HAKİKAT PENCERESİNDEN KADRO
Önderliğimiz, kapitalizm koşullarında toplumun kendi kendine yürüyen bir olgu haline gelinceye kadar partinin gerekli olduğunu söyledi. Partinin; yani öncülüğün ömrünü toplumun kendi kendine yeter hale gelmesiyle sınırlamak, özünde toplumda büyük bir gücün, potansiyelin var olduğu inancını taşır. Bu da topluma, tüm sorunlarını çözebilecek, kendisine yetecek ve kendisini yönetecek bir gözle bakmak anlamına gelir. Bu bakış açısında toplum, çözüm gücüdür.
Toplumu çözüm gücü kılan şey ise, onun ahlaki ve politik özüdür. Çünkü bu öz; yani ‘bulmak’ anlamına gelen politika ile ‘uygulamak’ anlamına gelen ahlak, toplumun her üyesini harekete geçirir, aktifleştirir. Formları değişse de, değişmeyen bu öz sayesinde her toplumun kendi sorunlarını çözme ve kendine yetme gibi bir potansiyeli taşır.
Hiyerarşik devletçi sistem koşullarında devrimcilerin; eş deyişle öncülerin rolü de, bu potansiyelin açığa çıkmasını sağlamaktır. Çünkü devletçi sistem koşullarında toplumun önü kapatılmış, bu gücünün açığa çıkması engellenmiştir. Bu nedenledir ki Önderliğimiz, devrimcilerin rolünün zaten var olan toplumun yaratılması değil de, toplumun gücünün açığa çıkması önündeki engellerin aşılmasını sağlamak olduğunu söyledi. Toplum için gerekli olan, onun potansiyelini harekete geçireceği yol ve yöntemlerdir. Devrimciler, işte bu yol ve yöntemleri bulmakla mükelleftir.
Eski paradigmaya göre devrimcilerin bulduğu yol ve yöntemler devletçi ve iktidarcıydı. Yani devletleşerek, toplumu iktidar sahibi kılarak toplumsal sorunların aşılması, toplumun güçlendirilmesi amaçlanıyordu. Devletleşme ve iktidarlaşma anlamında başarılı olan pek çok örnek ortaya koydu ki, bu yol ve yöntemlerle toplum sadece ve sadece güçten düşüyordu. Toplumun doğasına aykırı ve toplumla özsel olarak çelişik olan bu aygıtların toplumu çözüm gücü kılması imkansızdı. Sonuçta ortaya çıkan ‘başarılı’ örnekler de sistemiçileşmekten, karşıtını güçlendirmekten öteye bir anlam ifade etmiyordu.
Eski paradigma, kendisini baştan aşağıya bir özgürlük hareketi biçiminde kurgulamış olan PKK’yi de devlete götürüyordu. Önderliğimiz zaten bu nedenle eski paradigmayla elde edilecek bir başarının götüreceği noktanın KDP ve KYB olacağını belirtti. Yani devletçi paradigmanın Kürt versiyonu KDP ve KYB idi ve devletçi paradigma onlara benzeşme tehlikesini içinde barındırıyordu. Ama bunlar PKK için bir örnek olamazdı, PKK bunlara benzeyemezdi, benzememeliydi. Eğer benzeşseydi, o zaman var oluş gerekçelerine ters düşmüş olurdu. Bu nedenle de kullanılan yol ve yöntemlerin de en az amaçlar kadar temiz ve toplumun doğasına uygun olması gerekiyordu. İşte yeni paradigma diye tanımladığımız bu dönem, hem istek-amaç olarak hem de bunlara ulaşırken kullanılacak yol ve yöntemler itibariyle Önderliğimizin her açıdan kendisini sistemdışı bir şekilde kurumsallaştırdığı bir dönemi ifade ediyor. Sistemden her yönüyle kopuşun sağlanması anlamına gelen bu döneme, literatürde üçüncü doğuş dönemi diyoruz.
Bu dönemin en temel karakteristik özelliği, sistemi eleştirmekten çok reddetmesidir. Eleştirmek ile reddetmek arasında çok önemli ve niteliksel bir fark vardır. Eleştirmek, mevcut olanın belli ölçüde kabulünü içerir, ama reddedişte mevcut olanı kabul yoktur. İnsan eksikli de olsa birlikte yaşamayı kabul ettiklerini eleştirir. Eleştiriyle muhataba şu denir, “senin kimi eksikliklerin var, bunlar üzerinde durur ve bunları aşarsan, seninle yaşayabilirim…”. Örneğin parti içerisinde yoldaşlar topluluğu olarak bizler birbirimizi eleştiririz, reddetmeyiz. Yine sistemiçi bir çıkış olması itibariyle post-modernistler de kapitalist moderniteyi daha çok eleştirirler, reddetmezler. Ancak bizim hiyerarşik devletçi sisteme bakışımız böyle değildir. Kapitalist modernist sistem karşısındaki ideolojik ve yaşamsal duruşumuz reddetme üzerine kuruludur. Üçüncü doğuş dönemi sistemin her açıdan reddedildiği ve yerine yenisinin konulduğu, konulmaya çalışıldığı bir dönemin ifadelendirilmesidir.
Talep, amaç, ahlak ve ruh bakımından her zaman için sistemi reddetmiş olan PKK, üçüncü doğuş döneminde devlet dışı toplumsal örgütlülük anlamında politik organ olarak da sistemi reddetme becerisini gösterebilmiştir. PKK demokratik konfederalizmle tepeden tırnağa örgütlü bir toplum inşa ederek, toplumu devlete ait bir şey olmaktan çıkarmak istemektedir. Bu yönüyle de sistem karşıtı hareketlerin ve bir bütün olarak da toplumun nasıl egemenlikçi sistemden kurtularak, kendine yeter bir hale gelebileceğinin yolunu göstermiş oluyor. İşte PKK’deki bu sistemin dışına çıkma gerçekliği, aynı zamanda yeni paradigma dönemi anlamına geliyor.
Toplumsal doğa ve paradigmalar;
Temelinde çok köklü bir zihniyet değişimi bulunan bu yeni paradigmanın en belirgin özelliği, her şeyi canlı gören bir felsefeye dayanıyor oluşudur. Her şeyi ve herkesi canlı görmek de her şeyi ve herkesi güç sahibi, inisiyatifli ve yaratıcı görmek anlamına geliyor. Yani tüm bileşenleriyle birlikte doğa, mekanikçi felsefenin dediği gibi, tanrı tarafından kendisine içerilmiş olan değişmez yasalara göre davranmıyor. Doğa bu yönüyle mutlak anlamda belirlenmiş, kendi hareket ve varoluş yasalarını oluşturamayan, herhangi bir inisiyatifi olmayan bir makine değildir. Canlılık ve temel birlik ilkeleri (her şeyin birbirine bağlı ve bütün oluşu) bu doğanın, oluşun hakikatidir. Bunu en küçük bir atom parçacığından en mükemmel bir varlık olan insana kadar oluşun tümünde görmek mümkündür.
Her şeyi canlı görmek, her şeyde bir gücün olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Bu güç insan türünde tüm bir evrenin gücünü kendi içinde barındırma biçimindedir. Bu nedenledir ki insan için “mikro kozmos, ikinci doğa, evrenin özeti” gibi tanımlamalar yapılmıştır. Önderliğimiz de insanı “büyük patlamadan (big-bang) bu yana tüm evrene yayılmış gerçekliğin toplamı” olarak tanımlamıştır. Bilgelik geleneği insanda dile geleni, “insan ölümlü tanrı, tanrı ölümsüz insandır” şeklinde çok veciz bir şekilde özetlemiştir. İnsandaki tanrılık (gücü her şeye yeten anlamında) günümüz pozitif biliminin doruğunu temsil eden kuantum tarafından da kabul edilmektedir. Tüm bir evrenin insanda içkin olduğu, bugün bilimin en temel hakikatlerindendir. İşte böylesi bir bakışın, zihniyet devriminin insanın kendisine, toplumsal yaşama, örgütlenme tarzına etkileri olmaktadır.
Böylesi bir bakış egemenlerce üretilmiş olan insanın güçsüz ve zayıf olduğu yalanını yıkar. İnsana yepyeni bir pencereden bakmayı gerektirir. Bu bakış açısından herkesi canlı, dolayısıyla güç sahibi görmek çıkar. Herkesin önünün açılması, aktifleşmesi ve aktifleştirilmesi gerektiği çıkar. Bu bakış birbirine akmayı, birbirini tamamlamayı, birbirine karşı sorumluluk duymayı şart kılar. Tüm bir toplumun aktifleşerek bir canlı organizma gibi kendisini örmesini gerektirir. Sağlıklı bir toplumsal inşa da ancak bu şekilde gerçekleşebilir. Tüm bunlar şunun için gereklidir, varlık ancak kendi doğasına uygun davrandığı ölçüde var kalabilir. Tüm oluşun ortak sorunları olan beslenme, çoğalma ve korunma sorunları, ancak oluşun doğasına uygun davranıldığı vakit, çözülebilir; türün anı ve geleceği garanti altına alınabilir. Yani var kalma, ancak o şeyin hakikatine bağlı olunursa mümkün olabilir. Toplumsal doğaya bağlı kalmanın paradigmatik ifadesi de günümüzde yeni paradigma oluyor. Bu paradigma da doğal toplumun yaşam tarzının kuantumun verileriyle güncellenmesinin ötesinde bir şey değildir. Önderliğimizin ‘geçmiş daha gerçektir’ sözünü doğrular niteliktedir. Bu paradigma çözüm gücü oluşunu toplumsal doğanın canlı, esnek ve çoklu yapısına olan uygunluğundan alırken, devletçi paradigmanın çözümsüzlüğü ise onun anormal ve doğa dışı olmasından kaynaklanır. İnsan ve toplumun doğası dayanışmacıyken, bütünlükçüyken, tamamlayıcıyken, bir iken; egemenlikçi duruş bencildir, parçalayıcıdır.
Devletçi paradigma ile insan yaşayamaz. Devletçiliğin mutlak hakim olması halinde insan türünü bekleyen ‘dinozorlaşma’dır; yani yok oluştur. İnsan eğer tür olarak var kalacaksa, bu açıktır ki ancak toplumsal doğaya (ahlak ve politika) uygun bir yaşamla mümkün olabilir. Bu yaşamda da devlete ve onun paradigmasına yer yoktur. Çünkü o, bütünlüğe değil de parçalamaya dayanır. Böldüğü bütünden kimi parçaları aktifleştirirken, geri kalanı pasifleştirir. Kimilerini özneleştirirken, geriye kalan çoğunluğu ve bir bütün doğayı nesneleştirir. Bu sistemde kimileri tıpkı kanser hücreleri gibi anormal düzeyde büyürken, diğerleri ise alabildiğine yutulur, yok edilir. Birilerinin büyümesi diğerlerinin küçülmesine; birilerinin güçlenmesi, diğerlerinin zayıflamasına bağlı hale gelir. Bünye bozulur, hastalıklı olur. Ortaya birbirini tamamlamayan, karşıtlaşmış bir toplumsal gerçeklik çıkar. Parçalanmış toplumsal yapı üzerinde de kanserolojik bir büyümeyi yaşamış olan devlet oturur. Toplumun aklı, maddi değerleri, zihniyeti özcesi her şeyi emilerek, sömürülerek elde edilen bu kanserolojik büyüme, doğal bir büyüme değildir ve besinini, ötekileştirdiklerini yok ederek elde eder. Yok ettiği; canlılıktır, aktifliktir, insanın yaratıcılığıdır, bağlantılı olarak her an gerçekleşmesi gereken özgürlüktür.
İki paradigma arasına sıkışmış yaşam: İnsan;
İşte bu iki paradigma arasında sıkışıp kalan bir insan, bir toplum ve yaşam var. Hepimiz kendimizde her an bunun yarattığı sıkışmayı yaşarız. İnsanın, toplumun ve yaşamın hakikati ile bunların yalan halleri an’da bir mücadele içindedir. Mademki kendini gerçekleştirebilmek ve var kalabilmek için hakikate uygun olmak bir zorunluluktur, o halde insan, toplum ve yaşam gerçekliği karşısındaki duruşumuz bunların hakikatiyle ne kadar uyumlu? Bu çerçevede ne kadar hakikiyiz? Örgütsel gerçekliğimiz ne kadar hakikate uygun? Ne kadar gerçek insanız, neyiz, neyi ve kimi temsil ediyoruz? Her şeye, oluşa olan bakış açımız ne kadar hakiki? Özcesi hakikat-yalan denkleminde nerede duruyoruz?
Daha da arttırılabilecek ve arttırılması gereken bu sorulara doğru yanıtlar vermek, gerçek; yani özgür insan olmak açısından son derece önemli. Önderliğimiz nezdinde tüm bu sorulara çok güçlü karşılıkların verildiği, güçlü özeleştirilerin yapıldığı ve yepyeni bir doğuşun, kendini doğurtmanın yapıldığı biliniyor. Ancak bir Önderlik hareketi olsak da bu bizim de aynı özeleştiri süreçlerinden geçtiğimiz anlamına gelmez. Önderlik kendi adına bu özeleştirileri yaparak, kendisini özgür insan haline getirdi. Önümüzde duran görev bizim de aynı yollardan geçerek, bu doğuşu gerçekleştirmemizdir. Bu yönüyle bencillik olarak anlaşılmamak kaydıyla herkes nihayetinde kendisinden sorumludur. Herkes nasıl bir yaşam yaşamak istediğine kendisi karar vermektedir. Herkes karşılıklı bağımlılık ilkesini göz ardı etmemek kaydıyla kendi gerçekliğini kendisi yaratmaktadır. Köle olarak mı kalınacak, yoksa özgür mü olunacak, nihayetinde buna karar veren bireyin kendisidir. Belki bireyden bağımsız insanın içine doğduğu koşullardan bahsedilebilir, ancak bu koşulları değiştirmek, verili olanı kabul etmemek de bireyin kendi elindedir. Bu açıdan bakıldığında bireyin yaşamı, kendisinin bir ürünüdür. Büyük insanlara bakıldığında tümünün aslında kendi yaratıcıları oldukları rahatlıkla anlaşılır. Tüm peygamberleri, Marksizm’in versiyonlarını, demokratik komünal değerlerin temsiliyeti uğruna mücadele yürüttükleri halde sistemiçileşmekten kurtulamayanları acımasızca yargılayanlar olarak acaba kendimize ne söylüyoruz? Onları sistem içilikle, devletçi paradigmayı aşamamakla yargılayanlar olarak, acaba kendimizi sistemin dışına çıkardığımızı ve tümüyle alternatif olduğumuzu iddia edebilir miyiz? Aynı keskinliği kendimizi ele alırken de uyguluyor muyuz? Önderliğimiz de başkalarını yargılamaya kalkışanların, öncelikle kendilerini yargılamaları gerektiğini belirtti. Mademki sistem içi bir kişilikle sistem dışına çıkmak ve alternatif olmak mümkün olmuyor, o halde kendimizi ne kadar alternatif haline getirebilmişiz, yeterince sistem dışı mıyız? Bu halimizle acaba sisteme alternatif olmamız, onu aşmamız mümkün müdür? Ve tüm bunların gerçek insan olmakla, insan hakikatiyle ilişkisi nedir?
Önderliğimiz PKK’nin, demokratik ulusun bir maketi olması gerektiğinden bahsetti. Bilindiği gibi demokratik ulus ortak bir zihniyet (ahlak ve politika) etrafında farklılıkların birliği anlamına gelir. Yani toplumsal doğaya uyumlu yaşamak isteyenlerin kendi özerkliklerini kaybetmeden oluşturdukları birlikteliktir. Zihniyetini böyle kuran demokratik ulusun, bedenleşmesi de demokratik konfederalizm oluyor. Zaten Önderliğimiz de PKK’nin önündeki en temel görevin, demokratik ulusun bir bedene kavuşturulması olduğunu belirtti. Aynı anlama gelmek üzere KCK sistemi PKK’nin programı olmaktadır. Bu açıdan nerede olursa olsun, bir sorun varsa, sorunun asıl kaynağı PKK’dir. PKK toplumun tüm sorunlarını kendi sorunları olarak görmek ve onlara çözüm bulmak durumundadır. Alanlardaki sorunlar ve bunlara bulunmuş olan çözümlerin düzeyi, özünde PKK’nin kendisini ne kadar örgütlediğini gösterir. Bu yönüyle sistemimizin tüm sorunları aynı anlama gelmek üzere PKK’nin kendisini ideolojisine ve paradigmasına uygun örgütleme sorunlarıdır. Bu yönüyle PKK’nin, PKK’lilerin başkalarını eleştirme hakkı asla yoktur. Çünkü PKK tüm sorunlara çözüm bulma iddiasındadır ve farkındadır ki, tüm sorunlarımız kendisinin örgütlenme düzeyinde ortaya çıkan problemlerden kaynağını almaktadır.
PKK’nin de amaçlarına ters düşmemesi ve hedeflerine ulaşabilmesi için kendisinden öncekilerin yaptığı hataları tekrarlamaması gerekir. Bunun için de tarihten doğru derslerin çıkarılması şarttır. Bizimle aynı yolun yolcuları için amaçları, istemleri hatta mücadeleleri iyi, ama yol ve yöntemleri kötü değerlendirmesi yapıyoruz. PKK’nin tarihten çıkardığı en temel derslerden biri de zaten bu oluyor: ezilenlerin istem ve amaçları egemenlerin araçları ve kullandıkları yol-yöntemlerle (en genel anlamda paradigma) elde edilemez. Yol ve yöntemler de en az amaçlar ve istemler kadar temiz olmalıdır. Yol ve yöntemlerle amaç ve istemler birbirine uygun ve uyumlu olmalıdır. Bu açıdan kendimizi ele alırken, özünde kendimizi hakikate vuruyoruz. Ne kadar insan olduğumuzu, yaşamımızın ne kadar gerçek yaşam olduğunu, kullandığımız yol ve yöntemlerin gerçekte kime ait olduğunu vb. ele alıyor ve her yönüyle sistem dışı olmaya gayret ediyoruz. Bu sorgulamayı köklü yapamayanların kendilerinde değişim ve yenilenme yaratmaları mümkün olamaz.
Özgürlük sosyolojisi canlılık demektir;
Günümüz zihniyet dünyasında yapılmış en büyük yenilik, hiç kuşkusuz ki her şeyin canlı olduğu fikrinin, bilim tarafından da kabul ediliyor olmasıdır. Bilimin kaba materyalist ve mekanik yaklaşımdan belli ölçüde sıyrılarak kuantumla bu yola girmiş olması, çok büyük önem taşır. Kuantum canlılık ilkesini en temel ilkelerinden biri olarak ele almıştır. Bununla kastedilen, her şeyin enerjinin çocuğu olduğudur. Maddeyi yöneten ruh olarak enerji, canlılık anlamına gelir. Bir atom parçacığının ne yapacağına atomun zihni karar vermektedir. Bu yönüyle de bilim mutlak belirlenmişlik ve nesnellik fikrinden kopmuş oluyor. Özcesi canlı bir evrenle karşı karşıyayız. Yaratıcı bir evrenin içinde yaşıyoruz. Canlı-cansız ayırımını önemli ölçüde ortadan kaldırmış bulunuyoruz. Ancak her şeyin canlılık düzeyi farklıdır. Bilinebildiği kadarıyla insan evrendeki en mükemmel varlık oluyor. İkinci doğa olarak insan, evrenin tümünü kendi içinde barındırıyor. Konumuz açısından insanda dile gelen canlılığa yer vermek önemlidir.
İnsan türü için canlılık iki anlama gelir: Birincisi aktif olmayı, ikincisi de aktifleştirmeyi gerektirir. İnsan yüz trilyon hücreden; yani canlıdan oluşur. İnsan da bu yüz trilyon canlının birbirini tamamlaması, bir bütün oluşturması anlamına gelir. Bu olursa bir canlı organizmadan bahsedilebilir, aksi halde canlılıktan bahsedilemez. Canlı organizma olmak, bütünün tüm parçalarının işlemesi, aktif olması demek iken; canlı olamamak parçaların birbirini tamamlamaması, bir olamaması anlamına gelir. Peki, bizde birbirini tamamlama ne kadar vardır? Bir bütün müyüz, parçalı mıyız? Yaşamımızda çoğu zaman şunu görürüz ki, birbirini tamamlama yoktur veya çok azdır. Örneğin pek çoğumuz duygusalız, iki dakika sonra pişman olacağımız şeyi yapmaktan kendini alıkoyamayanlarımızın sayısı hiç de az değildir. Duygusal zeka ile analitik zeka arasında uyumu sağlayamamak belki de en temel sorunlarımızdandır. Duygular öne çıkıyor, analitik zeka tarafından kontrole alınmıyor, bu da pek çok kez problem yaratıyor. Ya da duygular zayıf kalıyor, bu da mevcut durumun sürmesine neden oluyor.
Canlılık, her parçanın kendi misyonu ve işlevi çerçevesinde hareket etmesidir. Mevcut toplumsal gerçeklikte bir canlılıktan bahsedemeyiz. Örneğin toplumda kadın, gençlik kendi gücüne göre davranma, pratikleşme olanağı bulamıyor. Aslında bir bütün olarak egemenler karşısında toplum kendini gerçekleştirme olanağı bulamıyor. Toplum pasifleştirilmiştir, nesneleştirilmiştir.
Halbuki doğada her şey kendi biricikliği içinde ele alınmayı gerektirir. Büyük-küçük, değerli-değersiz, güçlü-güçsüz, özne-nesne ayırımlarını kabul etmez oluşun hakikati. Devletçi sistemlerde bunların tümü fazlasıyla vardır ve bunlar doğal şeyler olmadığından hakikat dışı şeylerdir. Bu tip toplumlar, oluşlar hastalıklıdır, canlı değildir. Peki, biz PKK olarak ne kadar özneyiz, canlıyız ve bu çerçevede ne kadar kuantumiğiz ve birbirimizi tamamlar haldeyiz?
Birisi bir diğerinin önünü keserse o hakikat dışıdır. Biri cinsiyetçilik, iktidarcılık halinde hareket ederse o hakikat dışıdır. Birisi kendisini aktifleştirmediğinde, bir diğeri kendisindeki köle özelliklere karşı harekete geçmediğinde hakikat dışı kalır. Pasiflik, nesnelik, güçsüzlüğün her türden versiyonu hakikat dışıdır. Ve tüm bunlar köle insan özelliklerinin dışa vurumundan öte bir anlam taşımaz. Zayıf insan özellikleridir. Kuantum da dahil insan hakikati, insana istemesi halinde her şeyi yapabileceğini söyler. Tüm bilmelerin kaynağı olarak insanı ele alır. İnsanı aktifliğe davet eder, herkesin içindeki potansiyeli açığa çıkarmaya davettir hakikat. Demokratik konfederalizm de herkesi örgütlemeye çalışırken ya da örgütsüz tek bir kişi bile bırakmamayı esas alırken, özünde insandaki potansiyelin gücüne dayanmaktadır. Herkesi konuşmaya, karar almaya, uygulamaya ve sorumluluk üstlenmeye davet etmektedir. Demokratik konfederalizm tam da bunun sistemi olmaktadır. Dikkat edelim, Önderliğimizin bizden beklentisi, birbirimize dayattıklarımız özü itibariyle herkesi özneleştirme temelindedir. Bu da canlı olmayı başarmak anlamına gelir.
Kişi olarak, örgüt olarak canlı olmayı başarmak gerekir. Özgürlük Sosyolojisi’ne göre iş yapmak tam da budur. Herkesin katılım gösterip göstermemesi çok büyük önem taşır. Ne kadar ortaklaşıyoruz, ne kadar paylaşıyoruz? Toplum kendi kendini yönetmeli diyen bir hareketin kadroları olarak kendi kendimizi yönetme becerisini gösterebiliyor muyuz? Ne kadar sorumluca yaklaşıyoruz? Sorunlara çözüm bulmayı bizzat üstleniyor muyuz, yoksa bu işi hep birilerine mi havale ediyoruz? Hep yönetilmeye mi alışmışız? Peki, katmayan duruşlar karşısında aktifleşme, politik insan olma çabamız ve mücadelemiz ne kadar? Yönetim gerçekliğimiz yeni paradigmaya ne kadar uygun? Yeterince ortaklaşma, paylaşma, gücü açığa çıkararak işlevsel kılma var mı? Yönetim tarzımız ne kadar can alıcı, ne kadar devletçi mantıktan kopuk? Açık ki tüm bu konularda ciddi ve hemen aşılması gereken sıkıntılarımız var. Önderliğimiz de zaten PKK kadrosunun en temel sorununun kolektivizm sorunu olduğunu son savunmada şöyle ortaya koydu: “PKK’de örgütsel bakımdan nicel kadro sıkıntısı olmamakla birlikte, bütün dönemlerde esas sorun, kolektivist olamamaktan kaynaklanmıştır. Ne bireysel roller oynanmakta ne de kolektivizmin gücü yeterince gerçekleştirilebilmektedir. Bireysel rolleri oynamama kadar, kolektivizme girmekten kaçınma da sıkça yaşanan zaaflardır. Bu nedenle de bireyler ve örgütlenmeler muazzam güç kaybına uğramaktadır. Örgütlü kadro olabilme, bireysel rolün örgütlenmeden, örgütlenmenin de inisiyatifli kadrolardan geçtiği sorunu gündemdeki yerini korumaktadır.”
Kişinin kendi içinde yarattığı parçalanmanın bir benzerini örgütsel bütünlüğümüzde de geliştiriyor, parçalı kalıyoruz. Daha inisiyatifli olalım ve herkesin gücü açığa çıksın diye oluşturduğumuz kurumlar, örgütler birbirini tamamlamıyor. Hatta yer yer karalamaya varan pratikler de görülmüyor değil. Peki, canlı bir organizma nasıl çıkacak? Çalışma alanlarını birbirinden üstün gören anlayışlara da rastlanıyor. Birbirinin işini küçümseme hayli fazladır, kendi işini dolayısıyla da kendisini her şeyin merkezine koyma hayli fazla görülen bir durumdur. Şu önemli, şu önemsiz ayırımı yapıldığında kendi elimizle bedenimizi, hatta ruhumuzu parçalamış oluyoruz. Bu parçalamaların tümünün kaynağında devletçi zihniyet vardır. Halbuki herkes ve her şey kendi çapında önemli ve biriciktir. Küçük taşlar olmazsa köşe taşları işe yaramaz, büyük taşların duvarda kullanımını sağlayan küçük taşlardır. Küçük de önemlidir, büyük de... Hepsi birdir.
Özcesi; canlıcılık yaşam tarzımız olmalıdır. İnsan özsel olarak katılımcıdır. Çünkü politik olmak insanın doğasıdır. Bu nedenle katılmamak, aktifleşmemek, sorumluluk duymamak eksik insan olmak demektir. Gerçek insan olabilmek için katılımcı olmak, konuşmak, kendini tanıtmak, yaşadığını hissettirmek gerekir. Bazen öyle arkadaşlara rastlıyoruz ki ne yaşıyor belli değil, ne düşünüyor belli değil, ne hissediyor belli değil, ne yaptığı ve ne yapacağı belli değil. Bu duruş açık ki hakiki bir duruş değildir ve bir ‘ölü can’ duruşudur. Ölü bir duruştur. Duruş kendini katma duruşu olmak durumundadır.
Hakikat der ki: İnsan güçlüdür;
Tüm bunlar ışığında kadro topluluğu olarak kendimizi hakikate vurduğumuzda çok yoğun problemlerimizin olduğunu görüyoruz. Yaşam felsefemiz çok çelişkili ve uyumsuzdur. Tıkatan, insan hakikatiyle dolayısıyla Önderlik gerçeğiyle örtüşmeyen, bu nedenle de zaten geliştirmeyen, daralan, daraltan, çözümsüz kalan bir felsefemiz var. Mutlak anlamda hakikati tanımlamak mümkün olmazsa da en azından insan için kimi hakikatlerden de haberdarız. İnsan ve toplumsal yaşam için kimi doğrulara ulaştığımızı biliyoruz, bu noktada herhangi bir muğlaklık yoktur. Yani ne Newton gibi tanrısal konuşuyoruz ne de post-modernistler gibi her şeyi muğlaklaştırıyor, anlaşılmaz kılıyoruz. Özcesi tüm insanlar için, toplumsal yaşam için doğrudur, olması gerekendir, diyebileceğimiz kimi hakikatlerimiz vardır. İşte bu hakikatlere kendimizi vurduğumuzda kadrolar duruşumuzun pek çok açıdan hakikatle örtüşmediğini görüyoruz. Duruşumuz oluşun diline çok da denk değil, oluşa ters düşüyoruz.
Teorik olarak insanın tüm evrenin gücünü kendi içinde barındırdığını söylesek de duruşumuzla buna pek inanmadığımızı ortaya koyuyoruz. Kendimizdeki gizli gücün farkında değiliz, çünkü yüzeyseliz. Yüzeyde seyrettiğimizden bu muazzam gücün sadece çok azını kullanabiliyoruz. Bugün bilim insan beyninin saniyede dört yüz milyar bit işlem yaptığını ama ortalama insanın bunun sadece iki binini fark edebildiğini söylemektedir. Beyinde gerçekleşenle insanın farkına vardığı arasındaki bu muazzam fark, aynı zamanda insan potansiyeli ile pratiği arasındaki uçurumu da veriyor bize. İşte biz insanlar bu gücü açığa çıkarmadığımızdan, pek çok yetimizi yitirdiğimizden, yüzeysellik ve güçsüzlük yaşam tarzımız haline geldiğinden bu güçten yararlanamıyoruz, kendimizi gerçekleştiremiyoruz. Dahası birlikte yaşadığımız insanların, toplumun bizzat kendisinin de bu güçte olduğuna pek inanmıyoruz. Bu noktada kendimize, yanımızdaki yoldaşımıza, oradan hareketle de toplumun gücüne çok da güvenmiyoruz.
Kuşkusuz ki bunun pek çok nedeni vardır. Özellikle de egemenler toplumu güçsüz ve muhtaç olduğuna dair inandırmaya çalışırlar. ‘Sen yapamazsın, gücün yetmez, kafan çalışmaz, senin işin değil…’ gibi insan hakikatiyle hiçbir alakası olmayan safsatalarla toplumu kendilerine bağımlı hale getirmeye çalışırlar. Bu söylemlerin altında yatan gerçek, ‘ben olmazsam siz olmazsınızdır. Zaten egemenlikçi sistemin kadın, toplum (halk) ve doğa için kullandığı tabirler aynıdır. Hitler boşuna ‘halklar kadın gibidir’ dememiştir. Yine Bacon’ın doğayı kadın biçiminde tasvir ederek, onun nasıl egemenlik altına alınacağından büyük bir iştahla bahsetmesi aynı anlamdadır. Kadının ve toplumun iradesizleştirilmesi için geçirildiği tezgah aynıdır. Kadının karılaştırılması süreci aynı anlama gelmek üzere toplumun karılaştırılması anlamına gelmiştir. Şu an tüm toplumlarda bunu görmekteyiz. Ancak sömürgecilik altına alınmış toplumlarda parçalanma daha fazla olduğundan iradesizleşme, güçsüzleşme daha derindir. Kürt toplumu bunu çok derinlemesine hisseden bir gerçekliği yaşamaktadır. Ancak buna karşın bir de PKK’nin ispatladığı kimi gerçekler vardır. Kendindeki evreni açığa çıkarmış olan yoldaşlarımız vardır. Dolayısıyla her şeyi de ezilmişlik ve egemenlikle açıklamak da yetersiz ve yersizdir. Örneğin Amed zindanında 14 Temmuz’da açığa çıkan ve ispatlanan, insanın ne kadar yüce olduğudur. İnsandaki potansiyelin açığa çıkması ve kendisini gerçekleştirmesidir. İnsanın istemesi halinde mekana, zamana ve güç dengelerine bakılmaksızın neler yapabileceğinin göstergesidir. PKK mücadele tarihinde bunun sayısız örnekleri mevcuttur. Ayrıca bunun örneklerine an’da rastlamaktayız. Özcesi bunlar çok da uzak olduğumuz şeyler değildir. Önderliğimizin duruşunun her anı, bunun ispatı anlamına gelmektedir.
Önderlikte dile gelen, hakikatin ta kendisidir. Terzi Hermes’ten, Zerdüşt’e, Hallac-ı Mansur’dan Sühreverdi’ye, oradan da kuantuma kadar söylenen şudur: İnsan mikro kozmostur. Cicero bile insan için ‘ikinci doğa’ tanımı yapmıştır. O bile insanın gücü konusunda doğruya yaklaşmıştır. Mikro kozmos olma söylemi, bir propaganda veya içi boş bir laf değildir, bu anda kendisini görünür kılan bir hakikattir. Burada önem kazanan husus, bizim kendimizi ve bu büyük insanları nasıl ele aldığımızdır. Bu insanları; örneğin Önderliğimizi çok da uzağımızda olanlar olarak görmemeliyiz. Önderliğimiz de bizim gibi bir halk çocuğudur, köylü kökenlidir, yoksuldur, herkesin maruz kaldığı toplumsal sorun ve çelişkilerden gelmiştir. Ancak kendisi çok büyük bir duruş sahibi olabilirken, bizde neden farklı bir duruş ortaya çıkıyor. Acaba problem nedir? Neden biz odaklanamıyoruz da o bunu başarabiliyor?
PKK felsefesi insanın gücüne dayanıyor. Bir önderlik hareketi olan PKK, Önderliğimiz tarafından böyle kurulmuştur. Önderliğimizin; ‘kendisine ihanet ettirilmemiş tek bir Kürt yoktur’ tespitinde de görüldüğü gibi, özünde bitmiş gibi görünenlere dayanıyor. Bu insanlardan bile bir şeylerin çıkabileceğine inanıyor. Kendisinin ‘hain’ diye tanımladığı insanlara, yeni yaşamı kurarken yine kendisi dayanıyor. Bu yaklaşım sonuna kadar felsefiktir, tasavvufidir, kuantumiktir, hakikate uygundur. Çünkü insan güçlüdür ve ona dayanılmalıdır. Ancak bizde ne kendini ne de yoldaşını, toplumu güçlü görme durumu vardır. İnsana kuşkulu yaklaşım esas oluyor bizde. ‘Buna gücü yetmez, yapamaz’ yaklaşımı insan ele alışımızda baskın çıkmaktadır. Bu bakış açısının insan hakikati karşısında çok problemli olduğu açıktır.
Bunun tehlikesi beraberinde getirdiklerindedir. İnsana dayanmamak, onun gücünden yararlanmamak; her şeyden önce güç kaynağından mahrum kalmak demektir. Bunu yapan güçsüz kalır. Çünkü varoluşsal olarak insan toplumsaldır ve toplumsallık insan için en büyük güç kaynağıdır. Dahası kolektivizmdir toplumsallığın gücünü açığa çıkaracak olan. Bireysellik, bireycilik güç kaynağından beslenememeyi beraberinde getirir. Aktifleştirmeyen bu tarz, aynı zamanda ön keser. Devleti eleştirdiğimiz noktaların aynısına düşmemiz anlamına gelir. Devleti toplumu katmadığı, kadının-gencin önünü kestiği vb. hususlarda eleştirirken, kendimiz de aynı şeyi yapmış oluruz. Bu durum da insanlardaki gücün açığa çıkmasını engeller, insanı hakiki kılmaz, politik insan çıkarmaz.
Diğer problemli yönü ise, devrimcilerin bunu yapamayacağı gerçeğidir. Devrimciler tüm güçlerini öncülük ettikleri toplumdan alırlar, ayrıca devrimcinin görevi yukarıda da belirttiğimiz gibi bağrında büyük bir güç potansiyelini barındıran topluma alan açmaktır. Gücün akacağı kanallar bulmaktır. Toplumun güçsüz olduğunu düşünmek tastamam bir devletçilik örneğidir ve bu anlayıştaki birinin devrimci olması beklenemez. Çünkü devletçi sistem insanlara, toplumlara hep güçsüz olduklarını söyler, devrimciler ise insanın ve toplumun güçlü olduğuna inanır, rolünü de onlara yol göstermek olarak beller. Dolayısıyla toplumun gücüne dayanmayan devrimcilik, toplumu aktifleştirmeyen, canlı kılmayan ve bu yönüyle devletçi paradigmaya göre pratikleşen bir duruştur ki, bu da özünde devrimcilik değildir. Tüm bunları özellikle de alanlarda sistemi inşa çalışmalarında toplumun gücünü neden yeterince açığa çıkaramadığımıza dikkatleri çekmek için belirtiyoruz. Pek çok yerde halkın inisiyatif kazanmasını, kendini yönetir hale gelmesini kendisinin işsiz kalması ve işe yaramama biçiminde algılayan kadro duruşları vardır. Açıktır ki bunun ne hakikatle ne de PKK ger;çekliğiyle bir alakası vardır.
Önderliğimiz yaptığı her şeyi yoldaşlar topluluğundan sorarak yapan bir tarza sahiptir. Görüş almaktadır. Bunu sadece kendi görüşlerini daha da yetkinleştirmek için yapmıyor, belki de buna en az ihtiyacı olan kendisidir. Zira kendisi çok farklı ve açık ara önde olan bir konumdadır. Özünde yoldaşlar topluluğunu düşündürmek, sorumluluk sahibi kılmak, aktifleştirmek için tüm bunları yapmaktadır. Zira tartışmak netleştirir, sorumlu kılmak geliştirir ve yaratıcı özelliklerin açığa çıkmasını sağlar. İşlemeyen kafadan bir şeyin çıkması mümkün değildir. Böylesi kafa ancak kalın kalır.
Bizim kendimizi, yoldaşlar topluluğunu ve toplumu ele alışımız Önderliğinkine pek benzemiyor. Örneğin Maxmur gibi sistemimizi her yönüyle inşa etmemiz için bize her türden olanağı sunan bir alanı ve bu alanda yaşamak zorunda bırakılan toplumu beğenmeyenlerimiz, ‘buradan ancak bu kadar çıkar’ diyenimiz hiç de az değildir. Güney halkını çeşitli gerekçelerle suçlayıp, burayı deyim yerindeyse KDP’ye teslim eden yaklaşımlarımızın sayısı da az değildir. Hatta ve hatta Kuzey için de ‘halk ve işler bildiğiniz gibi değil’ diyenler de vardır. Peki, toplumun tüm sorunlarına çözüm bulmak iddiasında olan bir hareketin ve tüm dünyayı değiştirme iddiasında olan bir ideolojinin kadrolarının bu duruşu ne anlama geliyor? Bunun kaynağında ne var? Bunun temelinde çok köklü bir kendine güvensizliğin yattığı açıktır. Kendinden hareketle her yere ve herkese bulaştırılmaya çalışılan bir kendine güvensizlik… Bunun da düşmanın yarattığı bir felsefe olduğu ve insan hakikatiyle alakasız olduğu bilinmektedir. Peki, bu halka ve topluma dayanmazsak kime dayanacağız?
Toplumun gücüne dayanmayan, toplumu sevmeyen, iradesiz kılınmışsa dahi ondaki gücü görmeyen yaklaşımların egemenlikçi sisteme dayanmaları kaçınılmazdır. Bu bakış açısından egemenlikçi sisteme kayma, güç olmayı iktidarlaşmakta-devletleşmekte bulan bir eğilim çıkar. Tüm bunların temelinde insan olarak kendini bilmemek ve bu yönüyle insan gerçekliğinden kopmak yatmaktadır. Duruşumuzla ‘mikro kozmos’ tespitine pek de inanmadığımızı ya da ona uygun davranmadığımızı gösteriyoruz. İnsanın özünün güçlü olduğuna yeterince inanmıyoruz. Kendimizi öyle ele aldığımızdan, yanı başımızdakini de öyle ele alıyoruz. Toplumun ve insanın gücüne yeterince dayanmıyor, ona inanmıyoruz. Bu da kendisini zaten toplumun güçsüzleştirilmesi üzerine kurmuş olan devletçi sistemin varlığını devam ettirmesi anlamına geliyor. Yani duruşumuz devletçi sistemin yaşamasına olanak sunuyor. Halbuki özgücümüze dayanarak sistemin canına okuyabilir; kişisel, örgütsel ve toplumsal gerçekliğimizi tamamen sistemdışı bir şekilde inşa edebiliriz. Yeter ki isteyelim!
Zamanın hakikati;
Kendi gücümüzü açığa çıkarmamamızla bağlantılı olarak kendimizi değiştirme dönüştürme hızımız da çok ağır aksak oluyor. Yani zamanımız insan potansiyeline uygun işlemiyor. Kendini tekrar adeta yaşam tarzımız olmuş durumda. Peki, bu ne kadar gerçek, bu aşılamaz mı?
Bilim, Newton’ın aksine zamanın mutlak olmadığını, evrenin her köşesinde zamanın farklı işlediğini söylüyor. Dahası herkesin, her şeyin zamanının da farklı olduğunu söylüyor. Einstein’ın özel ve genel görelilik yasaları en çok da zamanın göreliliğine açıklık getiriyor. Newton’ın evrendeki her şeyin boyutları olarak dile getirdiği en, boy ve derinlik nasıl ki her şeyde farklıdır, her şeyin zamanı da farklıdır. Yani nasıl ki her oluşun bir eni, bir boyu, bir derinliği varsa ve bunlar o şeyin özgünlüğünü oluşturuyorsa; Einstein bu boyutlara dördüncüsünü, yani zamanı ekleyerek, her şeyin zamanının da farklı olduğunu söyledi. Peki, bu ne demek? Nasıl herkesin zamanı farklı olabilir? Kolumuzdaki saatler herkeste zamanın aynı olduğunu göstermiyor mu? Herkesin saati aynı ise, o halde herkesin zamanı nasıl farklı olabilir? Dahası zaman nedir?
Zaman oluşumun hızıdır. Oluş ise harekettir. Daha doğrusu her hareket yeni bir oluştur. Hareket de Newton’ın dediği gibi ‘eylemsizlik prensibi’ çerçevesinde değil de her an olduğundan her an oluş anıdır. İşte zaman bu oluşun hızıyla bağlantılı bir husustur. Herkesin ve her şeyin oluş hızı aynı olmadığından herkesin ve her şeyin zamanı da aynı olmamaktadır.
Zaman her şeyde ve herkeste farklı olmaktadır. Çünkü her şeyde ve herkeste oluşumun hızı aynı değildir. Yani her şeyin ve herkesin hızı farklı olduğundan zaman da herkeste ve her şeyde farklı olmaktadır. Bu yönüyle zaman görelidir. Örneğin, bir insan ile bir kaplumbağanın kendilerini oluşturma hızları aynı mıdır? Ya da bir işi bir saatte yapan bir insanla aynı işi bir günde ancak yapabilen insanın zamanı aynı olabilir mi? Bir insanın yüz metrelik bir mesafeyi bir dakikada kat ettiğini varsayarsak, bu mesafeyi bir kaplumbağa kaba bir hesapla bir saatte ancak kat edebilir. Bu şu demektir, aynı mesafeyi bir canlı bir dakikada, bir diğer canlı da bir saatte ancak alabiliyor. Yine bu şu demektir; birinin bir dakikası diğerinin bir saatine denktir. Demek ki her ikisinde zaman aynı değil, farklı işlemiştir. Aynı şeyi insanlar arasında da denemek mümkündür. Aynı işi bir kişi bir saatte yaparken, bir diğeri belki de bir günde ancak yapabiliyor. Bu da şu demektir, birinin bir saati, diğerinin bir gününe denktir. Buradan şu çıkmaktadır; demek ki herkeste işleyen zaman aynı değildir. Bu, her ikisinin hızının farklı olmasından kaynağını alır.
Yirmi milyar yıllık evrimsel oluşun ana karnındaki dokuz aylık süreçte tekrarlanıyor oluşu da yine aynı şeyi anlatır bize. Yani annenin dokuz ayda gerçekleştirdiğini, evren yirmi milyar yılda yapabilmiştir. Örneğin anne karnında geçen birkaç hafta evrensel akışta birkaç milyon yıla denk gelebilir. Bu da anne şahsında temsil edilen mikro kozmosun hızıyla makro kozmosun hızının aynı olmadığı, dolayısıyla zamanlarının da farklı olduğu anlamına gelir.
Bilim şimdilerde bunu şöyle açıklıyor: hızı fazla olanın zamanı ağır işler; hızı ağır olanın zamanı çabuk işler. Hızın fazlaysa, süratliysen zamanın az gider, sana bolca zaman kalır; hızın ağırsa, tempon düşükse zamanın hızlı akar, sana bir şey kalmaz.
Saat aynı zaman farklı ;
Yaşamımızı kolaylaştırmak için aynı saati kullanıyor olabiliriz, ama bu hepimizin zamanının aynı olduğu anlamına gelmez. Zira kolumuzdaki saat, bizim zamanımızı değil, dünyanın zaman döngülerinden birini göstermektedir. Dünya kendi ekseninde 1670km/s hız yaparak 24 saatte kendisini gerçekleştiriyor, yani kendisini yeniden oluşturuyor. Sonuçta gece ve gündüzden müteşekkil bir oluş ortaya çıkıyor. Biz de karışıklık çıkmasın, birbirimizi anlayalım ve yaşamımız kolaylaşsın diye bu, özünde dünyanın oluş hızını ortaya koyan saati kullanıyoruz. Dolayısıyla kolumuzdaki zaman bize ait değildir; dünyanın zamanını gösterir o. Peki, o halde bizim zamanımız nedir? Zamanımızı nasıl ölçebiliriz?
Her bireyin hızı neyse, zamanı da odur. Herkeste de oluşumun hızı farklı olduğundan, herkesin zamanı da farklıdır. Zamanın göreliliğinin insanda kendisini gösterme biçimi, her insanın kendini oluşturma hızındaki farklılıktadır.
Kendimizden örnekler vererek, buna biraz daha açıklık getirelim: Örneğin; kimilerimiz çok kısa zamanda çok büyük atılımlar gerçekleştirirken, kimilerimiz de yıllarca aynı şeyi tekrarlayıp dururuz. Örneğin Zilan yoldaş, devrimci geçmişi çok kısa olan bir arkadaştır. Ancak kendisini oluşturma hızından dolayı, kendisini çok kısa zamanda çok büyük yaratmıştır. Ve gelinen aşamada bir yıllık bir gerilla pratiğine karşın bizim açımızdan ölçü koymuş bir tanrıçadır. Hepimiz Zilanlaşmayı esas alır, onun gibi olmaya çalışırız. Bunun karşıtı olarak da çoğumuzda kendisini -potansiyelimiz olmasına karşın- en kısa zamanda yapmak yerine, kendimizi yapmamak veya çok ağırdan yapmak gibi bir tarz var. Bu da bizi haddinden fazla dogmatik kılıyor. Dogmatizmi eğer var olana çakılıp kalmak, var olanı değiştirmemek, olanı muhafaza etmekle yetinmek, ona razı olmak olarak ele alırsak, kendimizi değiştirmememiz bizi değişim-dönüşümü dilimizden düşürmememize rağmen tastamam bir dogmatik yapar. Yıllarca aynı özeleştiriyi verenlerimiz hiç de az değildir. Yine yıllarca aynı eleştiriyi yapmamıza neden olanlar da az değildir. Uzun bir zaman sonra karşılaşıldığında ‘ya hiç değişmemişsin’ diyenlerimiz olmuştur. Bunlar günlük yaşamımızda hep karşılaştığımız hususlar oluyor. Bu şunu kanıtlıyor, demek ki kendimizi oluşturma hızımız ağırdır, performansımız yetersizdir. Bu da beraberinde zamanımızın erkenden bitmesine, yani çabuk gitmesine neden olmaktadır.
Zamanımız nasıl çabuk gidiyor? Örneğin, insanın biyolojik ömrünü altmış yıl olarak ele alalım. Bu altmış yıllık ömre toplumdan birinin sığdırdıklarıyla, bir egemenin sığdırdıkları; bizim sığdırdığımızla, Önderliğimizin sığdırdığı şeyler aynı mıdır? Açık ki aynı değildir. Belki kaba anlamda geçen yıl aynıdır, ama yıllara sığdırılanlar aynı değildir. ‘Anlam zamanı’ tam da bu noktada önem kazanıyor. Yani içinde bulunulan zamanın tüm zamanlar olduğunu anlayabilmek ve bunu hissedebilmek. An’da tüm geçmişi yaşayabilmek ve geleceği de an’da yaratabilmek. Dahası ne olduğunu ve nereye gittiğini anlamlandırabilmek ve kendini her şeyden büyük sorumlu gören biri olarak yaşayabilmek. Önderliğimiz boşuna “Anlamın ve hissin yaşattığı insan, en büyük insandır” demedi. Nereden geldiğini ve nasıl muhteşem bir oluş olduğunu anlayabilmek, kendinde tüm bir evrensel oluşumu hissedebilmek ve kendini tüm bir evren karşısında sorumlu görebilmek… Bunlar tam da ‘kendini bil!’ ilkesi çerçevesinde ve Önderliğimizin de içinde bulunduğu bilgelik geleneğinde yaşamın kendisi olmaktadır. Açık ki böylesi yaşayanlarla sıradan yaşamın peşinden sürüklenenlerin veya böylesi bir yaşamı yaratanların zamanı farklı olacaktır. Çünkü oluşum hızları aynı olmayacaktır.
Bilgelerdeki hız bizdeki hız;
Kendini yapmak, bilgelerde en kısa anda gerçekleşmektedir. Nitekim Önderliğimiz; ‘biliyorum ve inanıyorum ki bildiğin anda oluşuyorsun’ diye de belirtti kendindeki oluşumun hızını. Buradan şunu anlamalıyız, bilmek ile oluşmak birbirinden kopuk ve birbirini takip eden iki ayrı şey değildir; aynı anda gerçekleşen şeylerdir. Fark ettiğin anda kendini oluşturman bir gerçek insan özelliğidir. Ama bizde bilmek ile oluşmak edimleri böyle midir? Örneğin hepimiz komünal olunması gerektiğini biliriz. Toplumsallığın insan türünün var oluş koşulu olduğunu; cinsiyetçiliğin, iktidarcılığın ve bencilliğin her versiyonunun insanı insan olmaktan çıkaran kötü şeyler olduğunu biliriz. Yanı sıra merkezi uygarlık sisteminin tam anlamıyla bir kölelik düzeni olduğunu da biliriz ya da en azından bunları dillendiririz. Bilimsel olarak da insanın mikro kozmos, evrenin bir özeti olduğunu ve eğer isterse her şeyi yapabilecek bir gücünün olduğunu biliriz.
Peki, pratiğimiz bu bildiklerimiz ölçüsünde midir? Bildiklerimiz oranında ve potansiyelimizin elverdiği hızda kendimizi yapıyor muyuz? Hayır! Bu nedenle de teorimizle pratiğimiz hep iki ayrı şey gibi durur. Teorimiz bize bir şey söylerken, pratiğimiz bir başka şey söylüyor. Peki, bu neden böyle?
Önderliğimizin de dahil olduğu bilgelik geleneğinde, teori ile pratik arasında bir kopukluk söz konusu olmaz. Bu insanlar teorilerini sağdan-soldan, oradan-buradan getirmiyorlar, kendi yaşamlarından çıkarıyorlar. Kimilerinden yararlanabilirler ama özünde teorilerini sezgi, içgörü ve iç gözlem yöntemleriyle kendilerinden çıkarırlar. Çünkü nasıl olsa insan evrenin bir özeti ve kendisidir. Tüm bilgiler bu evrendeyse ve tüm bilmelerin kaynağı insanın kendisiyse, gerçekten de insanın kendisine bakmasından daha kestirme ve doğru bir bilgilenme ve buna bağlı olarak oluşma yolu yoktur. Dikkatlice tarihe bakıldığında zalimliğiyle, kötülükleriyle değil de büyüklükleriyle tarihe iz düşmüş olanların tümünün esasında kendilerini çok iyi tanıyan, kendi üzerlerinde çok yoğunlaşmış insanlar oldukları hemen görülür. Kendilerini tanıma çabaları, yaşadıkları çelişki ve çatışmalar, karşılaştıkları sorunlar ve bunlara aradıkları çözümler kendileri açısından teori olmaktadır. Sokrates’in kendini bilmeyi ‘belli bir bilimin konusu olarak değil, tüm bir bilim ve bilimin kendisi’ olarak ele alması tam da budur. Bu yönüyle teorileri tümden yaşamdan damıtılarak oluşturulan bir teoridir, bir yerlerden getirilmiş bir teoriden bahsedemeyiz.
Peki, biz teorimizi yaşamımızdan damıtarak mı getiriyoruz? Çok keskin olan teorik tespitlerimizin pratiğimizdeki karşılığının o keskinlikte olmadığının aksini kimse iddia edemez. Çoğunlukla teori bir yöne bakarken, pratik diğer bir yöne bakıyor; teori-pratik bütünlüğü sağlanamıyor. Bu nedenle teorimiz süper şeyler söylerken, pratiğimiz aynı düzeyde süper olmuyor. Biz teorimizi yaşamımızdan çıkarmıyoruz; Hermescilerin, Ene’l Hakçıların, Nirvanacıların, Fenafillahçıların, Sokratesçilerin, tüm tasavvuf geleneğinin ve tabii ki Önderliğimizin yaptığı gibi yapmıyoruz; kendimizi tüm bilmelerin kaynağı olarak ele almıyoruz. Kendimiz üzerinde fazla yoğunlaşmıyor, kendimizi yeterince tanımıyoruz. Kendimizi tanımayınca da özünde oluş’u, oluşumumuzu yeterince anlamamış oluyoruz. Eksik anlayınca yeterince hissetmiyoruz, hissetmeyince de oluşmuyoruz. Daha çok da oluşturulduğumuz halimizle kalıyoruz, kalıyoruz…
Önderliğimizin kendisiyle yoğun mücadelesi ve cebelleşmesi sonucu geliştirdiği teoriye, sanki biz de aynı yollardan geçmişiz gibi yaklaşıyoruz. Teorimizi hazır aldığımızdan pratiğimize çok denk düşmüyor, soyut kalıyor, yaşamda çok fazla şeye denk gelmiyor, cisimleşmiyor, yani bir ‘şey’ olmuyor. Bizde yaşanan gerginliğin temelinde de bu var zaten. Hepimiz dile getirdiklerimiz veya bildiklerimiz oranında bir yaşam duruşuna neden sahip olamadığımızın gerginliğini hep yaşarız. Söylediği kadar olamayanın bir gerginliği yaşamasından daha doğal ve kaçınılmaz olan bir şey yoktur. Önderliği onun militanları olarak takip ediyoruz, dediklerini kendimize esas alıyoruz, ama kendimizi yaratmadığımız için teori-pratik arasındaki uyumsuzluğun yarattığı gerginliği yaşıyoruz. Bu gerginlikten çıkmanın tek yolu, kendini yapmadır, yani yaratmadır.
Yaratılış anı;
İnsan kuantum hızında kendisini yapabilir. İnsansal oluşum, bizde görüldüğü gibi ağır olmak zorunda değil, insandaki potansiyel ışık hızından bile daha hızlı bir şekilde insanın kendisini yapmasına olanak tanıyor. Mevcut kafayla ölçemeyeceğimiz küçüklükte bir zaman aralığında geçmişe gidebilir veya geleceğe uzanabiliriz. Bu insanda işleyen kuantuma bir örnektir. Önderliğimiz de zaten insanda gerçekleşen bu en kısa an’da oluşma gerçekliğini ‘yaratılış an’ı veya ‘kuantumik an’ diye tanımladı. En kısa zamanda kendini oluşturmak insansal bir özelliktir. İnsan türünün muhteşemliği de zaten buradan gelir. Bir hayvan veya farklı bir canlı bu hızda kendisini yapamaz. İnsan dışındaki tüm canlılar içinde yaşadıkları eko-sistemin özelliklerine uygun hareket ederler ve öte taraftan değişen koşullara göre kendilerini de değiştirirler. Ancak bunlar etraflarındaki değişimi hemen fark edemezler, o nedenle de öyle hemen kendilerini de değiştiremezler. Bazen çevrelerindeki değişimi fark etmeleri birkaç nesli alır, ancak fark ettikten sonra da varlıklarını sürdürebilmek için kendilerinde değişim yaratırlar. Yani kendilerini yenilerler, yeni bir oluş olurlar.
Ancak bizler genel olarak kendimizi yapmada çok hantal yaklaşıyoruz, adeta zamanımızı boşa harcıyoruz. Yıllarımız geçiyor, ama ona sığdırdığımız şeyler az oluyor, bu da anlam zamanına göre bir yaşamı yaşamamıza olanak vermiyor. Örneğin Önderliğimiz kapitalist sistemin bizzat oluşturduğu İmralı sistemi koşullarında -pratik olarak o kadar büyük sorumlulukları olduğu halde- Özgürlük Sosyolojisi’ni on günde yazdığını belirtti. Biz ise Önderliğimizin devletçi sistemle hesaplaşmanın yol ve yöntemlerini verdiği, özgür insanın kim olduğunu ortaya koyduğu ve bizim açımızdan da kendimizi oluşturma hammaddemiz olan savunmaları, üzerinden yıllar geçmesine karşın okumuyoruz. Akla hayale gelmeyecek bahane ve gerekçelerle savunmaların okunmasına fırsatımızın olmadığını hep söyleyip duruyoruz. Sanki Önderlikten daha fazla sorumluluklarımız varmış ve başımızı kaşıyacak vaktimiz yokmuş gibi yaklaşıyoruz. Dahası ‘savunma’sız bir baş iş yapabilirmiş gibi davranıyoruz. Bunun kendini aldatmak olduğu açıktır. Ya da Önderliğimizin savunmalarını yeterince anlayamadığımızı, adeta kafamızın basmadığını vb. söyleriz. Bu söylemlerin bilimsel olarak insan gerçekliğiyle bir alakasının olmadığı fazlasıyla ortaya çıkmıştır. Bir yandan ‘mikro kozmos’, ‘evrenin özeti’, ‘ikinci doğa’, ‘gücü her şeye yeten muhteşem varlık’… gibi doğruluğu bilimin verileriyle de ispatlanan insan gerçekliği ve söylemleri; diğer yandan ‘kafam basmıyor’, ‘gücüm yetmiyor’, ‘anlamıyorum’… gibi acizlikten, zayıflıktan, kölelik özelliklerinden öteye bir anlam taşımayan duruş ve söylemler... Bunlar birbiriyle tamamen çelişen hususlardır. Doğrusu ilkidir ve buna göre olmak, öncelikle öyle olduğumuza inanmakla olur. Hakikate göre olmak da aynı anlama gelmek üzere bilime göre olmak da insanın potansiyel olarak evrenin tüm gücünü içinde barındırdığını söylemektedir. Gerekli olan sadece yapabileceğine inanmaktır. Bunu hiç yapmıyor değiliz, hepimizin yaşamımızda başardığı pek çok olağanüstü şeyler olmuştur. Ama şunu bilmeliyiz ki başardıklarımız başarabileceklerimizin yanında hiçtir. Kendimizi ‘böyle gelmiş böyle gidecek’ kaderciliğinden kurtarmak tamamen elimizdedir.
Zaman kavramına geri dönersek, kendini oluşturma performansımızın ve hızımızın farklı oluşu, zamanımızın da farklı olmasını beraberinde getiriyor. Süratli olanın zamanı ağır işlerken, temposu ağır olanın zamanı hızlı akıyor. Sadece yaşamımızın sonuna doğru gittiğimizde dönüp arkaya bakmamalıyız, yaşadığımız her an’da öyle olmalıyız. Bu geçen zaman zarfında neler yaptığımızı tartmalıyız ki ileride dönüp arkamıza baktığımızda yaşanması gerektiği gibi yaşadık diyebilelim. Tabi bunun için gerekli olan, bizde içkin olan enerjinin o muhteşem gücünü açığa çıkarmaktır. Bunun da yolu, yoğunlaşmaktan, odaklanmaktan geçer. Anlam zamanına göre yaşamak ancak böyle gerçekleşir…
Kendinden kaçış;
Kendimizi çözüm gücü haline getirmememizin bir sonucu olarak fazlasıyla sorunlardan kaçan kişilikleriz. Hem kendi sorunlarımızdan kaçıyoruz hem de örgütsel sorunlarımızdan. Aslında bazı açılardan çok da cesur ve güçlü insanlar değiliz. Kendimizi çözüm gücü haline getiremediğimizden hep kaçak haldeyiz. Mücadelemiz kaçaktır. Herkes kendisinde kimi zayıflıklar ve eksiklikler tespit ediyor, ama aynı zamanda kimi olumlu şeyler de tespit ediyor. Aslında herkes kimi eksikliklerinin olduğunu bildiğinden bunlar üzerinde durmak gerektiğini biliyor, bu zayıflıkların var olan enerjiyi boşa harcamaya sebep olduğunu biliyor, parçaladığını görüyor, ama aynı zamanda kendisini biraz yeterli ve başarılı gördüğünden bunlar üzerine gitmek de zorlaşıyor. Bu da kaçış kişiliğinin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Halbuki Önderlik tarzında bu yoktur. Bizde ‘aman sorun çıkmasın da ne oluyorsa olsun’ yaklaşımı hakimdir. Önderlik sorunların çıkmadığı günler canının sıkıldığını belirtiyor. Sorunların çıkmasından kaçmadığından, onların üzerine üzerine gittiğinden, her sorun özünde Önderliğimizi güçlendiriyor. Zaten o nedenledir ki Nietzsche ile ortaklaşarak ‘beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir’ demektedir. Çözdüğü her sorunla yapısını, toplumunu eğitiyor, güçlendiriyor. Sorunlarımızın üzerine gitmekten ürktüğümüzden, bu noktada ürkek hatta korkak yaklaştığımızdan, bizim açımızdan her sorun bir eğitim olmuyor, ortamlarımız sorunlarını çözerek büyüyen ortamlar olmuyor.
Bir taraftan ‘beni öldürmeyen şey beni güçlendirir’ söylemi ve buna göre pratikleşen bir Önderlik gerçeği, diğer yandan da kendinden ve sorunlardan kaçan bir kadrosal duruş. İdare ediyoruz, dengeler oluşturuyoruz, göz yumuyoruz, ses çıkarmıyoruz, liberalleşiyoruz… Dikkat edelim tüm bunlar korkak-ürkek kişilik özellikleridir. Kaçış kişiliğinin dışavurumlarıdır. Hesaplarını daha çok da kendisine dair yapan bir duruştan kaynaklanmaktadır, tüm bunlar. Halbuki daha derinlemesine düşünüldüğünde, tüm bunların ne yapacağını, nasıl sonuçlar üreteceğini, insanı nereye götüreceğini ele almak ve ona göre tutum belirlemek gerekir. “Bu halle potansiyelimi ne kadar açığa çıkarabilirim, yoldaşım bu halde benden ne kadar yara
YORUM GÖNDER