BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (18.BÖLÜM)
DERSİM DEDİKLERİ BİR BELA ŞEHİR
Haydar Alparslan: Katılım Tarihi 1979.
Dersim’de 27 Kasım 1999 yılında çıkan bir çatışma sonucu hayatını kaybetti.
Berivan: Abisini ziyarete gittiği sırada çıkan çatışmada abisini korumak için kendini siper etti. 2 Ağustos 1999 yılında hayatını kaybetti:
Ali Kamer: Alparslan: 1995 yılında mayın patlaması sonucu hayatını kaybettiği sanılıyor. Mezarı ve naaşı bulunamadı.
Üçüncü dünya savaşında hangi silahlar kullanılacak bilmiyorum ama dördüncü dünya savaşında insanlar taş ve sopalar kullanacaklar . (Albert EİNSTEİN) Bellek “Dersim’lilerle ilgili raporlar 1920’lerin ikinci yarısından sonra Dersim bölgesini tanımaya yönelik pek çok rapor hazırlanmıştır. Özellikle Hamdi Bey’in 2 Şubat 1926 tarihli raporu, “Dersim gittikçe Kürtleşiyor, mefkûreleşiyor, tehlike büyüyor. Dersim, Cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kati bir ameliye ihtimalatı elimeyi önlemek, selameti memleket namına farzı ayindir” tespitiyle başlıyordu. İsmet İnönü “Doğu Raporları”nda “Erzincan beyleri, Dersim’lileri maraba adıyla çalıştırıyorlar. Bu bir nevi Erzincan beylerinin Kürt himayesine sığınmasıdır”
Genel Müfettiş Cemal Bardakçı, “Dersim’deki huzursuzluğun sebebi açlıktır”, Fevzi Çakmak ise “Dersim’lileri askere almayın, silah kullanmayı ve savaş taktiklerini öğrenirlerse bize saldırırlar” diyecektir. Fevzi Çakmak aynı zamanda, Dersim’lilerin okşanmakla kazanılamayacağını, silahlı kuvvetlerin müdahalesinin Dersimli’ye daha çok etki edeceğini bildirmiştir. Raporlarda en çok üzerinde durulan noktalar ise, aşiretlerin birbiriyle olan ilişkileri, hangi aşiretin hangi dili (Zazaca, Türkçe) konuştuğu, aşiret yapıları, Dersimlilerin gelenek ve görenekleri, aşiretlerin coğrafi sınırları ve nüfuzları, Dersim’in stratejik noktalarıdır. Bunlar üzerine raporlar sunulmuştur ve başarılı bir Dersim Harekâtı için gereken önlemler bu raporlarda tespit edilmiştir.
Tunceli Kanunu
25 Aralık 1935 tarihinde, 2884 sayılı Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun çıkarıldı. 4 Ocak 1936 tarihinde Dersim Vilayeti’nin adı Tunceli Vilayeti oldu Birinci Dersim Harekâtı’nın koşulları da yasayla güvence altına alındı. General Abdullah Alpdoğan’ın düzenlediği ilk harekât başarısızlıkla sonuçlandı. Aşiretler ise bunun verdiği moralle tamamen silahlandı. Bu yüzden isyanı bastırmak iyice zorlaştı. Abdullah Alpdoğan yanına aldığı 50.000 asker (üç kolordu ) ile bölgeye gitti fakat dağları bir türlü aşamadı. Bunun sonucunda bir hava saldırısı gerektiğine karar verdi. Gerekli onayı alınca Göçken’i davet etti. Sabiha Gökçen de kabul edip Hava Kuvvetleri’nden 3 uçak filosu ile havadan saldırı gerçekleştirdi. İsyancıların saklandıkları en Dersim Dedikleri Bir Bela Şehir Başka dilde anne olmak 90 büyük yer olan Laş mevkiini bombaladı. Yapılan harekât başarılı olmayınca, askerler bölgeye girmeyi başaramadı. 13 Eylül 1937’de anlaşmaya çağrılan Seyit Rıza tutuklandı. Askeri harekâttan sonra yapılan yargılama 15 Kasım 1937’de sona erdi. 11 kişi idama mahkûm oldu, fakat yaşlarının geçkin olmalarından dolayı içlerinden dördü hakkında idam cezası 30 sene ağır hapse tahvil edildi. Dersim İsyanı olarak bilinen 1937 harekâtının altyapısının 1920’lerden hazırlanarak bu etnik temizliğin planlaması 17 yıl sonra Dersimli İsyan etti olarak bellek aldatıyor. Hava kuvvetleri Muhsin Batur, Dersim üzerinde yaklaşık iki ay görev yaptı. Fakat hatıralarında okurlarından özür dileyerek hayatının o bölümünü yazmayacağını açıkladı. Nuri Dersimi, Türk hava birimlerinin zehirli gaz bombasını attığını aktardı. Sabiha Gökçen ise, olaylarla ilgili olarak 1956 yılında Halit Kıvanç’a verdiği bir röportajda; “Canlı ne görürseniz ateş edin! emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk” demiştir. Harekâtın sonuçları Hukukçu yazar Hüseyin Aygün, Dersim Harekâtı ve sonuçları hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı bir araştırma olarak nitelendirilen Dersim 1938 ve Zorunlu İskân adlı kitabında, isyanın açıkça kışkırtılarak çıkarıldığını, Cumhuriyet dönemi ayaklanmaları içerisinde sivillere yönelik eziyetin ve kıyımın en şiddetlisine uğradığını, ardından da isyancılarla beraber aileleri ve hatta isyana iştirak etmeyenlerin eziyete ve kıyıma maruz kaldığını, binlerce sivil vatandaşın öldürülmüş ve kalan on binlercesinin de sürgün edilmiş olduğunu belirtmiştir. Bölgeden Ankara’ya gönderilen raporlarda kadın ve çocuklar dâhil olmak üzere insanların zehirli gaz ve yangın bombaları kullanılarak imha edildiği yazılmaktadır. 30 Mart 1937’de, Tunceli Valisi Abdullah Alpdoğan’ın Başbakanlığa yazdığı yazının 2. maddesinde şu yazı geçmektedir: “Tayyare Alay Kumandanından yangın ve Milli Müdafaa’dan yakıcı ve boğucu gaz bombaları istedim. Askerî harekât, her ne kadar bazı aşiretleri sürgün etse de, harekât 1938 yılının sonuna doğru sona ermiştir. Harekât sonucunda 13.160 ile 40.000 arasında sivil ölürken, 2248 hane, 11.818 kişi başka yerlere sürgün edilmiştir.” Ormanın Gecesi Bir tek gövdesi anladı meşenin. Kesilmiş dallarında pelit acısı. Gövde anlatabilirdi belki dallarına Seyidi; külleri savrulmazdan önce Dersim’e. Kızgın dereler kavuşurken nehrine, kaç uçurum öğrendiyse anlatabilirdi. Dedelerimiz; kökleri ırmağına uzak ağaçlar gibi bakardı sana. Bilirlerdi ki bela orada, ormanı susturan yangın oradadır. Gövdesi yanan meşeler ve ay gördü önce bunu. Bu yüzden ateş ve gök dilinde yazıldı her şey Dersim’de. Yasak bir dilin yarası nasıl anlatılırsa bu coğrafyada bizde öyle anlatacağız kekeme hikâyemizi. “Kavlu kerbelayız, be hatayız” demişti Seyit. Sehpada kovulan Çingene, bir de yağlı urgan anladı bunu. Eskimiş bir tarih uyuyorken gözlerinde toprağın. Orada her şey kararmış bir levhaya yazıldı. Ormanın gecesi içinde toprağa düşerken dedelerim. Açık kalan gözlerinde ay yaşıyordu hala.
Gördün mü bak Seyidim, hilali gözde unuttun. Közde ateş, gözde hilal, içinizde paslanan Asurî Dersim Dedikleri Bir Bela Şehir hançerlerde sizi kaç bahar yazar? Közde ateş, ateşte çöl, bir Seyid bildi sizi, ateşi külde unuttu. Orada meşeler, gecenin karasında müthiş bir ıssızlıkta duruyor. Bildikleri kaç yıldız, yüz sürülen kaç yağmur varsa yazıyorlar gövdelerinin soy ağacına. Orman büyüyor, gece inceliyor, su susuyor. Dicle’nin avuçlarında su içen o çocuklar iflah olmuyor. O iflah olmaz çocuklar, Dersim tarihinin şeceresinde kan ve acıyla adlarını yazanlar.
Mirasları dedelerinden gelen ve bu topraklarda huzur bulamayan Kürtler. Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’si tarihi boyunca ne istenmişti bu coğrafyada. İsyancı bir halk oldukları için miydi? Yoksa İttihat ve Terraki’nin başlattığı tek, dil tek millet ideolojisiyle etnik bir temizleme harekâtı mıydı? Okurlarımız, Fuat Dündar’ın, Modern Türkiye’nin Şifresi adlı çalışmasını okurlarsa Kendilerinden olmayanları ya imha ederek ya da göçe zorlayarak geleceğin Türkiye projesinin nasıl yaratıldığının ipuçlarını bulabilirler. Birçok Kürt isyanı da bu toplum mühendisliğinin bir parçası olarak tarihte vukuu buldu. Yukarıda değindiğimiz, Dersim isyanıyla ilgili raporlara ve sonuçlara kısaca bir göz atarsak, Haydar Alparslan’ın, Murat Alparslan’ın ya da sadece abisini görmeye giderken çıkan çatışmada abisini korumak için onun üstüne kapanarak kendisini feda eden o kardeşin hikayesini de anlayabiliriz belki. Ölüm Dersim’liye tarihle devredilmiş bir mirastır. Bu coğrafyanın kadim halkı bu mirası devralarak kuşaktan kuşağa devretmeye devam ediyor hala. Haydar, Murat ve Berivan, bunlardan sadece bir kaçı. Kimileri için rakamdan ibaret bir sayıdır ölüm. Kimileri için yaşarken ölümü çağıran annelerin feryadıdır. Haydarın annesi birkaç kez kendini asmaya teşebbüs etmiş.
Her gün dualarında çocuklarına kavuşmayı özleyen bu anneyle konuşamadık. Büyük abla Ayten’ den dinledik kardeşlerin hikâyesini.
Ayten’in Gözünde Kürt Meselesi
Haydaran Aşireti’ne mensup bir aileyiz. Dersim İsyanı’nda dedem, devlete teslim olmayı kabul etmemiş isyancılardan biridir. Seyit Rıza’nın yakalanmasından sonra. Tutuklanmış. Yapılan yargılama sonunda Dersim’den sürgün edilmişiz. Sürgün, aşiretin dağıtılarak başka başka şehirlere gönderilmesiyle sonuçlanmış. Balıkesir, Eskişehir ve Amasya bildiğim sürgün bölgeleridir. Aftan sonra sürgünden geri dönmüşler memleketlerine. Amcamlardan birinin mezarı hala Balıkesir’dedir. Kendi ailemizden değil ama aşiretimizde yakın zamana kadar farklı bölgelere sürgün edilenlerden bazıları beş altı yıl önce birbirlerini ancak bulabildiler. Dersimin Kayıp Kızları belgeselini bilirsiniz. Birçok aile sürgün sonrası birbirlerini bulamadılar. Sekiz kişilik bir aileyiz. Beş kız, üç erkek kardeşiz. Üç kardeşim şahadete ulaştı bu mücadelede. 1992 yılına kadar Dersimde yaşamımızı sürdürmeye devam ettik. Devlet köylerimizi boşaltıp yaktıktan sonra bize de gönülsüz sürgün yolu göründü. Kürt meselesine ilgilimizin kökleri Dersim İsyanıdır. Dedem Dersim İsyanı’nda rolü olan önemli bir kişiliktir. Dedemden sonra da bu mirası onun torunları devraldı. Öcalan’ın bölgeye gelmesinin önemli bir etkisi var tabi. Bu örgüt o zaman Apocu hareket olarak tarif ediliyordu. Daha sonra Ulusal Kurtuluş örgütü adını aldı. PKK’ nin kuruluşu öncesindeki başlangıcı oluşturanlardan biri de benim abimdir. Dayı çocukları, Ankara’da Siyasal Bilimler Fakültesinde öğrenciydiler. Bu şehir, örgütün ana kadrolarının bulunduğu yerlerden biriydi, dolayısıyla dayı çocukları da bu siyasetten etkilenmişlerdi. Köye geldiklerinde, köyün gençleriyle seminer çalışmaları ve tartışmalar yaparlardı. Kürt hareketinin de köyde yayılmasında etkili oldular. Abimin o dönemlerde PKK ile organik bağları yoktu. Bu siyasete sempati duyuyordu ama fiili olarak bir katılım söz konusu değildi. Erzincan – Dersim arasında bir dinlenme tesisi işletiyorlardı amcamın çocuklarıyla. Örgüt o dönemde yeni yeni silahlanıyordu. Abimin bazı arkadaşları lokantaya birkaç silah bırakmışlar saklaması için. Seçim zamanıydı sanırım. Seçimler nedeniyle partiler mitingler düzenliyordu. Erzurum’a miting için giden bir kaç tane MHP otobüsü abimin lokantasında mola vermiş. Tabi bu arada taşkınlık yapmışlar, birçoğu hesap ödememiş, amcamın oğlu müdahale etmek istemiş ama abim bırakmamış, bırakın gitsinler demiş. Buna rağmen amcamın oğlunu tartaklamaya, seçim otobüsüne zorla bindirmeye çalışmışlar. Ortada bir neden de yok. Komünistler ve benzeri tarzda kendilerince aşağılayıcı laflar kullanmışlar. Abim durumu idare etmeye çalışmışsa da bir türlü gurubu sakinleştirememiş. Abimin aklına kendisine emanet edilen silahlar geliyor. O da içerden silahı alıp havaya ateş ediyor bunun üzerine herkes otobüslere binip uzaklaşıyor lokantadan. Olayı haber alan ikinci bir otobüs mola yerine kalabalık halde saldırmaya kalkınca çalışanlardan biri gelenlerin üzerine ateş ediyor. İçlerinden biri yaralanıyor. Sözünü ettiğim tarih 1979 yılı. 12 Eylül’ün yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladığı dönemdi. 1980 darbesi de gelince abim aranır duruma düştü. PKK o yıllarda güçlü bir örgüt değildi, birçok insan cezaevine düşmüştü. O yıllarda bir tek arananlar dağa gidiyordu. Örgütün gücü ancak buna yetiyordu. Abim de aranıyor duruma düştüğü için başlangıçta tanıdık köylerde kalarak durumu idare etmeye çalıştı. Dersim’de Zage denilen bir bölgede kalıyordu. Bizim köyün bulunduğu yere epeyce yakındı. Operasyonların başladığı bir dönem değildi. Darbenin yakıcı etkisi daha kendini göstermeye başlamamıştı. Bu yüzden de abim o dönemde bir gerillaydı dersek doğru olmaz. O dönemin genel taktiği hayatta kalmak ve ele geçmemekti. Bu yüzden de genellikle tanıdık köylerde kalıyorlardı. O sırada çevre köylerde TEKOŞİN adlı bir örgüt daha vardı. PKK’liler sık sık bunlarla siyasi tartışmalara girerlerdi. Bu tartışmaların birinde TEKOŞİN örgütünün bir üyesi silahı çıkarıp abime ateş ediyor. Abim yedi kurşun yarası almıştı bu olayda. Belki kurtulurum umuduyla kendisini tutup bir uçurumdan aşağı atıyor. Sözünü ettiğim yer sık sık haberlerde yeri anılan Kutu Deresi mevkiidir. Abimin üzerinde de o zaman silah varmış fakat kullanmaya vakit bulamamış. Bu haberi ihbar alan asker o bölgeye operasyona çıkıyor. Operasyon sırasında abim yarı baygın halde, üstünde Tomson marka silahla yakalanıyor. Durumu ağır olduğu için de Elazığ Askeri Hastanesine kaldırılıyor. Babam abimi görmeye giderken Kovancılar İlçesi yakınlarında trafik kazası geçiriyor. Babamı da ayrı bir hastaneye kaldırıyorlar. Velhasıl hastane sürecinin başlangıcında görüşemedik. Kendisinin bize anlattığına göre tedavisi bile tam bitmeden Elazığ’ın meşhur işkence hanesi 1800 Evler denilen yere götürmüşler. O hasta haliyle yaklaşık on beş gün işkence yapılmış kendisine. Sorgusu bittikten sonra da Elazığ Cezaevi’ne götürüyorlar. İki katlı bir cezaeviydi. Üst katta ülkücüler alt katta sol görüşlü olanlar kalıyordu. Ülkücüler içeri silah sokarak, havlandırma sırasında solcuları taradılar. BDP milletvekili Aysel Tuğluk’un abisi Aytekin Tuğluk o olay sırasında öldürüldü. Abimin cezaevinde kaldığı tarih o dönemdi. Beş yıl cezaevinde kaldı. Cezası bittikten sonra, cezaevi çıkışlı bir arkadaşı vardı, yedi sekiz ay sonra onunla evlendi. Cezaevinde çıkan birinin evlilik planları yapması, evlenmesi geleceğe dair nasıl yaşayacağının göstergesiydi aynı zamanda. İşin doğrusu evlenmesine sevinmiştik. Siyasetten kopacak biri değildi elbette ama en azından sivil alanda sürdürecekti çalışmalarını. Evlendikten sonra bir oğlu oldu. Fakat devlet abimi rahat bırakmadı. Sürekli rahatsız etmeye başlamışlardı bizi. Abime ajanlık teklifinde bulundular, tehdit ettiler. O da çocuğunu alıp Eskişehir de dayımların yanına gitti. Bir süre oralarda çalıştı. Fakat orada bir hayat kurmayı beceremedi. İş imkânları sınırlıydı. Bunun üzerine tekrar Dersime döndü. Beş yıl sonra bir oğlu daha oldu. İki yıl sonra tekrar gözaltına alındı. Beş altı ay Erzincan cezaevinde kaldı. Mahkemeye çıkarıldıktan sonra bırakıldı. Kendisine, artık buralarda seni rahat bırakmazlar. Pasaport alalım seni yurtdışına çıkaralım dedik. O da kabul etti. İsviçre’de arkadaşları vardı. İlk gidiş denemesi başarısız oldu. Yunanistan üzerinde gitmeye çalıştı yakalandı. Üç gün Edirne de gözaltında kaldı. Tabi biz yeniden gitmesi için hazırlık yaptık. Pasaport çıkardık. O nu yurt dışına çıkarmanın yollarını araştırıyorduk. O yıllarda Aysel Doğan belediye başkanlığı adayıydı. Abim seçim çalışmalarında yardımcı oluyordu. Ben o zaman İstanbul’da çalışıyordum. Telefon ettim ne zaman geliyorsun diye. Eve odun falan alacam, kış hazırlıklarını tamamlayayım gelecem dedi. O sırada da Aysel Doğan’ın seçim çalışmaları bitmişti. İstanbul’a gelme hazırlığı yapıyor diye düşünüyordum. Birkaç gün geçmemişti aradan yengem aradı, abin dağa çıktı dedi. Buna hiç anlam veremiyordum. Daha önceki yaralanma sırasında bağırsaklarının büyük bölümü alınmıştı, dalak, böbreğinin biri yoktu. Sağlığı zaten buna elvermezdi. Bu duruma herkes şaşırmıştı. Yurt dışına çıkmak isterken böyle bir karar almasının iki nedeni vardı. PKK bir yandan onun örgütsel çalışmalarda, yer alması için ısrar ediyordu, öte yandan devlet abimin ajanlık yapması için tehdit ediyordu. Evimiz sürekli basılıyordu. Artık bu durum rutin halini almıştı. O da bu gerilimin arasında örgütü tercih etti. Siyaseten donanımlı biriydi abim. Onun dağa gitme sürecine bir köylümüz tanık olmuştu. Bu köylümüz de ihbarcıydı. Adamın köye gelişini örgüt yasaklamıştı bu yüzden. Dersim’de daha önce görmediği yapancı bir adamla oturup birkaç kadeh içki içtiklerini daha sonra da onunla birlikte çıkıp gittiklerini bize anlatmıştı. Giderken de “… Amca bize dokunmadığın sürece köye gelip gidebilirsin” demiş. O da anlam verememiş tabi. Senin çocukların var evlisin nereye gidiyorsun diye de memnuniyetsizliğini belirtmiş. Bir arabaya binip gittiğini o bize anlattı. Gidiş o gidiş. Tabi o zamanlar gerillaların kaldığı bölgeleri biliyorduk. Bizim köyün üst tarafında kalıyorlardı. Abimin de orada olduğu haberini almıştık. Abimin gidişi üzerine annem çıkıp gerillaların bulunduğu bölgeye gidiyor. Oradaki sorumlu kişiye, “benim iki oğlum daha var onlardan birini alın, benim oğlumun yaralanma sonrası bir sürü hasarı var hem hasta hem de evli’ çocuklarının ona ihtiyacı olduğunu söylüyor. O sırada abim orada değilmiş. Annem üç gün dağda kalıyor. Abim geldiğinde de anneme eve gitmesini söylüyor. Ben dönersem beni rahat bırakmaz devlet, yurtdışına da gitmeyi denedim olmadı. Benim yerim artık burası diyip annemi gönderiyor. PKK komutanlarından Doktor Baran’ın olduğu dönemlerde abim de o bölgede kalmaya devam etti. Doktor Baran daha hayattayken, ikinci kardeşim dağa çıktı. Kardeşimin dağa çıkışının tabi ki duygusal bir yanı da vardı. Abisinin dağda kalmasını istemiyordu. Çocukları için de olsa yurt dışına gitmesini istiyordu. Abisine “senin silahını devralmaya geldim sen çocuklarına dön” demiş. O da “kendi adına konuş, herkes kendi silahının sahibidir” demiş. Tabi kardeşimin gerilla yaşamı da böylece başlamış oldu. Abim, kardeşimin gitmesinden kısa bir süre sonra askerle bir çatışmaya giriyor. Çatışma sırasında bir şarapnel parçası boynundan girip, boynunun arkasından çıkıyor. Bu olay sonucunda ses telleri zarar görüyor. Kardeşim, de yaralanıyor fakat yarası ağır değilmiş. Yaralı kardeşim, abisini ana kampa kadar sırtında taşıyor. Yarasının kampta tedavi imkanının olmaması nedeniyle abimi akademiye götürmeye karar veriyorlar. Yaralandığını biz bilmiyorduk tabi. Kız kardeşimin düğününe gelen başka köylerdeki akrabalarımız, anemin bu olayı bildiğini düşünerek geçmiş olsun dileğinde bulunuyorlar. Biz, düğün bittikten birkaç gün sonra öğrendik yaralandığını. Gerillalar komşu köylere sık sık gelir giderlerdi. Akrabalarımız da öyle öğrenmiş olayı. Annem bize söylememişti düğün sırasında. Sürekli ağlıyordu, gelin değil de sanki cenaze çıkıyordu evde. Biz de kız kardeşim evleniyor onun için ağladığını düşünüyorduk. Düğün sonrası öğrendik yaralandığını. Olayı öğrenince diğer kardeşimle görüşmek istedim durumu hakkında biraz bilgi edinirim diye. Kardeşim de haber göndermişti zaten gidip görüştüm. Durumu iyi değilmiş, sadece sütle besleniyormuş. İşin doğrusu abimin akademiye gitmesi biraz olsun içimi rahatlatmıştı. Yaralanma öncesi rahatsızlıkları, ardından ikinci defa yaralanması nedeniyle onu bir daha bu taraflara göndermeyeceklerini düşünüyordum. Abim akademiye gittikten sonra biraz rahatladım. O arada da kardeşim haber göndermiş, benden kışlık giyecekler istemişti. Ben de kışın kendisine lazım olacak giysileri, gönderdiği bir arkadaşına verdim. Fakat bir gariplik vardı, elbiseler yerine ulaşmamıştı. Bu durum beni çok kaygılandırmıştı. Kardeşim, telefonla arayıp bilgi vereceğini o arkadaşına söylemesine rağmen uzun zaman haber alamadım.
Hiç unutmuyorum Newroz’ a birkaç gün vardı. Onların kaldıkları yerleri biliyorduk. Kız kardeşimle çıkıp gerillaların bulunduğu bölgeye gittik. Bize anlattıklarına göre eyleme gidiyorlarmış. Kardeşim o sırada manga komutanıymış. Eylem öncesi keşif için arkadaşlarını geride bırakarak kontrol amaçlı uzaklaşmış arkadaşlarından. Ardından bir mayın patlaması sesi duyulmuş. Patlamayla birlikte askerin ateşi başlamış. O karmaşada herkes kendisini kurtarmanın derdine düşmüş. Bize verilen bilgiye göre, devletin eline mi düştü, yoksa patlama sonucu bedeni parçalandı mı, ya da cezaevine mi kondu onlar da emin değillerdi. Bunun üzerine dolaşmadığımız, sormadığımız cezaevi kalmadı. Çünkü ortada cenaze yoktu. Dersim’de nerede bir cenazeden bahsedilse çıkıp gidiyorduk. En son Çemişgezek tarafında bir cenazeden söz etmişlerdi. Annemle çıkıp gittik. Askerler cenaze bölgesine girmemize izin vermedi. Sonuç olarak ne cenaze ortada vardı ne de bir mezar. Kardeşimden sonra bir yıl geçti geçmedi, abim akademiden tekrar Dersim bölgesine geldi. Bana haber göndermişti gelsin görüşelim diye. Ben de çıkıp gittim. Kardeşimizin durumuyla ilgili bana mayına bastığını, muhtemelen o sırada şehit düştüğünü söyledi. Bahsettiğim tarih 1995 Mart’ıydı, Newroz’a birkaç gün vardı çünkü. Abimse 1999 yılına kadar Dersim’de eyalet komutanı olarak faaliyet yürüttü. Abimin ve kardeşimin durumu nedeniyle ailem yoğun bir baskıya maruz kaldılar.
O tarihlerde ben İstanbul’da çalışıyordum. Evimizin altında bir market vardı. Aşağı indim bir şeyler almak için, marketteki gazetelere göz gezdirirken Milliyet Gazetesi’nde annem ve babamın fotoğrafı gözüme ilişti. Gazete haberi, annem ve babamın evin dışına çıkartılarak evin yakıldığını yazıyordu. Evimizde büyük, küçük baş hayvanlar dahil olmak üzere her şeyin ateşe verildiğini okudum. Hiç unutmuyorum tarih 1993’yılının 27 Kasım’ıydı. Evde para, eşya aklınıza ne gelirse her şey kül olmuş. Askerler hiç vakit kaybetmeden köyü terk edeceksiniz demişler. Onlar da köyü terk ederek. Şehir merkezine gelmişler… Devlet baskısı sadece annem ve babamla kalmıyordu. Kardeşlerim de bundan nasibini aldı. Kız kardeşlerimden biri Dicle Üniversitesi’nde, diğer bir erkek kardeşim de Uludağ Üniversitesi’nde okuyordu. Mezun olmasına yirmi gün vardı. Dersim’e gelirken yolda yakalıyorlar. İşte sen abine haber götürüp getiriyorsun diye. Askerin söyledikleri bir biçimiyle doğruydu. O bizim abimiz, talepleri olunca haber gönderiyordu biz de ihtiyaçlarını gönderiyorduk. Yine bir şeyler istemişti. Ben o zaman İstanbul’daydım. Parka, ayakkabı, kazak vb. şeyler gönderdim. Sanırım benim gönderdiğim eşyalar takibe takılmıştı. İstanbul’dan başlayarak, kimin gönderdiği, kime teslim edileceğine kadar biliniyordu. Ben eşyaları gönderdiğimde annem gidip otogardan almıştı. İstanbul’dan başlayarak gönderdiklerimin fotoğrafı çekilerek polis tarafından kayıt altına alınmıştı. Sanırım annemin bunları eve götüreceği varsayılarak evin önünde pusu kurulmuş. Annem de hiç eve uğramadan götürecek kişiye teslim edip öyle eve gelmiş. Polis evi bastığında sorduğu ilk soru “size gönderilen eşyalar nerede” sorusu olmuş. Annem, parka göndermişti kızım babasına o da içerde asılı demiş. Tabi bir şey tutturamayınca, annemi evden, kız kardeşlerimden birini iş yerinden, lisede okuyan kardeşimi okul bahçesinde, babamı kahveden alarak tutukluyorlar. Erkek kardeşlerimden biri daha önceden tutuklanmıştı zaten Ben ve ablam dışında ailenin bütün üyeleri tutuklanmış oldu böylece. Gidip soramıyorduk da. Eniştem, ailenin akıbetini öğrenmek için gittiğinde onu da içeri almışlardı. Eniştemin çocukları gidiyor onları da içeri alıyorlar. Kimseden haber alamayınca CHP milletvekili Kamer Genç’i aradım, durumu anlattım. O da bana “ ne yapayım kızım sizinkiler hiç rahat durmuyor bişey yapamam” deyince ben de başlangıçta anlattığım bizim köylü ihbarcıyı aradım. O adamdan bilgi alabilme imkanım olur diye düşünmüştüm. Öyle de oldu. Bir gün sonra tekrar aradığımda herkesin iyi olduğunu, merak edilecek bişey olmadığını 28 Ekim’de mahkemeye çıkarılacağı bilgisini verdi. Mahkemeden sonra bir kız kardeşim ve annem dışında hepsini bıraktılar. Anneme ağır işkenceler yapmışlardı, tırnakları çekilmişti. Annem ve kız kardeşim de iki buçuk ay sonunda serbest bırakıldılar. Mahkemede yapılan savunma sonunda anneme beraat kararı veriliyor. Annem de tekrar içeri gireceğini zannederek, heyecana geliyor “Bıjji Serok Apo” diye slogan atıyor. Avukatı da anne seni serbest bıraktılar ne diyorsun diyerek annemi uyarıyor. Arada yıllar geçti o kadar acının içinde yinede gülecek bir şeyler buluyoruz. Annem bize hep kızardı niye rahat durmuyorsunuz diye. Bu defa da ben anneme takılıyordum sen niye rahat durmuyorsun diye!... Daha doğrusu orada yaşamanın ve çocukları dağa giden annelerin de bir bedel ödemesi gerektiğini yaşayarak öğrendi annem. Yaşananın bizzat tanığıydı.
Hele babam karakol müdavimiydi. Ne zaman bir PKK eylemi olsa suçlusu babammış gibi götürülür, günlerce işkence yapılır sonra tekrar serbest bırakılırdı. Tabi yaşadıklarımız bununla bitmedi.
En son annemle çıkan kız kardeşim yedi aylık evliydi zaten. Hamileydi. Onun kocasının başına gelenlerse ayrı bir muamma. Kocası bir okulda çalışıyordu. Kendi halinde bir adamdı. Tabi o zamanlar faili meçhul cinayetlerin işlendiği, karakol baskınlarının sürekli yapıldığı bir dönemdi. Eniştem kahvede arkadaşlarıyla oturuyorlarken, kahve araması yapılıyor. Eniştemin iş arkadaşlarından birine karakol komutanı soruyor, “benim karakolu basanlara sen mi projeyi verdin, senin ağzını kurşunla doldururum” diyerek tehdit ediyor. O da “burası Dersim’dir. Hiçbir şey yapamazsın” diyerek karşılık veriyor. Tabi askerler çıkıp gidiyor. Askerle tartışan bu adam, enişteme “sen de benimle gel, okula birlikte gidelim” diyor. Eniştem de “iki adımlık yol sen kendin git” diyor. Arkadaşı da askerle tartıştım şimdi, bana bir şey yapabilirler hiç değilse sen de gel tanık olursun diyerek eniştemi razı ediyor gitmeye. Yola çıkıyorlar birlikte. Daha köprüyü geçmeden silah sesleri duyuluyor. Eniştem ve arkadaşı öldürülüyor. 1980 / 1999 yılına kadar ailemizin yaşadıkları bunlardı. Her şey yaşadıklarımızla mı bitti sanki. Barış dönemiydi. Öcalan tek taraflı barış ilan etmişti. Dicle Üniversitesi’nde okuyan kız kardeşim, tatil olduktan sonra Dersim’e geliyor. HADEP’in gençlik kollarında çalışıyordu. Annem sürekli kızardı. Başımıza gelenler yetmezmiş gibi hala çıkmıyorsunuz oralarda diye söylenirdi. Ama kardeşlerim yine de bildiklerini yaparlardı. O sırada ben de Dersim’e gelmiştim. İstanbul’a döneceğim sırada kardeşim Berivan’a sen de gel İstanbul’a diye ısrar ettim. Gelmek istemeyince, ev işlerim çok bana yardım edersin diye ikna etmeye çalışıyordum. O da bana, alacağın biletin parasıyla yardımcı tut diyerek reddetti gelmeyi. Yaz dönemiydi. Annem, abimi görmeye gitmişti. Berivan’a dair şikâyetlerini anlatmış. Abim de gönder yanıma biraz konuşayım deyince, annem yüzüne bakıyor şüpheli bir şekilde. Abim, annemin sırtını sıvazlıyor korkma geri göndereceğim sana kızını diyor ve ayrılıyorlar. Temmuz’un 27–28 tarihi sanırım. Ablamın kızıyla Berivan abimin yanına gidiyorlar. Görüşüyorlar konuşuyorlar. Bir gece de orda kalıyorlar, ertesi gün gerillalar onları bir köye bırakıyor ve dönüyorlar. Ablamın kızı geri dönüyor ama Berivan ben bir gece daha abimin yanında kalmak istiyorum diyor, ablamın kızı ne kadar ısrar etmişse de laf anlatamamış, çıkıp tekrar kampa dönüyor. Kampa tekrar dönünce abim kızıyor. Kız kardeşim de belki bir daha göremem seni nolur bir gün daha kalayım diye ısrar edince abim kıramıyor. Daha hava yeni yeni kararmaya başlamışken askerin pususuna denk geliyor gurup. Atılan bomba mı lav silahımı bilmiyorum, abimin komutasında olan halamın torunu vuruluyor. Abim, Berivan’a gurubu takip etmesini söylüyor fakat kardeşim dinlemiyor, yoğun ateşe karşı abimin üstüne atılıyor onu korumak için, mermiler bedeninin param parça ediyor Orada şehit oluyor…
Bir kelebek hikâyesi anlatmıştık, hikâyenin birinde, o an neler hissetti Berivan, o dört kelebekten dördüncüsüydü onu biliyoruz artık. Bir tek o anladı ateşin sırrını… O dönemlerde istihbarat bir ihbar alıyor. Berivan Şahin adında bir canlı bombanın Türkiye’ye girdiğine dair. Polis kayınımın evini basıyor bu ihbar nedeniyle. Kayınımın kızının adı ve soyadı da bu şâhısa uyuyor. Onun da adı Berivan Şahin. Bu yüzden de aile ve akrabaların evine baskınlar yapılıyor. O baskınlardan biri de benim İstanbul’daki eve yapılmıştı. Kız kardeşlerimden biri de bizdeydi. Gecenin geç bir saatinde evimiz basıldı. Ev didik didik arandı. Kimlik kontrolü sırasında kardeşimin soyadı dikkatlerini çekiyor. Abimi ve kardeşimi sordular, sorarken de bir yandan tartaklamaya başlayınca, polisin önüne geçtim. O çocuktan ne istiyorsunuz, abimin de kardeşimin de nerede olduğunu benden iyi biliyorsunuz, alabiliyorsanız gidin alın diyerek engellemeye çalıştım. Fakat kardeşimi alıp götürdüler. Ben de annemi aradım, HADEP ve İHD’ ye haber vermelerini istedim. O arada Berivan ne yapıyor diye sorduğumda abisinin yanına gitti diye cevap verdi. Ben de kızdım. Ne yapın edin alın yanıma getirin dedim. Belki inanmazsınız kardeşimi rüyamda görmüştüm. Berivan’ı bir çuvalın içine koymuşlardı, annem alıp duvardan duvara savuruyordu. Anne niye yapıyorsun diye sorduğumda “bakalım işkenceye ne kadar dayanıyor” diye cevap verdi. Gördüğüm rüya beni çok huzursuz ediyordu. Ama benim rüyayı gördüğüm gece kardeşim vurulmuş. Bunu anneme söyleyince, annem de zaman kaybetmeden gidiyor ama yolda köylüler annemi geri çeviriyorlar. Büyük bir çatışmanın olduğunu, ormanların yanmaya başladığın söyleyince annem geri dönmek zorunda kalıyor. Ertesi gün de abim haber gönderiyor Berivan’ın vurulduğunu, gelip cenazeyi almamızı istiyor. Berivan’ın vurulmasından bir gün sonra, gözaltına alınan kız kardeşim Cemile serbest bırakıldı. Bizimkileri arıyor, onlar da Berivan’ın vurulduğunu söylüyorlar. Apar topar çıkıp Dersim’e gittik. Berbat bir sıcak vardı. Cenazeyi alamıyoruz. Kardeşimin üstüne yaprak ve abimin battaniyesi örtülmüştü. Arkadaşları Berivan’ın vurulduğu sırada “kardeşim vuruldu” diye çığlıklarını anlatırken nasıl kendinden geçtiğini anlattılar bize. Yanında o kadar gerillanın şahadetine şahit olan abimi hiçbir zaman böyle şaşkın ve çaresiz görmediklerini anlatıyorlardı.
Gittik. Uzun bir uğraştan sonra cenazeyi aldık defnettik. Aradan belli bir zaman geçmişti ki abim aradı. Kardeşimin ölümünden sonra çok kırgındım. “Bu defa hangimizi feda edeceksin” diye kırgınlığımı dile getirdim. O da “bu savaştır ve sonuçları olacak” gibi şeyler söyledi. Ben de “niye bu savaş bizimkilerin ölmesi için mi başladı. Biri yıllardır cezaevinde, birinin cenazesini hala bulamadık, birisi sana gelirken kurban oldu” diye kızıyordum kendisine. Alacağım yanıtı bildiğim halde öfkemi gizleyememiştim. Yaptığım şey, yaşadığım acının zehrini bir başka kardeşe akıtmaktan başka bir şey değildi. Ancak içiniz yanarsa başkalarını anlarsınız. Biz iki kardeş içimiz yana yana bir birimize zehrimizi akıtıyorduk böylece. Abim benden daha büyük acılar yaşıyordu. Kardeşlerinin ölümünü yaşadı, birçok yoldaşı gözlerinin önünde şehit oldu. Ölüm bu. İçinde acıdan başka bir şey olmayan sonsuz bir yolculuktu. Benim yaptığımda acıyı dindirmenin bir yoluydu. Ama hayata başka başka yerlerden bakan iki kardeştik ama acının dili insan yüreğindeki sızıydı. Ne yapacağını bilemiyorsun. Ölene mi yanasın, geride kalanların çektiklerine mi. Annemi iki defa kendini asmaya çalışırken kurtarmış bizimkiler. Artık dağda bir tek kalan abimi kurtarmanın derdine düştük. Olan olmuştu, yapacak bir şey yoktu. Barış süreci başlamıştı. PKK güçleri güneye çekiliyordu. Hiç değilse o kalsın hayatta diyorduk ki, gazetenin birinde “Gerilla komutanı Haydar Alparslan, Dersim dağlarına geri döndü” haberiyle şok olduk. Barış sürecinde Dersimde kalan son bir gurup vardı. Birçoğu dönmek istemiyordu. Onları ikna etme görevi abime düşmüştü. O da bu yüzden geri dönmek zorunda kalmıştı. Zaten kendi grubunu götürüp geri dönecekmiş. Fakat operasyon sıklaşınca üç gün bir nehrin içinde hareketsiz kalmışlar. Gidememişler, geri dönmek zorunda kalmışlar. Onun bizi arama imkanı vardı. Telefon direklerine bir şey bağlayıp haberleşmeyi öyle yapıyorlarmış. Aradan üç ay falan geçmişti.
Aylardan Kasım’dı. Yanılmıyorsam ayın yirmi yedisiydi. Çalıştığım iş yerinden gece nöbetine kalmıştım. Telefonum sürekli açıktı. Kardeşimin cenazesini bulamamıştık. Bir haber alırız diye sürekli açık tutuyordum. O benim kâbusum olmuştu artık. Sürekli uykudan bağırarak uyanıyordum. Nöbetteydim, öğlen saatleriydi yanılmıyorsam. Eşim aradı. Televizyon kanallarından biri alt yazı geçmiş. Abimin öldürüldüğünü yazmış. Haber, belki doğru olmayabilir ama sen yine de sizinkileri bir ara, eğer gerçekse gidip cenazeye sahip çıksınlar diye beni durumdan haberdar etti. Bu haber üstüne ben de babamları aradım. Ulaşamadım. Milliyet gazetesinde Ferit Demir’i tanıyordum onu aradım. O da haberin doğru olduğunu bizimkileri de durumdan haberdar ettiğini söyledi. Yaşanan bu olayı, operasyonda sorumlu komutan anlatıyormuş esnaflara. Düzgün Baba (ziyaret) tarafından gelerek Mazgirt tarafında bulunan ve barış süreci yerine savaşmayı tercih eden gurupla buluşmaya giderken alınan ihbar üzerine operasyonun düzenlendiğini söylüyormuş. Olay ciddi bir istihbarata dayanıyordu. Çünkü bu çatışmada kurtulan hiç olmadı. Cenazeyi alıp şehir merkezine getirdik. Cenazeyi aldığımızı haber alan halk toplanmaya başladı. Polis ve jandarma toplanmaya engel olmaya çalışıyordu. İnsanların dağılması için tehditkâr anonslar yapıyordu. İnsanlar bunun üzerine dağılmaya başlayınca, annem “benim oğlum sizin için öldü, siz de benim oğlum için dayak yemeyi göze alamayacak kadar korkak mısınız” deyince dağılan halk yeniden toplanmaya başladı. Büyük bir kalabalık eşliğinde cenazeyi defnettik. Yukarıda sözünü ettiğim operasyona katılan komutan, Dersim esnaflarına çatışmayla ilgili bir şeyler anlatmıştı abimin şahadetiyle ilgili. Çatışma esnasında mermileri bitinceye kadar, çatıştığını, mermileri bitince silahını parçaladığını, teslim ol çağrısına güldüğünü, eğilip, el bombasını alarak kendini imha ettiğini anlatmış. Abimi mezarda da rahat bırakmadılar. Mezar birkaç kez özel tim tarafından tahrip edildi. Annem; “bir daha oğlumun mezarına dokunursanız, dünyada ne kadar şikâyet edilecek yer varsa hepiniz hakkında davacı olacağım demiş. Bunun üzerine bir daha dokunmadılar…
Haydar Alparslan’ın Şahadetine Tanık Olduğu Kardeşi Berivan’a Yazdığı Mektubun Bir Bölümü…
Çiçek yoldaş seni nasıl anlatayım bilemiyorum! Duygularım sınırsız. Öfkem Munzur kadar hırçın, intikamım sabırsız bir bekleyiş içinde, nereye baksam her şey üstüme yıkılırcasına duruyor. Gözlerim takılıp kalıyor. Ve dayanmak zorunluluğunu hissediyorum. Murat Zap arkadaşın şahadetinden sonra ikinci şahadet haberinin Dersim ve ailemde nasıl bir etki yaratacağını düşünüyorum. Sekiz yıl sonra ilk buluşmamız, bir kasırga misaliydi. Sarıldın boynuma ve ölümü okşadın. Olgunlaşmış büyümüş ve üniversiteli olmuştun. PKK’liliği küçüklüğünde tanımıştın. Hatta doğduğun günü hatırlıyorum. Delil Doğan evimizde misafirdi. Doğduğunda ağlamanı hepimiz duymuştuk. Delil Doğan yoldaş ağlayan halk gerçekliği diye adını Berivan koymuştu... Haydaran dağlarının vahşiliği, direngenliği ve tüm güzellikleri sende toplanmıştı. Moralli, coşkulu, fedakâr ve cesaretli haline bakarak adını Çiçek koymuştuk... İki isim taşıyordun. Çiçek Selcan yoldaş senin adaşlığına ne kadar sevinmişti bilmem hatırlıyor musun? Önderlik esaret altına alındığında girmiş olduğun iki eylemden dolayı tutuklandın. Ve hiç bir şey söylemeden direnerek Amed’deki üniversitede arkadaşlarının gözdesi olmuştun... Bir gün ifade etmiş olduğun cümlelerin beni çok duygulandırmıştı; “Murat Zap’ın mezarsız ve kefensiz olması beni duygulandırıyor. Kardeşlik görevimi ancak savaşarak yapabilirim” demiştin... İşte yüreğimizde taşıdığımız, bizleri var eden varlığımıza anlam veren umutlarımızla yaşıyoruz bugün...! Acıya gömülmüş yaşam gerçeklerini arıyoruz durmadan, yılmadan ve bıkmadan... O acılı ayazı düşerken geceye gözlerim doluyor. Kimlerin acısı düşmedi ki bu yüreğe... Kimler çapraz ateşlere salmadı bu bedeni... Nice yoldaşlarımız, düştü yitik ülkenin koynuna... Sığdıramam hiç bir coğrafyaya Onları... Asla... Söyle bana, şimdi bu sevda hangi karanlığa sığar. (?..)
Ağustos 2013 İstanbul
MüRSEL YILDIZ& iBRAHiM ALP
YORUM GÖNDER