''ADIM ABDULLAH''
Adım Abdullah, ‘allah’ın kulu’; ama kul olmayı tam yüreğime oturtmadım, kendime saygımı yitirmedim, tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın erdem olduğuna inandım. Kadere hiç inanmadım. Kader güçlerinin bana biçtiği 20. yüzyılın çağdaş çarmıhındayım, tek başıma ve mezar sessizliğindeyim, bekleyeceğim, yine de kadere inanmayacağım. yüreğimin en son atışı kadar, bilincimin en son kırıntısını da insanlık için kullanacağım. Kendi öz erdemim ve anlamımı insanlıkta bulacak ve yaşamı doğallığına bırakacağım. Ortadoğu’nun çığlığı kulaklarımda yankılanıyor: “Senin kaderin çıkışlarla örülü büyük uygarlık yürüyüşüdür. Nil ve fırat gibi güçlü nehirsel akıştır. Ey lanetli ve soysuz evlat, onlar gibi olamazsan seni affetmem” tanrıçalar yurdu haykırıyor: “ey erkek koca, bunamış ve yatalak! seninle olmam. Yanar kül olurum, ama seninle yaşam ihanetini paylaşmam” tanrılar yurdu haykırıyor: “ey cüceler, sizleri kulluğuma bile kabul etmem. siz lanetliler ancak cehennemde cayır cayır yakılmaya layıksınız” büyük ozanları ağıtlar yakıyor türküler yerine: “artık türkü söyleyip şiir yazmam, saz çalmam ve destan yazmam; çünkü sizler edebin ve sanatın engin ruhunu ve güzelliğini yitirdiniz, ihanet ettiniz” hepsi birlikte yaşam ile ölüm arasındaki uçurumun çığlığı oluyorlar: “sizleri affetmeyiz” , bu topraklarda tanrı ve tanrıça hayalleri kurulurdu bir zamanlar, şimdiyse hiç hayal yaratmıyor, bir kuru çöl ve çorak ülke, bir ruhsuzluk yağıyor,bir ruhsuzluk ki, ilham veremiyor, şiir yaratamıyor, aşkı geliştiremiyor. yitik bir ülke…Kürdistan…
Yitik ülkenin halkından olmak ne acı,kaçmak namertlik, kaçmamak çirkin bir ölüm… lanettir sıkar boğazını, ömür çarmıhında kurban olursan o lanet gevşetir pençelerini,kural yok! kural ölerek nefes almak… kural yok! yaşam kuralı hiç yok! Lanet varsa yaşam haramdır, yürek nedir ki lanet varsa, yüreğin değersizdir, duyuşu yoktur. Düşünsen ihanettir gerçeğe,bir cüzamlı gibi her yanından cerahat akmaktadır. Herkes senden kaçmaktadır.Kirli ve çirkin bir yaşam, yaşam değildir, tek çaren ya özgürlük ya ölümdür! Başka yol yoktur gidesin, başka el yoktur tutasın, ne bir sevgili ne bir dost, ne bir söz ne bir gülüş, helalinden bir nefes dahi yoktur özgürlük yoksa,tek şey vardır ölüm! Oysa ben yaşamak istiyordum, anam beni boğmak istiyordu, ölmeyeyim diye beni boğmak istiyordu. Anamı dinleseydim bu trajediler olmazdı, kimbilir. Anam o tanrıça gölgesi, o yarım kalmış, o inanna’nın son çığlığı, ama çözümsüz, anam ilk öğretmenim, yaşam öğretmenim, onuru öğreten anam… Anam çok beddua etti, onun bedduası yılların sinesine saplanmış trajediler miydi. O beddua etti, ben terk ettim. zalimce bir ayrılıştı ama gerçekti. Büyük yalnızlık zamanlarında hatırlarım sözlerini “arkadaşlarına çok güveniyorsun, ama çok yalnız kalacaksın” doğruydu, anamın âhını aldım,yalnız kaldım. Yalnızdım ama arkadaşlarımla toplumsallığımı ben kuracaktım. Anam isyan ediyordu, can çekişen tanrıçalığına. Kendine, bana, yıkılan özgür toplumsallığa, her şeye isyan ediyordu. “Dizimin dibinde tutmak için çok çaba harcadım, ama başaramadım” demiş bir defasında. “Bu kafa ve kişilikle zor kadın bulursun.” demişti birinde de. Akıllıydı anam. Körleştiren tarihti bizi birbirimize yabancılaştıran, “sürekli dua edin, herkese hayır (bağış) yapın” oldu son sözleri, ardından dönüp baktım bir kez daha, tanrıça kültürünün sesi solup gidiyordu, anam soylu bir sesti, tanrıçanın soluğunu bana taşıyan soylu bir ses. Bu sesi duydukça yüreğimin derinliklerinde isyanımın sesini yükselttim. Anayı tüketen erkek egemen sistemin zalimliğine, bizi bize yabancılaştıran iki yüzlülüğüne , insana dair olmayan her şeye rest çektim. Yoktu toplumu anamın, ondandır, veremezdi bana da, çoktan dağıtılmıştı. Kendi bulamadığı yaşam tutamağını bana vermek isteyen bir anaydı o. Bense özgür yaşamak isteyen bir küçük Kürdistanlıydım…
Özgürlük çocuklukta başlar. Çocuk oyunlarının arasında gizliydi özgürlük,oyun yaratmaktı özgürlük. Yalnız oynamak yoktu, oyun birlikte oynanırdı, özgürlük birlikte yaşanırdı. Böyle başlar benim yaşamım,kendi kurduğum yaşamım böyle başlar. Kendi kurduğum özgür dünyam böyle başlar. Avcıydım çoğunda, şimdiki hakikat avcılığı değildi henüz, arkadaş avcısıydım o zamanlar. Ava çıktığımda seslerini duyardım korkan annelerin “yine geldi. Bizimkini baştan çıkaracak” evet ya, baştan çıkardım çoğunu, dağ yürüyüşlerine çıkardım. Çiğdem toplamaya götürdüm, ot topladık kiminde, kiminde kuş avladık.Üveyikleri toplayıp eteklerime doldurduğumda , çocukların sayısı da giderek artıyordu. Hele pişirip yemek varsa, hele o temiz hazları paylaşıp dağlara yüzünü dönmek varsa, değmeyin çocukların keyfine. Çocuk dünyalarının ciddi işleriydi tabi , bir gün gidersem yine köyüme, o benden sakladıkları arkadaşlarımı bulacağım teker teker. Gelin diyeceğim, toplanıp meydanda özgürce oyunlar oynayacağız. Özgürlüğün başladığı çocukluğu bugüne, şimdiye getireceğiz. Özgürce toprağa dokunup yeniden doğacağız…
İbadet edercesine dokundum toprağa, toprağın sinesinde tutkularım yeşerdi, dara tavî’nin yüzyıllık gölgesi kucak açıyordu bana. Çocuk yüreğimi, aradığım sevgileri, arkadaşlıkları buluyordum gölgesinde ve özgür duyumsayışları. Tanrı katıydı fıstık ağaçlarının gölgesi, üzüm tiyeklerinin arasıydı tanrı katı. Doğa ana esirgemiyordu çocuk yüreğimden bereketini. Kutsallıkları lanetten sakınırcasına özenle toplardım ürünleri, ekmeğin artığını hiç atmazdım. Bir yufka ekmek için savaştım, ekmek savaşını ciddiye aldım. Buğdayın ekmeğe dönüştüğü yolda, ona dokunan ellerin kutsallığını bilirdim. Neolitik zamanların ruhu geziniyordu ruhumda, kutsallarımız çoktu. çoktu ama az olanlardı kutsal olanlar.Su azdı, su kutsaldı. Kuyular kazılırdı kiminde, kiminde bir mağaranın derinliklerine birikirdi damla damla, o koyu karanlık derinliklere uzanırdım. Dudaklarım değdiğinde buz gibi suya kutsanırdım. Yolmadan gelirdim. Mercimek ya da nohut yolmasından. Harran ovasının sıcağı kavururdu, beni kavuran sıcağın tek dermanı küplere konmuş kutsal suydu. Kana kana içerdim o suyu, dünyalar benim olurdu. Dudağını değdirdiğinde tüm cehennemleri yok eden, cennete bir çağrı kutsallığındaydı su. Curn vardı bir de. Yazın sıcağında buz gibi saklardı suyu. Başımı daldırırdım curnun içine, kana kana içerken oluştururdum anlamını kurak toprakların. kurak toprakların nasıl canlanacağını o anlarda düşlerdim. yolmadan gelirken düşen ter damlalarını, pilavı kaşıklarken duyduğum bulgurun kokusunu unutmadım. toprağın tadına o anlarda vardım ben, en zor olanı, en zor şartlarda yenerek…
Anamın kutsal ellerinin tadıydı bulgur pilavını güzelleştiren.Üstüne yine buz gibi bir tas su… O serinliği, o kutsallığı unutamadım, hep o suyu arardım. Hangi özgür ülkenin, hangi pınarındaydı o kutsal su. Hangi gözeye gizlenmişti, kıraç topraklardı ruhumu aradığım, bıkmadan usanmadan aradım. Köylüler kaçıyordu birer birer o topraklardan, kolay yaşama kaçıyorlardı ve kaybediyorlardı, kaybediyorlardı ve kayboluyorlardı. Zavallı bir çocuk diyorlardı, hepsi bir ağızdan “yandı Ömer” diyorlardı ,“allah kimsenin çocuğunu Ömer’in çocuğu gibi yapmasın” “yandı”… Akıllı denilen çocuklar da vardı. Memur olup ömrünü tüketti kimi. Kimine hükümet dediler, şevket gibi savaş diyordu anam. Savaş, git, vur, intikamını yerde bırakma diyordu. Sıradan bir savaşçı gibiydim. Ağlıyordum kavga sonrası. “sen namussuzsun, savaşamıyorsun.” dedi anam. Nenem de geldi üstüme;“bunun namus duyguları tehlikelidir.” Takmıştı kafayı arkadaşım Hasan’a. Annem gördü bir defa, “vay, bu namussuz" dedi, "bizim düşmanımızın çocuğuyla ilişki kurmuş.” İllegal bir ilişkiydi, düşmanlığı aşacak bir gizlilikteydi. Feodal bir kuralı yedi yaşımdan itibaren bozdum, ruhumdan söküp attım o kirli kuralları. Atmasaydım ruhumdan o kirli kuralı, nasıl getirirdim sizleri yan yana, nasıl getirirdim bir araya bunca aşireti, kabileyi. Bizim bir kapı vardı, hala gözlerimin önündedir. O kapıyı delik deşik ettim taşlarla. Kapıyı görenler bakıp bakıp gülerdi “bu ne kapısıdır?” derlerdi. Birinde annem aldı beni içeri, götürdü ahıra elini gırtlağıma koyup “tövbe de!" diye bağırdı, üç sefer hem de. Öyle rahat değil, son nefesimi getirinceye kadar tabii. Çarnaçar tövbe ettim. Fakat ufak bir delik bulur bulmaz, açar kapıyı birden fırladım. Vurdum sonra kapıya perişan ettim. Zaten annem diyordu "kimse bununla baş edemez”. Sonra baktım olmaz böyle, hazırladım kendimi kavganın en büyüğüne. Kimse benimle gerçekten baş edemesin diye, beni öyle gördüğünüz gibi ele almayın yanılırsınız…
Kim söylemiş her babanın çocuğuna önder olduğunu. Babam, yürütemiyordu, kavga etmiyordu, etse yeniliyordu. Utanıyordum, yensin istiyordum, yensin, güçlü olsun, bana örnek olsun istiyordum. Oysa onun hali harabtı, onun gibi olmayacağım dedim. Oysa benden umutluydu, güvenirdi bana, öyle laf anlamaz, hep kötüye oynayan, yine de benden hayli umutluydu babam. Çünkü bağda, bahçede işimi temiz yapıyordum. Bundandı sözünü söyler, umudunu dillendirirdi: “ona dokunmayın, onun alnında fetih yazılıdır." "sen nereye gidersen git, fethedersin. Alnında fetih işareti var.” Babam yaşamı öğretmek istiyordu, köyün, köylülüğün dışındaki yaşamı, alim olmanın ölçülerini veriyordu bana, “bir sigara kağıdını yastığının altına sok. Sen o yastığın işte biraz yükseldiğini fark edersen, iyi bir alim olduğunu kanıtlarsın.“ Küçük şeyleri kendine layık görmüyordum, "sen bir tek gözyaşı dökmezsin ben öldüğümde." Küçüklüklere, basitliklere gözyaşı dökmem, diyordum, duygusuz değildim, bilakis duygu savaşçısıydım. Dünya alem biliyordu ne kadar duygulu olduğumu. Benim aşk yönüm, duygu yönüm, bilinç yanımdan daha güçlüdür. Bilinci de ihmal etmiyorum ama ben çarpıcı bir duygular savaşıyım. Devrim zaten duygularla başlar.
Herkes gibi olmayan duygularla başladı kavgam. Yedi yaşımda göze aldım kavgayı. Kuralı çiğnedim, oyunu bozdum. Herkes gibi olmayı asla benimsemedim. Farklı olan neydi, nasıl olmalıydı, mevcut olanın zamanın gerisine düştüğünü daha o yaşımda sezinlemiştim. Sonra bu sezgiler bilgiye dönüştü, anlam oluştu ve kırdım kalıpları. On yaşındaydım, öfkem kabardı, “bu köyü terk edeceksin” dedim kendime, toplumsal bir savaşı o yaşımda göze aldım. Kolay değildi kopmak. Duyguların kabarmasını kim engelleyebilirdi ki, büyük öfkeyle baktım son bir kez, gözlerimden yağmur gibi boşaldı yaşlar. İsyan duygularıyla yüklü kalbimin ağırlığından ürkmedim, çıkıp gittim kendi toplumuma doğru. Köyden çıkınca durup geriye bir baktım gürül gürül akıttım gözyaşlarımı, elveda dedim. O çocuk halimle o çok yakıcı elvedayı dillendirdim. Ülkemin dağlarına elveda dedim, taşlardan, sulardan, kuşlardan koptum. Kelebeklerden, kertenkelelerden ayrıldım bir gece vakti, yılanlardan, çıyanlardan koptum bir gecenin zifirisinde, koptum ama unutmadım hiçbirini, unutmadıklarımı işlediğim bir yaşam çemberi yarattım zamanın sinesinde. Oyunlar oynardım o zamanlar, kızlar vardı hiç unutamadığım. Aylarca oyunlar oynayıp, kendi toplumumuzu aradığımız arkadaşlıklar vardı, bir Elif vardı. Bir küçük Elif. Başı bağlanmış bir gün. Ben anlamam baş bağlanmasını gel derim "gel seninle oynamaya devam edelim”. Gelin olup gitmiş, peşini bırakmamışım meğer ondan dinlediniz sonra “gelin olduğum günlerde Abdullah usulca eve yaklaşıp halen beni oyuna davet ediyordu.” Doğruydu bırakmadım peşini, peşinizi bırakmadım. Evlilik kafesti, kaplan kafesiydi!Oysa kadınlar güzel olmalıydı, güzel olan zeki olmalıydı. Aradan zamanlar geçmiş, Elif unutmamış bu gel diyen özgür çocuk sesini. Ben de unutmadım Elif'leri, yitik ülkemin her yanında başı bağlanan minik Elif'ler olduğunu asla unutmadım. Unutsaydım çekemezdim kızları bu özgürlük oyununa, bu savaşa çekemezdim sizleri.
Yine unutulmayacak bir zaman parçası, iki günlük yoldan geldiler, “istiyoruz" dediler. Bir kaç çuval buğday, birkaç kuruş para verdiler. Alıp gittiler, artık bir bacım yoktu, kimdi onlar, hiç görmemiştim, tanımıyordum. Razı değildim, ama gücüm de yoktu, bacım, gitti… Artık bir bacım yoktu, gerçek miydi bu ayrılış diye sordum. Acımasız ve gerçek bir ayrılık ölümden daha acıydı. Yaşamın kendisi bir rüyaydı, sen rüyada rüya mı göreceksin? Düşler gelişebiliyor muydu?Rüyaya cesaret etmek, özgürlüğe cesaret etmekti, ettik. Nasıl kayada gül olup bitecektik, nasıl kurumuş tahtaları yeşertecektik, nasıl yaşayacaktık, nasıl yaşadım. Duyguların savaşımıydı benim yaşamım, karasevdalı, büyük bir savaş, özgürlük savaşımı gerekiyordu. Duygu yoldaşlığı yapması gerekenler, anlayışlı olması gerekenler vardı. Benim de bir yüreğim vardı, benim de bir canım vardı, benim de insan olarak güdülerim vardı. Ama kişi olarak da kolay sevmem ve sevme hakkını görmem. Değil sevmek, yanından geçmeye bile hakkım yoktur. Yitik ülkemin halkına aşık olmadım, saldırdım hep bu da bir aşktır, çirkinlikleriyle savaşma anlamında, bir özgürlük aşkı. İşte açtık kapıyı, genç kızlar sökün ediyor. Müthiş kadın güzelliği yaratılıyor. Bu benim intikamımdır, bacımın, Elif’in, tüm kızların, çocuk gelinlerin intikamıdır. Bu benim vicdanımdır,duygularımın şahlanışıdır. Yedi yaşımdaki özlemlerime işte şimdi kavuşmamdır. Siz de kavuşun özlemlerinize, özgürlüğe adım atın, yoldaşlığınızı geliştirin. Dostluğunuzu geliştirin. Ve bu bizim halkımızdır, bunsuz yaşam yürümez. Bir insan ne kadar darda olursa olsun, yaşamı geliştirebiliyor. En amansız savaş yıllarını, en heyecanlı bir romana dönüştürdük."seni insanlık soyunun içinden bir daha dirilmemecesine ve bu son nefesini de keserek bitireceğim” diyordu faşizm. Nasıl unuturuz bu sesi? Zalim bir karardı. Adımızı bile kabul etmeyecek kadar ölümcül bir karar, bizi yok etmek istiyor faşizm. Nasıl dayanmayayım, nasıl direnmeyeyim?
Sıfırdan başladık. İnançla, emekle, bilinçle yoğurduk. İnancı nakışladık zamanın ruhuna. Ben anlık biriyim. Çok süreçli yaşarım, hem de anı anına. Benim için anı yaşamak önemlidir. Anı doğru yaşamak. Her şey şu anda gerçekleşecekmiş gibi, an'a yüklendim. Sizin bugününüz olan yarınları böyle yarattık. Şehitler kendilerini ülke yaptı öyle yarattı, şehitlik gerçeği, yaşam gerçeğimizdir. Şehitteki emri görüp yürümeliyiz. Şehit komutasını anlayabilmeli ve gerekeni yerine getirmeliyiz. Özellikle şehidin yaşam anlayışını kesin temsil edebilmeliyiz. Şehitlik gerçeği, yaşam gerçeğimizdir. Anlamak iyidir. Anlamak, yaşamak için başlangıçtır. Ayıp olan, sanki hiçbir şey yokmuş gibi, kendini sorumsuz, çözümsüz bırakmaktır. Doğru olan, hem bütün ayıplardan kurtulmak, gerçeğini çözmek ve anlamaktır, hem de büyük bir tutkuyla dönüşüme güç getirmektir. Bu, bizde yaşamın kördüğümünden çözüme geçmektir. Sosyal yaşamda ilerlemektir. Yaşama hayli zengin bakabiliriz. Yaşamı bütün cephelerden çok boyutlu ve yenilmez kılabiliriz. Yaşamdan vazgeçmeyin. Büyük bir tutkuyla yaşama sarılın! Evrenin amacı özgürlüktür. Evren özgürlük peşindedir. Işık özgür bir akışkanlığa sahiptir. Kafesteki hayvanın büyük çırpınışıdır özgürlük, bülbülün şakıması en değme senfoniyi geride bırakıyorsa, adına özgürlük demez miyiz? Tüm sesler, renkler,akış halinde olan her şey özgürlük değil midir? İlk ve son köle olan kadının çırpınışları,özgürlük arayışı değil midir? Evrensel varoluş bilmektir. İnsanda dile gelir. İnsan çoğalır, çeşitlenir, insan güler, ağlar, insan konuşur, farkına varır, insan yaşar… Farkına varmazsa insan, yaşam değerini yitirir. Eriyip gider takvim yaprakları gibi ölüm bile anlamını yitirir. Ne ki ölüm ,yaşam yoksa yoktur ölüm nasılmış söyleyeyim.
Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar bir sisifos varmış. Tanrıların lanetine uğramış. Öyle bir ceza ki çekmekle bitmeyecek denli uzun sınırsız ve sonsuz. “Bir taşı omuzlayacaksın,tepeye kadar taşıyacaksın, tam tepeye varacakken ,düşürüvereceksin. Omzunun üzerinden her seferinde tam tepeye varacakken, her seferinde düşüreceksin. Bir adım kala başa döneceksin, nokta koyamayacaksın, noktasız, sonsuz bir kısır döngüye mahkum olacaksın. Senin lanetin budur işte” Sonsuz yaşamla cezalandırılmak, ölümden mahrum olmak varsa, nedir ki yaşamın değeri, yaşamın anlamı sonsuz yaşanmasında değil, yaşandığı anda anlam yaratmasındadır. Zaman oluşturuyor bizleri, gerçek tanrı zamandır. Oluşumun hızı zamandır. Zaman öldürücü değildir. Oluşun kendisidir. Ölümsüz yaşamın anlamı yoktur. Yaşam kadar ölüm de tanımlanamaz. Ölüm yaşamın bir imkânı, bir gerçekleşme tarzıdır. Anlaşılmazsa bir korkudan ibaret kalır. Hakikat, yaşam ve ölümdedir. Yaşam yaşanırken anlaşılmaz. Anlam yaşamla çelişir. Aşık maşûkla iken, anlamın bittiği yerdedir. Mutlak anlayabilmek mutlak yalnızlıkla mümkündür, maşûksuz olmaktır anlamın sırrı. Ya yardan ya serden olmak demişler, öyle gerektir. Varlık-yokluk. Anlam-madde ikilemine benzer. Yaşam bu ikilemin sonsuz düzenlenme kabiliyetidir. Düzenlenme aralıklarına biz insanlar ölüm deriz, oysa bir devinimdir. Yaşamın gerçekleşmesi için zorunlu bir akış, yaşamın mutlak tanımı mutlak yalnızlığı, hiçliği, maddesizliği gerektirir.
Mezopotamya’da varlık kazanmışız. Fırat gibi akıp gelmişiz. Ben kendi akışımın peşindeyim. Akmak kadar akışı anlamak peşindeyim. Firavunlar ve nemrutların yanlarından kaçan, geriye dönüp direnen Musa’lar, İsa’lar ve Muhammedîlere yaklaşmak, mesajlarının özünü anlamak, almak ve vermek az önemli ve heyecanlı serüvenler olmasa gerek. Halen aynı merkezî uygarlığın büyük takibi altındayım ve tutuklusuyum. Hem kaçıyor hem direniyorum. Yurdun yok sayılmışsa, toplum hangi toprakta yeşerir? Kültür hangi ırmakla sulanır? Özgür bir akış yoksa, kim yüzebilir boşlukta, kuş olup uçabilirsin ancak, uçmak kalmıştı bizlere de, kanatlanmak, uçurum kenarlarında seyrediyordu hayatımız, bizim payımıza kanatlanıp uçmak düştü. Tavuk civcivinden kartal yavrusu çıkmaz dediler. Yitik ülkemin halkını böyle gördüler. Yüreğini kirletmemiş, yüreğini özgürlük rüzgarlarıyla yıkamış bir özgürlük mazlum’u, doğan güneşi görmüş ve şöyle demişti o zamandan “arkadaşın yol yürüyüşü kartal uçuşuna benziyor. hem de sürekli yükseklerde seyrederek uçuyor”. Hem kartal yavrusu olduk, hem de uçmaya yeltendik, onun sözüyle süzüldük özgürlük semalarında.
Çocukluktan beri Kürtçe klamları dinlemiştim. Hakikat, seslerin tınısına yerleşip geliyordu işte karanlıkları inceden inceye deliyor ve yüreklerimizin yolunu buluyordu klamlar. Meryemxan, Cizrewi kardeşlerin sesini duyuyordum önceleri, sonra soğuk başkent zamanlarında huzurlu bir ses duydum, yankısı içime vurdu. Umutsuz bir aşkı anlatıyordu o ses ,beni anlatıyordu. Medeniyetin dişleri arasındayken, yine alıp götürdü beni bir ses, yine bir aşk destanı,Bavê Salih, Derwêşê Evdê’yi söylüyordu. Farkında mıydı o aşkın, o can çekişen Kürt devletçiliğinin bilinmez ama ben farkındaydım. Bende can çekişiyordu bir yüzyılın zihniyeti, yitiriyordum o yüzyıl zihniyetiyle inşa ettiğim binayı, Adüle ağıt yakıyordu, kalk diyordu Derweş’e Adulê umutsuz direnişi anlatıyordu. Adulê’nin dudaklarında, binlerce yıllık bir kültür son nefesini veriyor gibiydi, Derweş sincar dağlarından musul ovasına sürüyordu atını, Müslüman Araplar aman vermiyordu, semitik çöl kabileleriyle aryenik dağ-ova kabileleri çatışıyordu, Derwêşê Evdê bu geleneğin son temsilcisiydi. Derwêş attan düştü ve yaralandı, bir tarih ve toplumsallık düştü ve yaralandı. Yaralı Derwêş yavaş yavaş ölüyordu, yaralı bir tarih yavaş yavaş kan kaybediyordu. Soluyordu bir zamanın anlamı Derweş’in direnişi Adulê’nin dilinde çığlığa durdu. On bin yıllık bir tarih en eski halk geleneği kendine ağıt yakıyor gibiydi, aşkın mümkün olduğunu söylüyordu. Oysa Derweş can çekiyordu. Ezidi gençlerin direnişi bir aşkın gölgesinde can çekişiyordu. Zihnimde bir aşk, can çekişiyordu. Çember giderek daralıyordu, medeniyet giderek dişlerini sıkıyordu. Tam o anda çemberin içinden çemberi kırdım, medeniyetin dişlerini parçaladım ve üçüncü kez kendimi doğurttum. Anlamın ve hissin yarattığı özgür insandım ben bunu duyumsadığımda Derweşe seslendim. Sincar dağları’nda Derwêşê Evdê’nin yanında olsaydım! Beyaz atların sırtında musul ovası’na dalsaydım. Derwêş vurulduğunda sırtlayıp Kürdistan dağlarına götürseydim. 0’na, “bak, binlerce Adulê ve on ikiler var” deseydim. Tanrıçaların taht kurduğu bu dağlarda rahat uyu, deseydim. Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin artık gam yeme, kesinleşen kürtlük ve özgür yaşam ebedi gerçekliktir deseydim.
Toplumun, halkın kendisi olmaktan çıkarılmışsa, anlamı zayıf kılınmışsa, doğuştun bir yalnızlığın mahkumu olursun. Yalnızlıktan ve kendin olmaktan çıkarsan toplumunla bütünleşirsin. Ya müthiş yalnızlık ya da başka gerçekliğe teslim olmak… Tanrısal bir yalnızlık ve mahkumiyet içindeyim. İşte Kürt kapanı bu… Ölümlerden ölüm beğen….Oysa dağlara tutkundum. Çıksaydım arkadaşlarımı düşünmeden parçalardım bu kapanı, yapamadım. Buz gibi kâr hesaplarının ortasında çırılçıplak kaldım. Hiçbir güç yoktu beni yürütecek, kapılacak bir rüzgarım bile yoktu. Olsa da artık ilgimi çekmiyordu. Yoldaşlarım kendini cayır cayır yakıyordu. Yanıyordu yiğit kızlar, yanıyordu delikanlılar……Halkım her şeyini adamaya hazırdı. Kim inkar edebilir o tenden, kandan duvar olanları, kim inkar edebilir güneşin yoldaşı olmak isteyenleri yanıyordu kızlar, delikanlılar. Her yangın yalnızlığı şiddetlendiriyordu. sonra, tüm kıtaların efendi güçleri bir oldular, promete nasıl kafkas kayalıklarına bağlanmışsa, nasıl ciğeri her gün kartallara yediriliyorsa, öyle bağlandım İmralı kayalıklarına. Efsane şahsımda gerçeğe döndü. Sermayenin yüzyıl tuzakları vardı ve zalim tanrıları acımasızlığını kanıtlıyordu. Ben bu yüzyılın çocuğuydum ve onu çözmem gerekirdi. Dışarıda bin yıl yaşasam da anlayamayacaktım, doğanın dilini burada çözecektim. Efsane denilen gerçekti, günlük gerçek denilen kör bir çıkmazdı. İlk insan yürüyüşü nasıl başlamıştı, ilk anlam damlası nasıl oluşmuştu. Bir kelimenin mucizevi türeyişini duyumsadım, ekini ilk ekmenin büyük coşkusu bayram demekti. Hayvan dostluğu güven veriyordu. İnsanlar birleşince tanrılar doğuyordu, ana tanrıça erdemi böyle doğmuştu birleşerek ve birleştirerek. Dokumayı, kerpiç evleri, el değirmenlerini anımsıyordum. Köy devrimini anladıkça, komplonun kahrından biraz sıyrılıyordum. Anlamak istiyordum. Doğduğum topraklar üzerindeki bu dönüp dolaşmayı çözmek, yüreğimin derinliklerini hücre hücre bilmek istiyordum. Bir atın ahırdan kaçması gibi dağa fırlamıştım, anam beni tutup üç kez tövbe dedirtmişti. Şimdi anlıyordum değerini, kendimi ve toprakları çözümlüyordum. Meğer kendim bile kaçmışım kendimden, geriye birkaç anlam damlası kalmış sadece. O anlam damlasına tutunup yeniden kendime dönecektim.
Adım Abdullah, ‘Allah’ın kulu’; Ama kul olmayı tam yüreğime oturtmadım, kendime saygımı yitirmedim. Tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın erdem olduğuna inandım. Yeniden daha güçlü doğdum. Üçüncü kez doğdum. Anamın ve modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra,kendimi üçüncü kez yeniden doğurttum. Bu doğuşu ciddiye aldım ve sevdim. Vazgeçtim herkes gibi olmaktan, yaşayan arkadaşlıklardan, yaşanmış olan her şeyden…Efsanelerde buluyordum her şeyi, sümer rahiplerinin tanrıça anamı ve aşk kadını iştar’ı tapınağa tanrı-kralların yanına götürdüğünü, kendileriyle canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anladım. Tanrı-kralların kadını ziyafet sofralarında zevklerinin bir parçası kılmalarını hiç kabullenemedim. Tanrıça anamı ve aşk kadınını dirhem dirhem sömürüp yediklerini, posasını iki-başlı evlilik diye kullarının önüne, erkek kölelerine sus payı olarak bıraktıklarını da anladım. Bu hediyelerini erkek olarak yüreğime kabul ettirmedim. Bu kabullenmeyişi kavgaya döktüm ve milyonların kavgası kıldım. Ancak böyle tanrıça anamın ve aşk kadınının iyi bir oğlu olabilecektim. Binlerce yıllık kördüğümler çözülüyor. Komplo çemberindeydim, dost ve yoldaş geçinenler gafletteydi, zamanın ruhunu yitirmişlerdi, Sözler tutulmamıştı. Tarihsel yolculuklar uçurum kenarıdır. Size öncülük eden, bilerek ve bilmeyerek sizi uçuruma götürürken, doğru yolda olduğunu sanırsınız ve beklemediğiniz yerde ve biçimde devrilip gidebilirsiniz. Hareket ortamınız tam bir mayınlı sahadır. Kendinize, eşinize ve kardeşinize bile güvenmek zor olur. Güvensizlik bir kader ağı gibi karşınızda durur. Yitik ülkemin halkının tarihindedir bu eğer önder öldürülmemişse, teslim olmamış ve çıldırmamışsa, hala aklı başındaysa ve onuru yerindeyse, artık kendini bekleyen ya özgürlük, ya ‘kralın öldürülme töreni’dir. Bu yaşanandır, ondandır, Kürtlerde efsane ve mitoloji gerçek olur; Varolan gerçek ise kör, dilsiz ve sağır olur. Tanrısal bir yüceliş kaçınılmazdı. Şifreyi çözümledim, ne olduğunu açıkladım. Hakimlerin tanrısı parallahı deşifre ettim. Halkların, kadınların, zordaki ihtiyar ve çocukların tanrısallıklarına saygı duydum. Onların tanrısal özelliklerinin tanrı yüceliğindeydim. İmralıdaki koşul ve biçim altında ölüm, daha büyük bir yücelmenin adıydı, bu gerçek korkuyu aştırdı. Her geçen gün insanlığın soylu barış seçeneği yükseliyordu.
Savaşı varsa kapıda sonuna kadar direnmek vardı, ama yürekte barış vardı. Adil ve onurlu barışla karşılık verecek güçteyim. Direniş ve barış kahramanlarının yolundayım; Vasiyetlerinin gereğini savunmamla dünyaya duyurdum. Sonuç, ölüm nasıl gelirse gelsin, insanlığın, halklarımızın kazanacağı bir gerçekti. Sonuç, ya özgürlük ya ölümdü. Yaşamda en değerli şey, yaşanan gerçekliğin hakikatine varmaktır. Hakikat arayışçılığı en değerli insan faaliyetidir. İnsan, hakikati mümkün kılan varlıktır. Yaşam serüvenine başladığımda müthiş donanımsızdım. Çözülmüş bir toplumum vardı, ailem çözülmüş ve güçlükle ayakta duruyordu. Böyle bir ailede doğup büyümek çok zordur. Kendi doğrularını çoktan yitirmiştir, çocuğa verebilecek pek bir şeyi kalmamıştır, bu zihniyet başa beladır. Yalanlara karşı koyacak gücü yoktur. Hükümranlık dünyası deneyimlidir, yalanların etkisini bilirler. Bu eşikler aşılırsa girilir özgürlük yoluna, böyle istisnalar her zaman olur. Eşik meşik, dur durak nedir bilmeyenlerdendim. Yaşam koşuşturmacası beni er geç toplumsal hakikatlerle yüzleştirecekti. Açık hava zindanındayken hakikat algısına fırsat yoktu. Eylem ve söylem öndeydi. Kapalı zindanda her şey değişti. Zindan yaman öğreticiydi. Büyük davan varsa, ezilmeyecek gücün varsa, hakikat algın ve mücadelen zafere gider. Her gün keşfedecek gücün varsa, hakikati kazanırsın. Zaman hakikatle örülürse, ancak zindan katlanılır olur. Soruları duyar gibi oluyorum.
Bu mutlak yalnızlığa nasıl dayanıyorum öyle mi? Çocukken, köyün bilgelerinin serzenişlerini duyardım. “lo li ciyê xwe rûne, ma di te da cıva heye?” Cıva akışkandı. Cıva gibiydim. Mitolojik tanrılar kozmik yıllar boyunca düşünseydi, bu cezayı akıl edemezlerdi. Ama zamanın tanrıları akıl ettiler. Yine de dayandım, direndim. Dışarıdayken kendimi hazırlamıştım yalnızlığa. Kadınla ilişkim önemliydi, ama soyutlaştırmıştım. Sen benim hiç doğmayacak çocuğumsun demiştim. Zorlu geçen çocukluk yılları belleğimdeydi ama hiçbiri imralıdaki dayanma gücümü izah etmeye yetmez. Komplo, umudun zerresini bırakmayan cinstendi. İlk günlerde nasıl dayanabileceğimi ben bile tahayyül edemiyordum. Yıllar bir yana, bir yılı bile nasıl geçirebileceğimi düşünemiyordum. Kendi kendime yerindiğim şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!” Nasıl tutunabilirdim, İmralı kayalıklarına. İki temel gerekçem vardı.
-Özgür yaşamı arzulamam için toplumum, bağlı olduğum toplum özgür olmalıydı. Kürtlerin yaşamı, etrafına duvar örülmemiş zifiri karanlık bir zindandı. Hakikat keskindi.
-Kendini mutlaka bir topluma bağlı olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın.
Kürtlükten kaçtım ve Kürtlüğe yöneldim. Soykırım gereği, kaçış için koşullar her yerde her an hazır ve nazırdı. Kaçışı daimi teşvik edicidir. Ahlâki ilke tam burada devreye giriyordu. Kendi bireysel kurtuluşu pahasına kendi toplumundan kaçış ne derecede doğru veya iyidir? Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür. Dışarıda ahlaklı yaşadım. Karşılığı ölüm ya da zindandı. Savaşın doğası böyleydi. Savaşsız bir yaşam koca bir sahtekârlık ve onursuzluktan ibaretti. Ölüm veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin doğasında vardı. Dışarıda yaşanacak özgür bir yaşam yoktu. Zindanda tahammül gücünün tek ilacı hakikat algısını geliştirmekti. Hakikat algısını güçlü yaşamak, haz ve anlamdı. Niçin yaşadığını doğru kavramışsan, nerde yaşadığın sorun olmaz. Yaşam sürekli hata ve yalanlar içinde geçerse anlamını yitirir. Keyifsizlik, rahatsızlık, kavga ve küfür yoz yaşamın doğal sonucudur. Hakikat algısı gelişkin olanlar için yaşam bir mucizedir. Büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Hakikat algısıyla büyüyen yaşam, en zor acıları bile mutluluğa dönüştürebilir. Bedenim de koşullarla savaşıyor onun dışında yoktur katlanamayacağım bir yön. Moral, bilinç ve irade gücü gerilememiştir, bilakis daha rafine hale gelmiş, estetikle beslenmiş ve zenginleşmiştir. Hakikatler, bilim, felsefe ve estetikle açıklandıkça daha doğru, iyi ve güzel yaşamanın olanakları da artıyor. Medeniyetin yoldan çıkardığı insanlarla yaşamak işkencesi var bir yanda bir yanda İmralı işkencesi, hücremde tek başıma son nefesime kadar yaşamayı tercih ederim. Çıkarsam nerede ve nasıl yaşayacağımı soruyorlar. Pek hayalcilik yapacak bir kişilik değilim. Devrimci gerçekçilik denilen bir yaşam tarzının sahibiyim. Çocukluktan bugüne gelen yaşam çizgime bakılırsa, bu anlaşılır. Küçük yaşta isyandaydım, yalnız bir isyancıydım ve yaşam özgür yaşandıkça mümkündü, ister içeride ister dışarıda, ister ana karnında, ister fezanın herhangi bir anında ve mekânında olsun. İnsan yaşamı ancak toplumsal olarak özgür, farklılık içinde eşit ve demokratik yaşanabilir. Bunun dışındaki yaşam biçimleri sapaktır, hastalıklıdır. Hastalıklı yaşamaktansa ölmek tercih edilir. Çıkarsam eğer, her nerede olursam olayım, hangi anda yaşarsam yaşayayım, mensubu olmaya çalıştığım toplumsallık için, bunun en trajik bir gerçeğini yaşayan Kürtler için, yitik ülkem ve yalnız halkım için, onların çözüm ve kurtuluş yolu olan demokratik uluslaşmaları için, parçası oldukları komşu halklar başta olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının çözüm ve kurtuluş yolu için, onların da bir parçası oldukları dünya halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan demokratik uluslar birliği için, sonuna kadar gerekli olan her söylem ve eylem tarzıyla sürekli mücadele içinde olacağım doğaldır. Bunun gerekli kıldığı etik, estetik, felsefi ve bilimsel güçle büyük pay kazanan hakikat kişiliğimle yürüyeceğim, yaşamı kazanacağım ve herkesle paylaşacağım.
Çünkü; adım Abdullah, ‘Allah’ın kulu’; ama kul olmayı tam yüreğime oturtmadım,kendime saygımı yitirmedim. Tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın erdem olduğuna inandım.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
HAZIRLAYAN: ÖZGÜR EREN
YORUM GÖNDER