TOPRAĞIN BEREKETİ
Aynı anda diğer arkadaşlarda silahlarını ateşlemiş ve Kürdistan’daki eşitsiz kavga düzeni 19 Eylül 2000’de yeniden başlamıştı. Bu eşitsiz savaşta canavarlar daha…
Şevdin vadisinde yaz aylarının bunaltıcı sıcağı yerini sonbaharın serinliğine bırakmıştı. Sonbahar ağır ağır ilerliyordu. Sararan yapraklar Sülbüz ve Tari dağının bağrında kopan rüzgarların yardımıyla dökülüyordu. Bu hazin sona engel olmamanın verdiği çaresizliğin, yanında, dökülüp toprağa karışarak baharda yeniden doğmanın umudu beni hep heyecanlandırmıştı. Yayladere’ye geleli yaklaşık bir ay oluyordu. Uzun ve sert geçen kışı rahat geçirmek için hazırlık yapmamız gerekiyordu. Kış erzağımızı temin etmek için köylere girmek zorundaydık. Bu tehlikeliydi, olası bir çatışma kaygısı yaşanıyordu. Çünkü böyle bir çatışmanın Başkan Apo’nun başlattığı, Barış ve Demokrasi sürecini zora sokabilirdi. Sorun kayıpların bizden veya Türk ordu güçlerinden olup olmaması değildi. Çünkü her iki durumda da zarar gören barış ve demokrasi süreci oluyordu. Parti bu konuda sürekli uyarılarda bulunuyordu. Ama Türk devleti için savaştan, kandan beslenen kesimler sürekli operasyon yapıyor ve kardeşçe birbirimizi saygı duyarak, kabul ederek yaşayacağımız bir ortamın oluşmasına engel olmak istiyorlardı. Çünkü onlar hep kanla beslenirler, kötülükleri gördüler ve bunun üzerine yaşadılar. Yaşam zeminlerinin kurutulması onların ölümü olacaktı. Bu kaçınılmaz sondan kurtulmak için pervasızca saldırıyorlardı.
Üstlenme çalışmalarımız eskisi gibi olmamalıydı. Yani rastgele köylere girmememiz gerekiyordu. Ama zorunluluklar bizi köylere girip hazırlık yapmaya zorluyordu. Dikkatli olmamız gerekiyordu. Bu düşüncelerle Şevdin vadisinin sarp ve meşe ağaçlarıyla kaplı yamacındaki patikada yürüyorduk. Orman sık olduğundan noktadan öğlene doğru ayrılmakta bir sakınca görmemiştik. Gideceğimiz köye gündüzden gidip keşfetmemiz gerekiyordu. Yol boyunca yeşile düşen sarartıyı gördükçe uzun kışı düşünüyor ve kendime, hızla hazırlıklarımızı yapmamız gerektiğini telkin ediyordum. Başkan Apo’nun “Gerilla Güney’e çekilsin” talimatıyla eyalet gücünün üçte ikisi güneye gitmişti. Biz Yayladere gücü olarak sekiz arkadaştık. Sayımızın az olması hareket kabiliyetimizi artırmış ve bizi rahatlatmıştı.
Köye yakınlaştığımızda önümüzde bir koyun sürüsünün gittiğini gördük. Baharın sonlarına doğru çıktıkları Sülbüz ve Tari dağlarının zozanlarından dönüyorlardı. Onlarda mevsim sonu olduğundan kış hazırlıklarını yapmak için yerlerine dönüyorlardı. Sürüyü gürünce dönüp bütün ihtişamıyla arkamda yükselen Sülbüz ve Tari dağlarına baktım. Sülbüz sarı elbisesini giymiş bütün güzelliğiyle karşımda duruyordu. Adıl arkadaşın Yayladere’ye geldiğimiz ilk günler Sülbüz ve Tari dağı hakkında anlattığı söylence geldi aklıma, Kürdistan’da her dağın olduğu gibi Tari ve Sülbüzün ‘de söylencesi vardı.
Söylediğine göre Tari ve Sülbüz birbirine gönül veren iki gençmiş, töreler kavuşmalara engel olmuş. Töreymiş çiğnenmezmiş. Boyun eğmek gerekirmiş. Bunu kabullenmeyen Tari ve Sülbüz kavuşmayacaklarını anlayınca bir araya gelip tanrıya yakarmışlar. Tari demiş ki
-“Yüce Tanrı benim adım Tari yani karanlık. Beni adım gibi sürekli karanlık olan bir dağa çevir.
Sülbüz ise
– Tanrım beni şafak aydınlığını yayan beyaz fistanlı iyilik meleği Sülbüz (Speleya sere Sodıri) gibi sürekli aydınlık olan bir dağa çevir diye dua etmiş. Sonra Tari, Sülbüz’ün elini tutup diz üstü çöktüğü yerden kalkmış. Dileklerini kabul eden Tanrı onları dağa çevirmiş.
Tari’ye baktım. Sülbüzün tersine vakur duruşuyla insanı alıp derin düşüncelere götürüyordu. O günden sonra Sülbüz ve Tari dağı yöre halkı tarafından kutsal sayılmış. Sülbüz dağının zirvesi her yıl özelikle çocuğu olmayan kadınlar tarafından ziyaret edilirmiş. İnanışa göre; şafak vaktinde Sülbüz dağının karşı zirvesine tırmanılır. Dua eden kadın sol avuncundaki tuzu ve sağ elindeki ekmeği doğan güneşe gösterip ağlarmış. Dökülen göz yaşlarının tuzun ve ekmeğin bereketini karın altındaki kutsal toprağa taşıyacağına ve bunun sonucunda toprağın uyanarak iyiliğini ve doğurganlığını kadının rahmine göndereceğine inanılırmış.
Söylenceyi hatırlayınca tarif edemediğim bir duygu ve hüzün bütün benliğimi sardı. Kendi kendime, “Tuz ve ekmeğin bereketi su aracılığıyla toprağa kavuştu ve toprak ürününü binlerce yıl geriliklerle, karanlıkta yaşama mahkum edilen halkımıza Başkan Apo olarak verdi” dedim.
Önderliğimizin bir yıldır esaret altında olması beni kahrediyordu. Yaşadığım suçluluk duygusu içten içe kemiriyordu. Adil arkadaşın sesiyle kendimi kaptırdığım düşüncelerden sıyırıp, bulunduğum mekana geri döndüm. “Gidip çobandan köy hakkında bilgi alalım” diyordu. Hemen üç arkadaşı bilgi almak için çobanın yanına gönderdim. Giden arkadaşların getirdiği bilgi bir hayli önemliydi ve bana bir çok şey çağrıştırmıştı. Çoban, dört arkadaşımızın sırtlarında çantalarıyla bir saat önce yanından geçtiğini söylemiş. Bunların bizden olmadığını çok iyi biliyordum. Çünkü alanda bizden başka kimse yoktu. Kaldı ki çobanın tarif ettiği patika ve araziyi başka arkadaşlar bilmiyordu. Adil arkadaşa, “Bunlar gerilla kılığına girmiş kontralar olmalı” dedim. Ve köye gidip-gitmeme konusunu tartışmaya başladık. Fakat zorunluluklar ve geçen zaman bizi bu bilgiye rağmen köye gitme yönünde karar almaya itti. İçimde yanlış yapıyoruz diye düşünmeme rağmen köye girme kararını aldık. Sanki ölüm bu kez gerçekten bizi hiçbir ikirciklik duymadan çekiyordu. Aslında sürekli ölümle birlikte yaşarız ama hiçbir zaman ona karşı gözümüzü kırpmadık. Onun için çoğu zaman ölüm korkar bizden, kaçardı. Fakat bu kez ölüm bile bizim bu kadar üzerine üzerine gitmemize şaşırmıştı.
Gittik. Üç arkadaşı köyü daha yakından gözetlemeleri için biraz öne gönderdim. Kalan arkadaşlarla da küçük bir parça meşe ormanı içinde konaklandık. Orman demek abartı olur belki ama, işte yine de yapraklıydı ve gözden uzak tutuyordu. Bir şey olmazsa akşam görevlerimizi yapacak, sonra üstlendiğimiz noktaya dönecektik. Ve ihtiyaçlarımızın hepsini karşılayabilirsek bir daha köylere girmeyecektik. Ama düşündüğümüz gibi olmadı. Bilgisini aldığımız o dört kişi tahmin ettiğimiz gibi düşmandı ve bizi kuşatmaya çalışıyorlardı. Çevreyi dikkatlice kontrol edince operasyon olduğunu anladık. İçimizde araziyi ayrıntılarıyla tanıyan yalnız Munzur arkadaştı. Çatışmaya girmemek için gizlendiğimiz ormandan yürüyerek uzaklaşmak istedik. Biraz ilerledik. Ormanlık alanın sonuna gelmiştik. Karşı sırttan inen askerlere görüntü vermemek için daha fazla gidemedik. Daha sonrada uzaklaşmaya fırsat bulamadık, askerlerle iç içe girmiştik. Patikadan yürürken bizi görmüşlerdi fakat biz onları fark ettikten sonra gizlenmiştik. Alanda olduğumuzu biliyorlardı ama nereye gizlendiğimizi tespit edememişlerdi.
Bunun için bulunduğumuz yamaçtaki parçalı ağaç topluluklarını tek tek avcı kolu biçiminde arıyorlardı. Saate baktım biri gösteriyordu. “Akşama daha çok var” dedim kendi kendime. Acaba çatışmaya girmeden akşamı edebilecek miydik? Sessizliğe gömülmüştük. En ufak bir çıtırtı sesine bile tahammül edemiyordum. Adil arkadaşa “Çatışmaya girmek istemiyoruz ama üstümüze gelirlerse de vuracağız” diyordum. Bulunduğumuz yerde ikişerli çember biçiminde mevzilenmiştik. Askerlerin kendi aralarındaki konuşmalarını rahatlıkla duyabiliyorduk.
Yanımdaki Munzur arkadaşa “Üstümüze gelirlerse vuracağız. Kendimizi savunma hakkımız var” diye yeniledim. Bulunduğumuz orman parçasını iki kez aradılar ama bizi göremediler. Her an karşı karşıya gelme ihtimalinin stresinden boğazım kuruyor ve yutkunmakta zorlanıyordum. Stresin yoğunluğundan başıma ağrı girmişti. Böyle anlarda insan o kadar hassaslaşıyor ki, en küçük bir ses ya da hareket bile gözden kaçmıyor çünkü en ufak bir dikkatsizlik bile ağır sonuçlar doğuruyor.
Üçüncü kez bulunduğumuz yere girmişlerdi. Sağımda Bîranin ve Gever arkadaş, solumda Gorse arkadaş ve diğer uçta ise Adil arkadaş siper almış bekliyorlardı. Sesler gittikçe yakınlaşıyordu. O anda sözlü iletişimimiz kesilmişti. Dönüp arkadaşların gözlerine baktım. “Hazır olun geliyorlar diye…” Ne söylemek istediğimi anlamışlardı. Gözler sessizlikte anlatılmak istenenin dili olmuştu. Başlangıç benim silahımdan çıkan mermiyle olacaktı. Yaprakların arasında hazır bekliyordum. Birden beş-altı metre önümde elinde telsizi olan bir subay gördüm. Askerleri koordine ediyordu. Telsizle konuşurken kodunun Tepe-10 olduğunu anladım. Ağır adımlarla olduğumuz yere doğru ilerliyor, korku dolu gözlerle ağaçların arasını kontrol ediyordu. Subay bir iki adım daha attı. Nefesimi tutmuş görüp görmeyeceği konusunda kendime sorular soruyordum. Kalp atışlarım git gide hızlanıyordu. Birkaç metre önümde durdu ve eğilip olduğum yere baktı. Göz göze gelmiştik. İki üç saniye faltaşı gibi açılmış, şaşkın ve korku dolu gözlerle öylece baktı. Nedenini bilemiyorum ama ben de donup kalmıştım. Ateş edemiyordum. Silahımın arpacığıyla birleştirdiğim gözümü subayın gözüne dikmiş bakıyordum. Bir an subayın ağzından çıkan “Teslim ol” sözcüğüyle ondan önce davranıp silahımı ateşledim. Subayın dudaklarından çıkan o iğrenç sözcüğü havada asılı kaldı, “Tesl…!”
Aynı anda diğer arkadaşlarda silahlarını ateşlemiş ve Kürdistan’daki eşitsiz kavga düzeni 19 Eylül 2000’de yeniden başlamıştı. Bu eşitsiz savaşta canavarlar daha bir canavarlaşır ve her tür teknik silahı alçakça kullanırlardı. Patlayan bombalar, lav silahı atılan havan toplarıyla eylül serinliğinde kızgın bir kavga başlamıştı. İlk ateşle üç- dört metre ötemizde sekiz asker cansız yere serilmişti. Her taraftan kurşun yağmuruna tutulmuştuk. Yere kapanmıştım. Arada bir ateş edilen yerlere karşılık veriyordum bir ara alnımdan sol gözümün hizasında saçlarımın arsında bir sıcaklık hissettim ardından sağ gözümün karardığını sol gözümün kanla dolduğunu fark ettim. Vurulmuştum. Daha önce kafasından vurulan arkadaşları görmüştüm. Çok azı kurtulmuştu. “Biraz sonra bende şehit düşeceğim” diye düşündüm. Ama bir süre sonra şuurumun hala yerinde olduğunu ve rahat hareket edebildiğimi fark ettim. Soğukkanlılığımı yitirmemeye çalışarak boynumdaki eşarbı çıkararak yarayı bağlaması için yanımdaki Munzur arkadaşa uzattım. Yaralandığımı görünce donup kalmıştı. Donuk gözlerle bana bakıyordu. Etkilendiğini anladım ve biraz ötemizde bulunan Biranin arkadaşı çağırdım. Yağmur gibi yağan kurşunlar altında sürünerek yanıma geldi. Ona yaramı bağlamasını söyledim. Bu arada oradan çıkamayacağımı düşündüğüm için üzerimdeki parayı, şifreleri, telefon ve adres defterlerini çıkarıp Munzur’ a uzattım. Ona, “Al bunları Adil arkadaşa teslim et” dedim. Ve sonra Biranin, Munzur ve Gever arkadaşa Adil arkadaşın yanına gitmelerini ve kendilerini yamaçtan aşağıya, dereye doğru bırakmalarını söyledim. Orada kalıp, onları savunacaktım. Başımdan aldığım yaradan kurtulamayacağıma inanmıştım. Artık ölümü düşünmüyordum. Çünkü o anda ölüm benim için anlamını yitirmişti. Tek düşüncem diğer arkadaşların çemberden çıkıp, kurtulmasıydı ve bunun içinde olduğum yerde kalıp sonuna kadar çatışacaktım. Onlara, “Çabuk gidin ve beni beklemeyin” diye sert bir ifadeyle bağırdım. Biranin arkadaş,
-“Olmaz seni bırakmayız” dese de “Talimat olduğunu ve gitmeleri gerektiğini” söyledim. İkna olmayıp diretince,
“Siz gidin ben sizi savunacağım fırsat bulursam dere yatağına inerim” dedim ve onları gönderdim.
Uzandığım yerden gelen yoğun ateşe karşı tek tek atışlarla karşılık veriyordum. Çünkü cephanem az kalmıştı. Bir yandan da her atıştan sonra sürünerek geri çekilen arkadaşlara bakıyordum. Dere yatağına ulaşırlarsa kendilerini kurtarabilirlerdi. Gözden kaybolduklarında bir süre daha çatıştım. Sonra sürünerek ben de dere yatağına inmeye başladım. Biraz ilerleyince Gever ve Biranin arkadaşlara rastladım. Gever arkadaş acıyla kıvranıyordu. İki bacağından da yara almıştı. Biranin arkadaş ise onu aşağıya çekmeye çalışıyordu ama bu onunda yaşamına mal olabilirdi. Gerillada yaralı bir yoldaşı bırakmak kadar zor bir şey olamaz. Ama zorunluluklar bazen insana istemediği şeyleri de yaptırıyordu. Biranin arkadaşa bağırarak,
-“Onu bırak ve aşağıya in” dedim. Biranin arkadaş hiç bir şey söylemeden kendisini aşağıya bıraktı. Gever arkadaşın yanına gidip onu sürükleyerek götürmeye başladım. Yoğun taramalar ve patlayan bombaların sesi kulakları sağır edecek derecede şiddetliydi. Bu arada Gever arkadaş omzundan da bir mermi aldı. Yarası oldukça ağırdı üç-dört dakika sonra şehitler kervanına katıldı. Bir süre Gever arkadaşın cansız bedenine sarılıp kaldım. İlk kaybımızı vermiştik. Gever’in mahzun yüzü canlandı gözümde. Sanki taze bir fidan gibi kökünden sökülüp atılmıştı. Fakat yeri boş kalmayacak, yerine onlarcası dikilecekti.
Ateş biraz hafifleyince, tutuşan ormanın dumanından yararlanarak, aşağıya inmeye çalıştım. Deredeki sık kamışların arasına girecek, cesedimin Türk ordu güçlerinin eline geçmesine engel olacaktım. Suya vardığımda artık ayakta duramıyor, sendeliyordum. Yan tarafıma düşen havan topunun şiddetiyle birkaç metre yana fırlamış yüzü koyun yere düşmüştüm. O anda kamışların içinden uzanan bir elin kolumu tutmasıyla kendime geldim. Başımı kaldırdığımda Biranin arkadaşla göz gözeydim. Sol gözüm kanla dolduğundan sadece bir gözüm görüyordu. Yeniden doğmuş gibiydim. Diğer arkadaşları sordum,
-“Az üstümüzden aşağıya indiler” dedi. Bu arada dere yatağı havan topları ve lav silahlarıyla dövülüyordu. Biranin koluma girmiş kamışların içinden hızla aşağıya doğru çekiyordu. Nihayet bir yere vardık. Daha sık, gür ve geniş ormanlıklı bir yamaca çıktık. Ve burada gizlendik. Munzur ve Adil arkadaşlar bizden kopmuştu. Derenin içine saklanmış olabilirlerdi. Hava artık kararmaya başlamıştı. Çevremizde asker sesleri, pusu atmaya hazırlanan timlerin konuşmaları ve arada bir gelen tek tük kurşun sesinden başka bir şey duyulmuyordu. O geceyi orada geçirmeye karar verdik. Çünkü çemberden çıkma girişiminde bulunursak, pusuya düşme olasılığımız çok fazlaydı. Çok kan kaybettiğimden vücudum ağırlaşmış ve takatim kalmamıştı. Yara soğudukça dayanılmaz bir sızı oluyordu başımda. Hava çok soğuk olmamasına rağmen titriyordum, yanımda oturan Biranin arkadaşa sokulup, başımı omzuna koydum. Bir süre sonra kendimden geçmişim. Sabahın ilk ışıkları ve askerlerin bağırışlarıyla kendime geldim. Gün boyu ormanın içinde saklandık. Askerler çatışma yerlerini arayıp, akşama doğru geri çekildiler.
Akşam bizden kopan Adil ve Munzur arkadaşları bekledik. Pür dikkat çevreyi dinliyorduk ama onlardan bir ses yoktu. Bir süre bekledikten sonra çatışma yerinden ayrılmaya karar verdik. Ve çatışmadan önce en son kaldığımız noktaya gittik. Arkadaşlar belki oraya gelebilirlerdi. Noktada iki gün Munzur ve Adil arkadaşları bekledik fakat gelmediler. Hep noktaya giren patikaya bakıyordum öylece…Zaman zaman onların patikadan bize doğru gelişlerini canlandırıyordum gözümde. Gece, yaprak hışırtılarında ve kuru bir dala basıldığında çıkacak sesteydi kulağım. O kadar dikkatli dinlememe rağmen bu sesleri duyamamıştım. Onların şehit düşmüş olabileceklerini düşünmekten dahi korkuyordum. Fakat onlar kendilerini kurtarabilecek yetenektedirler; şehit düşmeyecekler. Munzur arkadaşın yaralandığımı görünce yüzünde oluşan ifade canlanıyordu gözlerimde; nasıl da donup kalmıştı. Yine Adil arkadaşın iri fiziğine rağmen atik ve canlı hareketleri, soğukkanlılığı ne kadar da moral veriyordu bize. Varto’luydu ama İstanbul’da büyümüş, sonra Avrupa’ya çıkmış ve oradan gerillaya katılmıştı. Radyo beş kayıptan bahsediyordu. Sonraki gün yüksek bir sırta çıkıp karargahla telsiz bağlantısı kurduk. Karargahtakiler Munzur arkadaşın kendilerine ulaştığını fakat Adil arkadaştan haberlerinin olmadığını söylediler. Daha sonraki günlerde, onlar çatışma yerlerine yakın oldukları için bir grup çıkarmış ve çatışma yerini kontrol etmişler ve Adil arkadaşın cenazesini bulmuşlardı. Bize telsizle aktardıklarında inanmak istemedim. Ve uzun süre de doğru olduğunu bildiğim halde Adil arkadaşın şahadetini kabullenemedim.
Adil arkadaşın şehit düştüğü kesinleşince biz de beklemekten vazgeçip karargaha gitmeye karar verdik. Yaramın bakımı yapılamadığı için yürürken zorlanıyordum. Birkaç yüz metre gidip oturmak zorunda kalıyordum. Bir gecelik yol olmasına rağmen ancak iki günde karargaha ulaşabilmiştik Çatışma başlamadan önce keşfe gönderdiğim üç arkadaş da gelip karargaha ulaşmışlardı. O olayda iki şehit vermiştik. Çatışma yerini kontrol etmeye giden arkadaşlar Adil ve Gever arkadaşların cesetlerini katıra yükleyip yanımıza getirmişlerdi. Dünyanın en değerli varlığı olan insanları ve onların da en güzellerinden iki yoldaşımızı sloganlar ve silah sesleri arasında toprağa verdik. Artık fiziksel olarak aramızda olmayacaklardı. Ama nasıl unutulabilirlerdi ki, yoklukları her an, her saniye belli oluyor ve hissediliyorsa onlardan ayrıldık diyebilir miydik?
Analar dün olduğu gibi bugünde yarında Sülbüs dağının karlı zirvesine çıkıp şafak aydınlığını yayan beyaz fistanlı iyilik meleğine yakaracaklar. Ve toprak onların istemlerin kabul edip; iyiliğini, bereketini, doğurganlığını gösterecek ve karanlığa karşı savaşan güzel insanlar doğacak. Ve bu devinim hiç durmayacak.
ŞEHİT RENÇBER
YORUM GÖNDER