koşmayı getiriyor. Daha çok okumayı, daha fazla devlet ortamına, asimilasyon ortamına girmeyi getiriyor. Niye? Çünkü; diğer türlü olursam pratik olarak önceki yıllarda yaşanmış katliamlar etkisini sürdürüyor. Yeni nesil üzerinde bir tehdittir. Öyle olursanız sonunuz böyle olacak. Olmayacaksan o zaman sömürgeciye koşacaksın, devlete koşacaksın, asimile olacaksın. Önüne bunu koyuyor. Önderlik kişiliği böyle bir ortamda şekillendi. Önderlik kişiliğinin şekillendiği ortamın temel özelliğini böyle tanımlamak, ifade etmek, anlamlandırmak yerindedir. Önderlik şekillenmesi, duygu, ruh hali, düşünce, zihniyet, kişilik oluşumu; Diğer yandan ilginç olan bir yanı da; Önderlik kişiliğinin şekillendiği yer, Riha-Urfa-köy ortamıdır. Burada Kürtlük, Kürtlüğün ezilmişliği, katliamların etkisi daha canlı ve etkilidir. Riha’nın tarihten gelen toplumsallığının etkileri var. Derin bir toplum kültürü var. Farklı toplumlarla ilişkileri var. Bunları alıyor ve Kürtlükten etkilenme durumunu daha güçlü kılıyor. Ardından gelen süreç ve zeminler ise daha fazla devlete çekmeyi, devlete sığınarak yaşama imkânı bulmayı veriyor, öngörüyor. Oradan Ankara’ya gidiyor. Ankara’daki lise öğrenimi, ardından Amed’deki memurluk süreci var. Ankara, TC’nin, soykırımcı-sömürgeci ulus-devlet diktatörlüğünün merkezidir. Kürt gençliğini, önderliğini yok etmek isteyen, soykırım kararlarını alan ve uygulayan merkezdir. Amed ise yenilmiş Kürt merkezidir. Kürt özelliklerini taşıyor ama Kürt toplumunun daha önceki dönemde saldırılar karşısında belli bir direnişe geçse bile yenilip ezildiği bir zemini ifade ediyor. Onun etkilerini taşıyor. ‘Aklın varsa, kendini kurtarmak istiyorsan benden uzak dur, devlete koş, Amed’den uzak dur, İstanbul’a koş, Ankara’ya koş’ dedirtiyor. Demek ki, o kişiliğin şekillendiği çeyrek yüzyılın ilk dönemi Riha’da köy ortamında, yine Nizip’te kasaba ortamında daha fazla Kürtlük etkilerinin ağır bastığı konumda geçiyor. İkinci yarısı ise; daha fazla devlet etkilerinin, sömürgeci etkilerinin, asimilasyon etkilerinin fazla olduğu bir ortamda geçiyor. Önderlik şekillenmesi, duygu, ruh hali, düşünce, zihniyet, kişilik oluşumu böyle bir ortamda oluyor. Dikkat edilirse çok çelişik ve çatışmalı bir ortamdır. Kuşkusuz hareketli, mücadeleci bir ortamdır. Öyle durağan, donuk, mat ya da ölü bir ortam değil; tersine canlı, hareketli, dinamik, mücadeleci bir ortam oluyor. Ezilenler, ölenler, yok olanlar var. Yeni doğanlar, direnenler, gelişenler var. Bu noktada da çok farklı yaşam arayışları var. Önderlik böyle bir ortamda şekilleniyor. Halfeti-Amara köyünde 1949 4 Nisanı’nda doğuyor. Sekiz yıl doğrudan köydedir. Ailenin en büyük erkek çocuğudur. Ablaları, küçük kardeşleri var. Ailede ilk erkek çocuk olmasının etkileri var. Öyle bir yaklaşım gösteriyor. Daha fazla önemsiyor. Çocukluk dönemine ilişkin Önderliğin değerlendirmeleri, tanımlamaları var. Kürdistan’daki siyasi, psikolojik, askeri ortamın etkilerini yaşadığı gibi, onun köye yansıyan bütün etkilerini de doğrudan yaşıyor. Çok gelecek vadeden bir aile ortamı yoktur. Onu baştan hissediyor. Köy ortamının çelişkileri var, aile çelişkileri var, maddi çelişkileri var, aile içi çelişkiler var. Onları yakından hissediyor ve görüyor. Arayışçılık, bu çok yönlü çelişki ortamının bir sonucu olarak gelişiyor. Sorumluluk duygusu yüksektir. Sorunları erkenden hissediyor. Sorunları görmezden gelmiyor, kaçmıyor, kendine göre çözüm arayışına giriyor. Birçok çözüm denemesi var. Çalışıyor, çocukları bir araya getiriyor, dine yöneliyor, okuyor. Arkasından yeni gelişen, köylere yayılan asimilasyon kurumu olarak okula gidiyor. “Benim için Kürt sorunu ilkokula gittiğim gün başladı”; 1950’lerin ikinci yarısında komşu köy olan Cibin’deki ilkokula gidiyor. 5 yıl ilkokul sürecidir. Kendi köyüne gidip geliyor. Köyler arasındaki ilişki, farklı bir köyü tanıma durumu oluyor. Cibin, eski bir Ermeni köyüdür, bunun yanı sıra Türkmenler var. Farklı toplumsal kesimlerin olduğu bir ortamdır. Onlar arasındaki ilişki ve çelişkinin etkileri var. Böyle bir ortamdır. Önderlik savunmasında, “Benim için Kürt sorunu ilkokula gittiğim gün başladı” dedi. Dil sorunu olarak başlıyor. Dil bu bakımdan önemlidir. Çünkü; insan soyunun toplumsallaşmasında çok önemli bir araçtır. Öyle basit bir araç değildir. Amaç edinmiş, okumak istiyor. O ortamdan çıkmak, kurtulmak istiyor. Evet katliamların, tarihsel toplumsal gerçeğin, Kürtlüğün etkileri var. Ama sonuçta ezilmiş, orada bir gelecek görmüyor. Israr edenin sonu ezilme olacak, o halde uzaklaşmalıdır. Onun için de yeni olana koşmalıdır. Yeni olan ise, devletin okuludur. Ezen, güç sahibi olan devlettir. “Bana gel, katıl, teslim ol” diye çağırıyor. Bu temelde ilerlemek için okumak istiyor. Ama ilk günde önüne engel çıkıyor. Okuyacak ama okuduğunu nasıl anlayacak? “Bunlar Kürtçe olsa ben daha iyi okurdum, daha başarılı olurum” diye düşünüyor ve değerlendiriyor. “Neden Kürtçe değil de Türkçe?” diyor. Bu soru herhalde ilk sorudur. Çünkü; kendisi için Kürt sorunu okulda başlamışsa, bu sorundan kaynaklanan ilk soru da herhalde bu oluyor. Kendisine öyle soruyor. Tümüyle yaşadığı çelişkilere çözüm aramak, karşı karşıya bulunduğu sorunlara oradan çözüm bulmak için arayışçılığını çok daha fazla geliştiriyor. Din üzerindeki yoğunlaşması o çerçevededir. Çözüm olmuyor; çözüm diye önüne konan tek realite var, devlete koşacaksın. Onun için de okumada daha fazla ısrar ediyor. İlerleyebilmek için Türkçe öğreneceksin, -yeni bir dil oluyor- eski kimlik dilini unutacaksın. İkincisi; ezilmek istemiyorsan güç sahibi olacaksın, güç devlettedir, devlet ordudur. Asker olacaksın, gidebilirsen askeri okula gideceksin. O tür arayışlara giriyor. Nasıl bir çelişik durumla köyden ayrıldığını anlatıyor. İlkokula ve ortaokula giderken öyle köyden kopuş yoktur. Köyden kopuşun, içinde büyüdüğü aile toplumundan, köy toplumundan kopuş anlamına geldiğini bilmek lazım. Onu yaşıyor ve zorlanıyor ama ısrarlıdır. Çünkü; ezilmemek, ayakta kalabilmek için güç sahibi olması gereklidir. Üç yıl Nizip’te ablasının yanında ortaokula gidiyor. Nizip, Halfeti ve Amara’ya çok uzak değildir. Fakat biraz daha çevreyi genişletiyor. Yaşamın daha farklı yanlarını görme, daha farklı toplulukları görme, bir taraftan da büyüyerek daha çok anlam gücü kazanma durumu yaşanıyor. Ardından 1965’te Ankara’ya, Tapu Kadastro Meslek Lisesi’ne gidiyor. Ankara’da devleti ve Türkiye toplumunu, Amed’de ise Kürt gerçeğini ve siyasetini tanıyor; Tapu Kadastro Meslek Lisesi hem üniversiteye girme imkânı veriyor hem memur yapıyor. Ankara’nın merkezinde bir okuldur. Henüz ortaokulu bitirmişken sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasetin merkezi olan Ankara’ya gidip okumaya, devletin temsil ettiği toplum içerisine girmeye yöneliyor. Buna bir yanıyla cesaret ediyor. Önderlik anlatımlarında belirtiyor, “ürkektim” diyor, korkmaması, ürkmemesi mümkün değil ama yine de cesaret ediyor. Çünkü, öyle olmak zorundadır. Orada katliamların sonraki nesil üzerindeki tehdidini görmek lazım. Böyle olmazsa arkasında katliam var. Kendisini kurtarması gerekiyor. Kurtarabilmesi için devlet kurtuluş oluyor. Mutlaka böyle bir okula gidebilmesi lazım. Askeri okula gidip daha fazla güç olamayınca o soykırımcı-sömürgeci sistemin doğrultusunda en azından böyle bir okula gitmek de bir çıkış yolu gösteriyor. Arkasından 69-70’te bir yıl Amed-Ergani arasında Tapu Kadastro memurluğu yapıyor. Dört yıl Ankara’da, devleti ve Türkiye toplumunu başkent şahsında tanıyor. TC devletiyle oluşan yeni toplumun bütün özelliklerini veren yer Ankara’dır. Zaten devletin kurduğu şehirdir. Başkent olarak kuruluyor, bir köyden bir başkente dönüşmedir. Bütün özellikler var. Ardından bir yıl Amed’de kalıyor. Kürdistan’ın başkenti oluyor. Eski tarih, yeni durum, her şey Amed’de çok daha derin ve zengindir. Amed’de Kürt hareketlerini görüyor, biliyor. Başûr’daki hareketleri, Bakur’daki hareketleri görüyor ve tanıyor. Orası da önemli bir yapı, büyük bir birikimdir. Riha’dan sonra genel Kürdistan’a merkezlik yapan Amed’de Kürt gerçeğini, toplumunu, Kürt özelliklerini, siyasetini, Kürt hareketlerini öğrenme, tanıma imkânı buluyor. İstanbul’da devrimci yükselişi ve 12 Mart darbesinin karşı devrimci saldırısını görüyor; Ardından 70-71’de İstanbul’a geçiyor. Hem memurluk yapıyor hem de Hukuk Fakültesi’ne giriyor. 70-71 öğretim yılı önemli bir süreçtir. Bir yandan gençlik öncülüğünde devrimci hareketin en çok yükseldiği dönemdir. Bunların fiili merkezi İstanbul’dur. Resmi merkez Ankara’dır. İstanbul’da olmak bu avantajı veriyor. Bu hareketleri bastırmak için 12 Mart 1971’de de darbe oldu. Devlet harekete geçiyor. Bu sefer devleti öyle bir alanda da görüyor. Hem devrimci yükselişi, eylemliliği somut, içinde yer alarak yaşıyor ve görüyor hem de karşı devrimi görüyor. Hem de 12 Mart darbesi temelinde devletin geliştirdiği karşı devrimci saldırıyı doğrudan görüyor. 71-72 öğrenim yılında İstanbul’dan Ankara’ya yeniden geliyor. Hukuk Fakültesi’nden Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yatay geçiş yapıyor. O dönemde belli bir puan tutturulursa, başarılı olunursa hukuk birinci sınıftan ikinci sınıfa Siyasal Bilgiler Fakültesine geçiş yapılabiliyor. Çok zeki ve başarılı olanları Siyasala almak istiyorlar. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin adı “Mülkiye Mektebi”dir. 12 Eylül’e kadar TC devletinin yöneticilerinin yüzde yetmişi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyor, mezun oluyordu. Devlet bürokrasisinin yetiştiği bir okuldur. Askeri okullar nasıl ki orduya generaller yetiştiriyor, Siyasal Bilgiler Fakültesi de devlet bürokrasini yetiştiriyor. Kaymakam, vali gibi bütün bürokratlar oradan geçiyor. Devletin sivil siyasi kolunun yetiştiği yer tercih ediliyor. Önderlik Hukuk Fakültesi’nde o düzeyi tutturuyor. Yatay geçiş imkânı buluyor ve geçiş yapıyor. Tekrar Ankara’ya geliyor, ikinci sınıftan devam ediyor. 71-72 öğrenim yılıdır. 24 yaşında, PKK’nin örgütsel çekirdeği olan temeli atıyor; Ardından 72 Nisan ayında, Kızıldere katliamının protesto edildiği eylemdeki pozisyonundan, faaliyetinden kaynaklı tutuklanıp yedi ay Ankara Mamak Cezaevi’nde kalıyor. Oradan çıkmadan, hapiste olan Karadenizli birisi Haki ve Kemal arkadaşların ev adresini veriyor. Hapse girmiş, çıktığında yurtlar almaz, kalacak yer bulamaz, ev bulması lazım. O Karadenizli olan kişi, “Devrimcidirler, senin için o ortam iyidir, tutarlıdırlar” diyor. Önderlik Kasım ayında çıkınca doğrudan yanlarına gidiyor. Ankara’da Emek ve Bahçelievler arasında bir evde kalıyorlar. 72-73 kışı boyunca orada yaptığı araştırma-inceleme, yürüttüğü tartışmalar ile zindandaki yoğunlaşmalarını daha derli toplu hale getiriyor ve artık bir düşünce gücüdür, bir çizgidir. Kendine göre red-kabul ölçüleri olan, dünyayı, bölgeyi, Türkiye’yi, Kürdistan’ı anlayan, tanımlayan, değişim öngören bir sistemli düşünce gücü haline geliyor ki, arkasından Ankara’ya su veren Çubuk Barajı çevresinde pikniğe gidiş geliş gibi beş kişiyle birlikte yarı piknik yarı toplantı gezisiyle bir grup olma, Kürdistan’a özgü aynı görüşleri savunan bir örgütsel grup olarak hareket etme önerisinde bulunuyor. Görüşlerini ortaya koyuyor, birlikte olmanın görüşlerini oluşturuyor. Daha önceden zaten tanıyor. Tanıdıkları arasından üniversitede okuyan beş Kürt gencini seçiyor. Onlarla birlikte PKK’nin ilk örgütsel çekirdeği olan temeli atıyor. 73 yılı oluyor. 1949’dan 1973’e, yani 24 yaşındadır. Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenci, yedi ay hapiste kalmış. Amed’de ve İstanbul’da memurluk da yapmış bir öğrenci genç, Kürt sorununun aydınlatılması ve çözülmesi arayışıyla, amacıyla örgüt olma, örgüt kurma ve mücadele etmeye karar veriyor. Büyük karar budur. Böyle bir karar verecek bilinç, anlayış ve irade kazanıyor. 24 yaşında yalnız başına böyle bir adım atmayı sağlayacak anlayış ve irade yeterliliğini Önderlik o zaman sağlıyor ve ona ulaşıyor. Etrafında kendisini etkileyen hususlar var, onlar güç veriyor ama öyle çok fazla şimdiki gibi hepimize, partimize, mücadeleye Önderliğin verdiği güç gibi güç veren etkenler yoktur. Hepsini kendisi yaratıyor. Anlayış ve irade yeterliliği, gücü işte bu temeldedir. Önderlik 24 yaşındayken, etrafında hiçbir güç, imkân yokken örgüt kurma kararı verecek kadar anlayış ve irade gücü haline geliyor. Devrimci ölçü odur. Devrimci militanın ulaşması gereken ölçü ve düzey budur. Önder Apo’nun birinci doğuşu öncesi 20. yüzyıla genel bir bakış; Bu süreçte hangi olaylar yaşandı, dolayısıyla ne tür etkiler olmuş olabilir. 20. yüzyılı daha iyi anlamamız gereklidir. Yüzyılın orta yerinde, yüzyıl sisteminin içerisinde eğitilmiş olmasına rağmen Önder Apo yüzyıl gerçeğine ters, onu reddeden, onun değiştirilmesini isteyen, öngören bir doğuşu, bir gerçekliği ifade ediyor. Bu durumu 21. yüzyıla da taşıyor. 20. yüzyılda eksik kalanı, yetersiz kalanı, başaramadığını 21. yüzyılda başarılmasını da dayatıyor, istiyor. Böyle bir gerçekliği de temsil ediyor. O nedenle hangi olaylar ne kadar etkili, bunları bilmemiz lazım. 20. yüzyılın tarihi olaylarından biri, Birinci Dünya Savaşı, aslında bağırarak çağırarak gelen bir savaş oluyor. Öyle birdenbire ortaya çıkan bir durum değildir. Uzun yıllara yayılan, hazırlıkları yapılan bir savaştır. İktidar ve devlet sisteminin, kapitalist modernite düzeninin çelişki ve çatışmalarının gelişiminin yarattığı bir olaydır. Buradan insan şuna varabiliyor: Kapitalist modernite demek, hele hele Lenin’in deyimi ile emperyalizm demek, savaş ve çatışma demektir. Kriz, kaos ve ondan doğan savaş demektir. Aslında istikrarlı, bunalımsız hali yoktur. Derin bunalım ve kriz Birinci Dünya Savaşı’na yol açtı. Savaş, krizi biraz çözdü. Ondan sonra 1930’da yeniden krize girdi. 1939’da İkinci Dünya Savaşı da oldu, tekrar savaş krizi çözdü. 1960’larda üçüncü bunalım dönemi başladı. Bu bunalım dönemi sürekli ve geneldir. Eskiden sosyalist hareketlerde böyle değerlendirmeler vardı. Önderlik de bu değerlendirmeyi esas alıyordu. 1960’tan sonraki durumu dünya ölçüsünde sosyalist devrim gerçekleşmedikçe sürekli yaşanacak bir bunalım dönemi olarak alıyordu. Aslında reel sosyalizmin çözülüşü öncesinde de krizlerin hafiflemesi yoktur. Krizi hafifleten aslında sosyalizmin kendisiydi. Birinci Dünya Savaşı’ndan Ekim Devrimi çıktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan Çin, Doğu Avrupa çıktı. Sistemden geçici de olsa kopuşlar oldu. Aslında sistemin kendi krizini çözme durumu yoktur. Savaşta bile olsa yoktur; devam ediyor. Bugün de Üçüncü Dünya Savaşı’ndan çıkmayı düşünen, çıkmayı öngörebilen hiçbir güç yoktur. Birinci Dünya Savaşı öncesi o kadar askeri hazırlık var, kamplaşmalar var. İngiltere, Fransa, Rusya ittifak yapıyorlar. Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu ittifak yapıyor ve Balkanlardaki bir kıvılcım savaşı başlatıyor. Birçok alanda savaş var. Dünya savaşı bu ittifaklar temelinde herkesin birden katıldığı bir savaş, dünyaya hâkim olmak isteyen iki devletin birbiriyle amansız bir şeye tutuştuğu bir savaş oluyor. Almanya ile İngiltere’nin savaşıdır. Esas olarak kapitalist modernite sistemi bütün dünyaya egemen olmak istiyor. Devletler saldırılarla, ticaret yollarıyla birçok alanı ele geçirmişlerdir ama Ortadoğu’yu ele geçirememişler, Osmanlı sistemi hala varlık sürdürüyor. Savaştan önce de Osmanlı üzerinde etkili olabilmek için İngiltere, Fransa, Almanya yoğun bir ekonomik, siyasi mücadele halindeler. Osmanlı’yı kimin ele geçireceği, Ortadoğu’ya hâkim olacağı hesapları yapılıyor. Bu çelişki, çatışma giderek 1914’teki savaşa yol açıyor. Savaş büyüyor, genelleşiyor. 1916’da İngiltere, Fransa ve Rusya toplanıyorlar, galip geldiler mi, Ortadoğu’da neresi kimin olacak biçiminde dünyayı paylaşan bir gizli anlaşma yapıyorlar. Hitler Almanyası’nın yükselişi ve ABD-İngiltere-Sovyetler Birliği ittifakı; 1917 Ekim sonu Kasım başında Rusya’da devrim olup Bolşevikler iktidarı ele geçirince, Lenin hükümeti o gizli olan anlaşmayı yayınladı. “İngiltere ve Fransa bunun için savaşıyor” diye ifşa etti. Kendileri anlaşmadan çekildiler. Dolayısıyla Ermenilere söz vermişlerdi; İstanbul’a gelecek, bütün Türkiye’yi onlar alacaklardı. Oradan da Kafkasya’ya kadar çekildiler. Böylece aslında Kemalist hareketin doğuşuna zemin teşkil eden ordu kalıntısı da Sovyetlerin çekilmesiyle oldu. Bu savaş bazı sorunları sözde çözdü ama esas olarak sorun yarattı. Osmanlı ve Ortadoğu paylaşıldı. Arap alemi bölündü, paylaşıldı. Kürdistan bölündü, paylaşıldı. Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altından 25 devlet çıkartıldı. Kemalistlerin itirazıyla TC kuruldu. Almanya kısa sürede yenilgi anlaşmalarını feshetti, yenilgiyi reddeden Alman şovenizmini körükleyen akım olarak Nasyonal Sosyalizm, faşizm toplum içinde yayıldı. Biraz da şiddet ve baskıyla, daha yoğun bir propagandayla Hitler iktidara geldi. Böylece askeri hazırlıklarını daha da güçlendirdi. “Ekim Devrimi kapitalizmi tehdit ediyor” propagandası ile Sovyetler Birliği’ni yıkabileceğini umut etti. Sovyetler Birliği’ni yıkarsa Batı’ya, “Sizi ben korudum, karşıtınız olan sosyalizmi ben yenilgiye uğrattım, o halde kapitalizmin lideri benim” diyebilirdi. İngiltere ya da Fransa ile doğrudan savaşmak yerine, aslında Sovyetler Birliği’ni yıkıp sosyalizme karşı kapitalizmi koruyan liderlik olma düzeyine kendisini ulaştırmak istedi. Bir de Kafkasya üzerinden, İran’dan Hindistan’a inmeyi esas aldı. Türkiye’den, Anadolu’dan da gitmek istedi. İngiltere ve Amerika, “Hitler’e yol verme” diye Türk hükümetine baskı yaptılar. Onlar, Hitler’den yana tavır koyamadı. İsmet İnönü hükümetinin sözde “arada kaldı” dedikleri odur. Öyle olunca Hitler de Kafkasya üzerinden, İran’dan Hindistan’a gitmeyi öngördü. Hindistan’ı alınca da İngiltere’nin Asya ayağını kesmiş olacaktı. Böylece Asya’nın hâkimi haline gelecekti. Kendisi Hint Okyanusu’na egemen olacaktı. Çabası ve arayışı böyledir. Doğrudan İngiltere’yi vurmak yerine Hindistan’dan vurmak istedi. Böylece buna karşı, o yolu kapatmak için İran’ı Amerikan ve Sovyet orduları istila ettiler. Zaten Sovyetler Birliği direndi. Sadece İkinci Dünya Savaşı’nda bile 50 milyon insan öldü. 20. yüzyıl, savaşlar yüzyılıdır. ‘Bu çelişki ve çatışmaların ne önemi var’ dememek lazım. Sadece Sovyetler Birliği 22 milyon şehit verdi. Bir faciadır. Toplumların dengesi değişti. Sonuçta Hitler de yenildi. Daha sonra Japonya Asya’da savaşa girdi ve öne çıktı. Japon İmparatoru da biraz Amerika’ya kafa tuttu. Oraya atom bombası atıldı ve teslim oldular. Hitler yenildi. Hitler’e karşı İngiltere, Sovyetler Birliği ve Amerika anlaştılar. Buna da “Demokratik ittifak” dediler. 1942’den sonra birlikte savaş yürüttüler. Önce ayrı ayrıydı, sonra Hitler zorlayınca ittifak kurdular. Hiçbirisi yalnız başına, tek tek mücadele edemedi. Hitler orduları güçlüydü. Öyle zayıf görmemek lazım. Almanya yenilince bir bölümünü Sovyetler Birliği ele geçirdi. Doğu Almanya’ya Kızıl Ordu girdi. Batı tarafı Amerikan, İngiliz, Fransız ordularının denetiminde kaldı. Böylece Almanya ikiye bölündü. Savaştan sonra ittifak da bölündü. Doğu Avrupa’da Kızıl Ordu ilerleyince bütün Avrupa’yı tehdit eder hale geldi. Baktılar ki, komünist partiler bütün iktidarı ele geçirecek onun üzerine hemen kapitalizmi koruma seferberliğine girdiler. Liderliği İngiltere’den Amerika devraldı. İngiltere zayıflamıştı, ABD-Sovyet çelişkisi ve çatışması başladı. Adına “soğuk savaş” dediler. Bu 1990’a kadar sürdü. Ama öyle ki dünyayı iki kutba ayırdı. Onların çelişkisi ve çatışması dışında hiçbir olayın gelişmesine, gerçekleşmesine izin vermediler; o kadar her şeyi merkezileştirdiler. Dünyadaki olayları kendilerine bağladılar. Birine karşıysa diğerinden yana olacak, diğerine karşıysa öbüründen yana olacak, böyle bir bloklaşma ortaya çıkardılar. Askeri kamplar, ekonomik kamplar, siyasi kamplar kurdular. ABD Batı Avrupa’nın güvenlik örgütü olarak NATO’yu örgütledi. Sovyetler Birliği ‘Varşova Paktı’ biçiminde Doğu Avrupa ülkelerinin içinde olduğu askeri paktı örgütledi. Keskin bir çelişki ve çatışma süreci gelişti. Askeri boyut doğrudan öne çıkmadı ama istihbarat, siyaset, ekonomi, psikolojik her boyutta çok sert bir çelişki durumu yaşandı iki devlet arasında. 1945 sonrasında Kore’de daha yoğun savaş oldu. Güney Kore’ye Amerika askerleri çıktı. Kuzey Kore’ye Çin ve Sovyet askerleri çıktı, savaştılar. Vietnam üzerinde yoğun bir savaş ve gerginlik oldu. Türkiye, Küba üzerinde oldu. O gerginlik bölgesel, yerel çatışmalarla sürdü. 1939-45 yılları arasındaki gibi büyük savaş olmadı. Yerel düzeyde her zaman silahlı çatışmalı bir durum oldu. Sovyetlerin faşizmi yenmesiyle oluşan atmosfer; Önderlik doğduğu zaman dünyanın durumu böyleydi. Karşılıklı kamplaşma gelişiyordu. ABD-Sovyet bloklaşması, çatışması çok etkiliydi. Uzak Doğu’da, Kore benzeri yerlerde savaş halindeydiler. ABD NATO’yu büyüterek Sovyetler’i kuşatmak istiyordu. Yeşil Kuşak Projesi’ni de geliştirmişti. Böylece 1952 yılında Türkiye ve Yunanistan’ı NATO’ya aldılar. İran’da Şah’la da belli bir ilişki kurdu. 1946’da Mahabad Cumhuriyeti’nin ezilmesini pratikleştirdiler. Şah’a destek verdiler, Şahlık rejimini kurdular. Şahlığı da Türkiye ile ilişkilendirerek böylece Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşattılar. Akdeniz’e inmesini engellediler. Bu, güneyden Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’ya yayılmasının engellenmesi, kuşatılmasını hedefliyordu. Bunun için Türkiye’yi NATO’ya aldılar. Türkiye NATO kapsamında Kore’deki savaşa katıldı. Türkiye’de Mustafa Kemal’in ölümünden sonra İnönü Cumhurbaşkanı oldu. İkinci Dünya Savaşı döneminde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ydü. İnönü yönetimi faşist bir yönetimdi. Irkçı, şoven ve milliyetçiydi. Zaten Kürdistan’daki katliamlar üzerinden şekillenmiş bir yönetimdi. İdeolojik olarak Almanya’ya yakındı. Hitler ile ilişkileri çok iyiydi. Fakat siyaseten Hitler’le birlikte savaşa girmeyi çıkarlarına bulmadılar. Sovyetler Birliği anında vurur ve çökertir diye korktular. Yoksa faşizme karşı değillerdi. Soykırım yürütüyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kadroları aslında TC’ye hakim oldular. Kemalist hareket çok fazla yoktur. Mustafa Kemal’i kuşattılar, o da İttihat ve Terakki’nin bir hizbiydi, kanadıydı. Ama esas kanat hakim oldu. İsmet İnönü, Enver Paşa’nın karargahında kurmay subayıydı. İsmet İnönü İttihatçı-Enverci’dir, Kemalist değildir. Hitler rejimi ile ittifak kurmadılar, açıktan “gel geç” demediler, diğerlerine karşı birlikte savaşa girmediler ama Hitler rejimine de savaş açmadılar. Ne zaman ki, 1944’de Hitler’in yenileceği ortaya çıkınca Türkiye yönetimi göstermelik savaş ilan etti. Böylece Hitler yönetimine savaş açmış güç oldu. Ona dayanarak İngiltere, Amerika ile ilişki geliştirdi. O ortamda yönetimin sürebilmesi için demokrasi ve sosyalizm çok etkiliydi. Sovyetler’in savaşı kazandığı, Hitler’i yendiği her yere yayıldı. Herkes öyle gördü. Amerika, İngiltere olsa da Hitler’i yenen güç olarak Sovyet Rusya görüldü. Sosyalizm çok etkinlik kazandı. Diğerleri de bu etkinliği zayıflatabilmek için demokrasi havarisi kesildiler. Demokratikleşmekten söz ettiler. Dolayısıyla var olabilmeleri için, iktidarların onlarla ilişkilenebilmeleri için demokratik olmaları gerekti. Demokraside ölçü çok partililiktir ve seçimle iktidara gelinir. Türkiye’ye çok partili seçim sistemini dayattılar. Savaştan sonra onlarla anlaşmanın bir gereği olarak İnönü yönetimi bunu kabul etti. 1946’da baktılar ki seçimi Demokrat Parti kazanıyor, iktidarı vermemek için hile yaparak “biz kazandık” dediler. Çünkü; çok partililik olunca Celal Bayar ile Adnan Menderes Demokratik Parti’yi kurmuşlardı. 14 Mayıs 1950’de seçim oldu. CHP kaybetti, DP kazandı. Celal Bayar Cumhurbaşkanı oldu, Adnan Menderes Başbakan oldu. Böylece DP dönemi açıldı. Demokrat Parti biraz daha kapitalizmin serbest piyasa yanlısıydı. CHP devletçidir. Onun için devletin darlığı içerisinde toplum iyice sıkıştırılmış ve büzülmüştü. Bayar-Menderes yönetimi kapıları sonuna kadar açtı, yabancı sermayeyi teşvik etti. Ticaretin kapılarını ardına kadar açtı. ABD, Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’yi NATO’ya kabul ettiği gibi, NATO’nun güneydoğu kanadını güçlendirme, Sovyetleri kuşatma istemiyle “Marşal Planı” çerçevesinde mali destek verdi. Türkiye yeni sömürgecilik politikası uyguladı. Sermaye ihracını çok yoğunlaştırdı. Türkiye’deki ortam değişti. Önderliğin çocukluğunun yaşandığı dönemin temel karakteri; Artık Kürdistan’daki direnme odakları kırıldı, bastırıldı, ezildi. Yavaş yavaş Kürdistan’ı da sömürüye açabiliriz, diye düşündüler. Öyle bir yaklaşım giderek gelişti, 1950’li yıllarda yabancı sermaye eliyle Türkiye’de tekelleşme, montaj sanayi ileri düzeyde gelişince daha fazla hammaddeye, iş gücüne ihtiyaç duydu. 50’lerin sonunda Kürdistan’ı da açtılar. Yeni sömürgecilik politikasının bir gereği olarak katliamlar için öngördükleri tecridi ortadan kaldırdılar. 50’li yıllarda Türkiye’de böyle dış sermayeye dayalı meta ihracı, mal hareketliliği, dolayısıyla tarım-köy toplumunda yaşanan dağılma yaşandı. 60’lı yıllarda on yıl gecikmeli olarak Kürdistan’da yoğun bir değişime yol açtı. Eski dar, köylü ekonomisini parçaladı. Feodal yapıyı biraz kırdı. Tarım-köy toplumunda ciddi bir parçalanmaya yol açtı. Bu ucuz meta sürümü şehirleşmeyi geliştirdi, yaşam konusunda çekim gücü oldu. Önderliğin çocukluğunun yaşandığı dönemin temel karakteri böyledir. 1952’de Türkiye NATO’ya girdi, 54’te Menderes seçimleri bir daha kazandı. 57’de bir daha kazandı. CHP iyice geriletildi. Türkiye’de Demokrat Parti yönetimi altında kapitalist sistemle ilişkiler en üst düzeye çıkartıldı, çok yaygınlaştırıldı. Böyle bir ortamdan biraz Kürt aydınları da faydalanıyor gibi oldular. Devlet kendisi için bunu tehlikeli gördü. Menderes hükümetini uyardılar. 1959’da hükümet düzeyinde uzun tartışmalar yaptılar. TC hükümeti şöyle bir karar aldı: “Hepsini birden tutuklarsak tepki olur. Ayaklanmalara yol açabilir. Katliamlarla bastırdık, biraz hafifleyince şimdi bazıları başını kaldırmış, bunları ezmek lazım.” Ama bunu grup grup yapmak istiyorlar. “Ellişer ellişer tutuklayalım, hapse koyalım, ezelim. Teslim olduktan sonra bırakalım, sonra bir elli kişi daha alalım” diyorlar. Onun üzerine elli kişiyi tutuklamak için operasyon çıkarttılar. 1959 yılında tutuklarken bir tanesi kalp krizi geçirdi ve öldü. 49 kişi kaldı. 49 kişiyi de tutukladılar, hapse koydular. Kürt tarihinde “49’lar Davası” deniliyor. Devlet politikası budur: Kürtlerin üzerinden sopayı eksik etmeyeceksin! Sömürgeci-soykırımcı politika böyledir. Öyle bir baskı sistemini, yönetimin son dönemine doğru Menderes yönetiminde de geliştirmek istediler. Durum böyleydi. 1947’de Barzani, Mahabad Cumhuriyeti yenilgiye uğrayınca, Qazî Muhammed ve arkadaşları idam edilince, onlar tekrar Başûrê Kurdistan’a geldiler, oradan sınır üzerinden Sovyet Rusya’ya gittiler. Geniş bir grup olarak orada kaldılar. 1949-57 arasındaki durum böyledir. Köyde, çocukluk döneminde Önderlik daha fazla Türkiye etkisi altındaydı. Menderes dinciliği kullanıyordu. Yabancı sermayeye açılmıştı. Yavaş yavaş Kürdistan’ı da açıyorlardı. Bu durumun Riha üzerinde etkileri vardı. Seçim var, seçimler kazanılıyor, partiler var, bu vesilelerle siyaset toplum içerisine giriyor. Köylülük ortamında farklı aşiret, aile grupları ayrı ayrı partilerde kendilerini güç sahibi yapmak istiyorlar. Böyle bir etki var. Yine Demokrat Parti biraz Müslüman geçinip dini daha çok gündemleştirdiği için okullarda, köylerde Kur’an kursları açıldı. Dini eğitim merkezleri kuruldu. Bu, hem Türkiye’de hem de Kürdistan’da da oldu. Önderlik, “Köy imamı tarafından din eğitimi gördüm” diyor. Bu, o yönetim tarafından açıldı. Demokrat Parti’nin, ABD ve NATO ile ilişkiler temelinde Türkiye’yi serbest ticarete açmasının ortaya çıkardığı durumla birleşti ve böyle çelişkiler, farklı siyasi partiler, siyaset kavgası biraz fazla gelişti. Kürdistan’a yansımaları sınırlıdır; ama var. Riha’da da var. Dini okumaktan, siyaset tartışmalarına kadar birçok şey yansıyor. Doğrudan içine alıyor; siyasi çevrelerdir. Çocukluk dönemi üzerinde kısmi bir etki o düzeyde vardır. Daha çok belirtiğim gibi Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı Kürt sorunu temelinde TC devletinin 25’ten 40’a kadar geliştirdiği katliamların etkisi var. Toplum ezilmiş, katliamdan geçirilmiş, sindirilmiş, korkutulmuş her tarafta korku yayılıyor, öyle herkes çok dikkatlidir. Kendi içinde öfkeli ve tepkili, fakat korkuyor da. Üzerinde çok yoğun bir askeri baskı var, jandarma devleti ve baskısına dayalı bir devlet sistemi Kürdistan’da hakim sistemdir. Öyle ki nefes aldırmıyor. İşi o kadar sıkı tutuyorlar. 1960 darbesi ve Kürdistan’ın kapitalist sömürüye açılması; 1960’ta darbe oldu. Darbe bu çelişki ve çatışmaların bir ürünüydü. Türkiye’de farklı partileşmeler çelişki ve çatışmaları azaltmadı, daha çok arttırdı. 61’de Menderes’i idam ettiler. Yeni bir anayasa hazırladılar. 61 Anayasası’yla birçok yeni parti daha kuruldu, partilerin sayısı daha çok arttı. Sol parti olarak Türkiye İşçi Partisi kuruldu. 65’te seçime girdi. Süleyman Demirel’in Demokrat Parti’nin devamı olarak kurduğu Adalet Partisi tek başına iktidara geldi. İşçi Partisi 15 milletvekili çıkardı. Mecliste grup kurdu. İlk defa böyle bir Sol parti, Türkiye’de meclis grubu oluşturuyordu. Örgütler, dernekler, sendikalar, gençlik örgütleri kuruldu. 61 Anayasası, kapitalizmin öngördüğü sözde demokrasi kapsamında birçok kurumun kuruluşuna imkân veriyordu. Kendi örgütlenmesini geliştirme, çıkarlarını koruma konusunda aslında daha fazla toplumu sömürebilmek için yasalar çıkartılıyordu; bundan toplum da yararlandı. 1960’tan itibaren Kürdistan daha fazla Türkiye ile ortak ekonomik ilişkilere açıldı. Okullar daha çok artırıldı. Dikkat edelim; 1957’de Önderlik, okulu ancak komşu köyde bulabiliyor. O zaman hala her köyde okul yoktur. 60’tan sonra her tarafta okullar açılmaya başlandı. Kürdistan’ın her tarafına okul açtılar. Pazarı Türkiye’ye bağladılar. Ekonomik sömürüyü daha çok artırdılar. Bu da tarım-köy toplumunu dağıtan süreci başlattı. Toplumsal yapı değişti, çocukların eğitimi, gençlerin okullara gitmesi, üniversitelere kadar gitme durumu ortaya çıktı. Önce varlıklı aileler olsa da sonra yoksul ailelerin çocukları da okullara gidebildiler. Asimilasyon için okulları o kadar çoğalttılar. Bir de akıllı olanlar toplanacak, götürülüp devlete memur yapılacaktı. Devletler okul sistemini bunun için kuruyorlar. Önderliğin ortaokul okuyana kadarki süreci böyledir. Onu etkileyen olaylar, etmenler biraz böyledir. Ve ‘Muhammed kaybetti, Marks kazandı’; 1965’ten itibaren Ankara’ya gidiyor. 65’te seçim oldu. Demokrat Parti yerine kurulan Adalet Partisi kazandı. İşçi Partisi grup çıkardı. Türkiye’de resmi ideolojinin parçalandığı, yeni ideolojik akımların gelişmeye başladığı, ideolojik mücadelenin yoğunlaştığı, bu temelde yeni partilerin kurulduğu bir süreç gelişti ve bu 70’lere kadar devam etti. Ekonomik toplumsal değişim, ideolojik siyasi temsilcilerini ortaya çıkardı. Bakurê Kurdistan da buna eklemlendi. Esas olan aslında ortaokul sonuna kadar ilkokul dönemi daha çok köy özelliklerini ifade ediyor. Köy ölçüleriyle, ilkeleriyle Önderlik kişiliğinin şekillenmesini veriyor. Önderlik sorunlara daha çok dini yol-yöntemlerle çözüm arıyor. Dinde derinleştiği dönem oluyor. 65’ten itibaren liseye gidişle birlikte durum değişiyor. Ankara ortamı bir defa değişiktir. Büyük şehirdir, sömürgeci başkent, katliamın planlandığı yerdir. Süreç değişiktir. Resmi ideoloji kırılıyor, yeni ideolojik, siyasi akımlar gelişiyor. İdeolojik-siyasi mücadele yoğunlaşıyor, yoğun bir kitap tercümesi var, basın var. Tartışmalar var. Üniversiteler, gençler, işçiler, memurlar, sanatçılar hareketlidir. Herkes kendi sendikasını, birliğini, örgütünü, partisini kuruyor. Türkiye giderek büyük bir iç hareketlilik ve iç çatışma yaşıyor. İdeolojik-siyasi çelişkiler derinleşiyor. Dışarıda özellikle Avrupa merkezli olarak Devrimci Gençlik Hareketi önemli bir hamle yapıyor. Reel sosyalizmin ideolojik amaçlarını gerçekleştirmediğini de görünce ona duyduğu tepkiyle kapitalizme karşı yeni bir savaş açıyor. Che’nin Küba’dan Bolivya’ya gidişi, Avrupa’da birçok örgütün kurulup silahlı direnişe geçişi, Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF). Fransa’da Doğrudan Eylem (Action Directe), hemen hemen her ülkede 1968-69’da büyük bir gençlik hareketliliği var. Önderlik bunu, “68 Gençlik Devrimi” diye tanımladı. Bunun etkileri Türkiye’ye yansıyor. Türkiye’de Devrimci Gençlik Hareketi’nin geliştiği dönemlerdir. DEV-GENÇ kuruluyor. Devrimci İşçiler Sendikaları Konfederasyonu-DİSK kuruluyor. Birçok farklı mesleki örgütler kuruluyor. Öğretmen sendikaları kuruluyor. Anayasa hemen hemen bütün kesimlerin örgütlenmesine fırsat veriyor. Sosyal, toplumsal gelişmeler, ideolojik-örgütsel ayrışma bunu körüklüyor ve böylece giderek ciddi biçimde hareketlenen bir ideolojik-siyasi ortam var. Önderlik Tapu Kadastro Lisesi’nde öğrenciyken durum böyledir. Bu gelişmelerin kuşkusuz merkezi Ankara’dır. Çünkü başkent orasıdır. Önderlik bunları yakından görüyor, izliyor, takip ediyor. Orada ‘Sosyalizmin Alfabesi’ni okuyor. Sonra da ‘Komünist Manifesto’yu okuyor. O tür sol kitaplar tercüme edilmiş, yeni yeni yayılıyor. Sol sosyalist hareketler canlanıyor ve gelişiyor. Sonunda “Muhammed kaybetti, Marks kazandı” diyor. Kafasındaki çözüm aradığı çelişkilere, okuduğu kitabın önerdiği çözümler daha mantıklı geliyor. Böylece önemli bir düşünsel değişim yaşıyor. Dini arayışı bir yana bırakıyor, artık sosyal bilimde arayış, sosyalizmde arayış sürecine giriyor. Sosyalist olma, devrimci gençliğe katılma süreci içerisine giriyor. Tapu Kadastro Lisesi süreci kendisinde böyle bir değişiklik yaratıyor. Önderlik herkesi tanıyor. Her yere gidiyor. Gerçekten de çok hareketli ve arayışçıdır. Bu durumu için “cıva gibiydim” diyor. Neyin ne olduğunu anlamaya, öğrenmeye çalışıyor. Çünkü çelişkileri var. Memlekette gördükleri, okulda karşılaştıkları, Ankara’da karşılaştıkları çok çelişkilidir. Bunlara çözüm bulunmasını gerekli görüyor. Özellikle, “Okula gitmemle birlikte Kürt sorunuyla karşılaştım, benim için Kürt sorunu o zaman başladı” dedi ve o hep temel sorundur. Nereden başladı, ne olacak? Bunlara çözüm arıyor. Bunun için bütün ideolojik-siyasi akımlara ilgi duyuyor. Bir yandan sol, sosyalist kitapları okur hale geliyor ama diğer yandan Necip Fazıl Kısakürek’in konferanslarına gidiyor. O da sağcıların, dincilerin ideoloğudur. Tayyip Erdoğan’ın da ideoloğudur. Ondan okuyor. Benzer yerlerin hemen hemen hepsine gidiyor. Çatışmalı süreç gelişiyor. İşçiler grev yapıyor, öğrenciler boykot yapıyor. İdeolojik tartışmalar, farklı ideolojilerin tartışmaları giderek kavgaya dönüşüyor. Sosyalist akım, milliyetçi akım, dinci akım, Kemalist akım; birbiriyle tartışma sürecini giderek çatışmaya dönüştürüyorlar. Herkes etkili olmaya çalışıyor. Önderlik böyle bir süreçte Ankara’da tüm bunları yakından görüyor; çok meraklıdır, inceliyor, anlıyor ve öğreniyor. Önderliğin hem toplumu hem Kürt siyasi hareketlerini tanıdığı dönem; Önderliğin merakı, arayışçılığı var; müthiş bir zekâsı da var. “Bir şeylere çözüm bulmam gerekiyordu, bunun için de kimseden yardım alacak durumum yoktu, o halde kendi işimi kendim yapmalıydım” diyor. Beynini, düşüncesini o düzeyde işletiyor. Kısaca 1960’ların ikinci yarısında Ankara gibi bir kenti tanıma, Türkiye toplumunu tanıma, devleti tanıma, soykırım zihniyet ve siyasetini tanıma birlikte gerçekleşiyor ve bu gençlik dönemine yansıyor. 13-17 yaş arası, her şeyi çok iyi gördüğü, çok iyi anladığı böyle bilgisayar gibi topladığı bir dönemdir. Böyle bir merak ve arayışçılık ile okuyor, inceliyor, gözlüyor. Müthiş bir bilgi birikimi yaratıyor. Daha o zamanlarda gördüklerini, öğrendiklerini unutmuyor. Çoğu zaman yeri geldiğinde kullanıyor. Bu, düşman gerçeğini tanımada, Türkiye toplum gerçeğini tanımada önemli bir süreçtir. Önderlik kişiliğinin şekillenmesinin önemli bir dönemidir. Bir dönem, o zamana kadarki dönemdir. Çocukluk, ilkokula gidiş, ortaokul çok fazla ayrım yapmıyor, onun da etkisi kısmen var, hiç yok diyemeyiz ama esas yeni bir dönem Ankara’ya gidiş dönemidir. Ardından 69-70 döneminde Amed’de Diyarbakır’da Tapu Kadastro memurluğu yapıyor. Kürt toplumunu ve Kürt hareketlerini tanıyor. 1958’de Irak’ta darbe olunca Barzani Sovyetler’den Mısır’a geçti, oradan Irak’a geçti. Irak’ta Kürdistan Demokrat Partisi’nin örgütlenip faaliyetlerini geliştirdiği bir dönem yaşandı. Öyle bir sürecin olduğu 60’lı yıllarda bu epeyce bir dalgalanma yarattı. Sonra İran’ın da desteğiyle giderek Irak yönetimine karşı mücadeleyi yoğunlaştırdıkları dönemdir. BAAS 69’da yönetim oldu. Irak ve Başûrê Kurdistan cephesi dalgalıdır. KDP otonomi istiyor ve zorluyor. Bunun Bakur’da etkisi var. İşte Önderlik Türkiye’deyken Türkiye’deki gelişmeleri gördü ama Amed’de de Kürt hareketliliğini tanıyor. Üniversitede gençlik örgütleri kuruluyor. Doğu Devrimci Kültür Ocakları-DDKO gençliğinin kurduğu örgütlenme var. “Doğu Mitingleri” diye Kürdistan’da eylemler yapıyorlar. Amed’de etkilidir. 1965’te Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kurulmuş, arkasından kurucusu Faik Bucak katledilmiş. İç çelişkileri var, çatışmaları var ama o da bir gelişmeyi ifade ediyor. Farklı kişilerin kendi öncülüklerinde geliştirmeye çalıştıkları demokrat partiler var. Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şiwan) bir hareket geliştiriyor. Kürt siyasi hareketini tanıyor. KDP’nin durumunu, Türkiye’deki KDP durumu, DDKO, Dr. Şiwan hareketi, bütün bunların en çok merkezileştiği yer Amed’dir. Günlük takip edilebildiği yerdir. Odaklandığı yer Amed’dir. Bunların hepsini o zeminde, o süreçte tanıyor. Solcu olmaya karar vermiş, okuyup-inceleyen genç bir devrimcidir. Her şeye ilgi duyuyor, devrimin halkla yapıldığını biliyor, dolayısıyla halkla ilişkilerini kuruyor. Memurluğu, köylülükle ilişki kurmasına daha fazla imkân, fırsat veriyor, ondan da yararlanıyor. Çok sayıda gençlikle, halkla, çok geniş çevrelerle ilişki kuruyor, tartışmalar yürütüyor, tanıyor. Hem toplumu hem Kürt siyasi hareketini tanıyor, görüyor, anlıyor. O zamana dair tartışmaları savunmalarda var. Önderlik hep söyledi. Köyde kardeşleriyle kavgayı, aile ile kavgayı “ilk isyan” olarak tanımladı. Amed’de köylülerle tartışmalarını, toplumun umutsuzluğu olarak gördü. Öyle ki, orada katliamlar nelere yol açmış, toplumda nasıl bir zihniyet ve psikoloji geliştirmiş, onu yakından görüyor. İnsanlar gerçekleri biliyor, görüyorlar ama kırılmışlar, iradesizleşmişler, teslim alınmışlar, pasifize edilmişler; “Bizden bir şey çıkmaz, biz kuruduk” diyorlar. Önderlik, “Örnek olarak bana kuru ağacı gösterdiler ve onu yeşertebilir misin, biz o hale gelmişiz” dediklerini söylüyor. Bir şeyler yapmak, okuduğu kitaplardan, gözlemlediği hareketlerden öğrendiğine göre kendisinin de bir devrimci genç olarak bir şeyler yapma arayışına cevap öyle geliyor. DURAN KALKAN (1.BÖLÜM) |
YORUM GÖNDER