MEŞRULUĞUN KAYNAĞI: AHLAKİ VE POLİTİK TOPLUM
Enerjinin zamanda hız kazanması, mekânda mesafe kat etmesi hareket ve oluş; oluş da varlık (madde) haline gelmedir. İlk büyük patlama denilen zamandan insan toplumuna kadarki gelişme, enerjinin değişik hallerinden başka bir şey değildir. Evrenle ilgili tüm sırları içinde saklayan insan, evrensel bir varlıktır. İnsan türünün kendinden önceki primat (insana en yakın familya) türünden kopup insanlaşması, toplumsallaşma düzeyiyle at başı gider. Diğer canlılara göre doğa karşısında görece daha zayıf savunma mekanizması olan insan, ancak düşünce gücü ve toplumsallıkla doğadaki zorluklara ve tehlikelere karşı kendini korumaya alabilmektedir. Aksi halde varlığını sürdüremez. Toplumsallık, insan türünün varlık koşuludur. Toplumun ise varlık koşulu, politika ve ahlaktır; bunlarsız toplum var olamaz. İnsanlık tarihinin yüzde doksan sekizlik bölümüne tekabül eden en uzun süre toplumları (klan, kabile, aşiret) kendi kendilerini güncel olarak doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politika (toplumun beslenme, güvenlik, savunma gibi ortak sorunlarını da bir araya gelerek konuşma, tartışma, ortak kararlarla çözme ve bu kararları uygulamakla yükümlü şeflerini, yöneticilerini seçme, gerektiğinde görevden alıp yenileme) ile yönetirken, gönüllü uyulan ahlak (politikanın tecrübeyle elde edilmiş deneyimlerinin kurumsallaşmış gelenek hali) kurallarıyla da hem varlığını sağlamakta hem de birliğini korumaya almaktadır. Buna karşıt kutupta yer alan ve insanlık tarihinin sadece yüzde ikilik bölümüne tekabül eden devlet olgusu, ahlak yerine zora dayalı hukukun, toplumun doğrudan demokrasi temelinde icra ettiği politikasının yerine bürokratik yönetimin (birey ve toplumun söz karar yetkisi yerine tanrı sözünün/egemenin sözünün) ikame edilmesidir. Devlet, demokrasi, direniş, hukuk ve meşruluk sorunu bu temelde başlar. Hukuk mu meşruluk mu, bir nevi öz mü biçim mi tartışmasına benzer. Biçim (form), özün kendisi olmayıp, asla özün yerini alamaz. Örneğin Enerji, maddenin özüdür; madde ise enerjinin kafeslendiği, dondurulduğu biçimi veya formudur. Asıl olan enerji olduğuna göre, madde (form) hiçbir zaman enerjinin (asıl olanın) yerine geçemez, enerjinin kendisi olamaz. Toplum ile devlet ve hukuk ilişkisinde de asıl olan, kalıcı olan tarihsel akış halindeki ahlaki-politik toplumdur; devlet ise bu akışın (ahlak ve politikanın) dıştan bir etkiyle (egemenin aldatıcı iradesi ve zoruyla) kafeslendiği, dondurulduğu biçimi veya formudur. Yani toplumun doğal gelişiminin ürünü olarak ortaya çıkmamış, aksine toplum karşıtı (İlk egemenlerin kendilerini tanrı sözcüsü veya tanrı-kral ilan etmeleri, birey ve toplumu ise tanrılara, yani kendilerine hizmetle yükümlü kul-köle kılmaları, ardıllarının bunu restore ederek Senyör/ağa-serf/köylü, patron-ücretli işçi sürdürmeleri gibi her dönem egemenlerin bir tercihi olarak tepeden ahlaki ve politik topluma zorla dayatılan gayrimeşru olgulardır. Meşruluğu olsaydı, yalana (aldatıcı mitoloji, ardından teoloji, felsefe ve günümüzün pozitivist ideolojileri) ve zora başvurma gereği duymazdı. Toplumsal ahlakın en çok lanetlediği yalan ve zorbalığa dayalı olarak, yani meşru yollarla gerçekleşmeyen ve ahlaki-politik dokuya mal edilmeyen devlet ve hukuk formunu, toplumsal doğanın bir kendiliği olarak değerlendiremeyiz. Toplumun doğal gelişim seyri içinde akışını sürdüren ve gönüllüce icra edilen politikası ve onun gelenek halini alan ahlakının egemenlerin yalan ve zoruyla kafeslenmesi, dondurulmasını ifade eden devlet ve hukuk formunu, akan suyun damacanaya alınıp satılmasına benzetebiliriz. Damacana suyu bittiğinde veya yetersiz kaldığında bir kenara bırakılır ve asıl olan su kaynağına geri dönülür. Damacana olmadan hayat devam eder ama su olmadan hayat devam edemez. Dolayısıyla asıl olan ahlaki politik toplumdur; form olan devlet, toplum olmadan, yine form olan hukuk da ahlak olmadan var olamaz ama ahlaki ve politik toplum, devlet ve hukuk olmadan da var olabilir, en uzun süreli tarihi boyunca olmuştur da. Kısa süreli devletli uygarlık tarihi boyunca da varlığını devam ettirmiştir. Hala devletsiz halklar, uluslar, topluluklar, klan, kabile ve aşiretlerin varlığı bunun kanıtıdır. Asıl Olan Ahlaktır; Meşruluğun kaynağı, asıl olan, kalıcı olan akış halindeki ahlaki-politik toplumdur, devlet ve hukuk, bu akışın değişik zaman ve mekânlarda egemenin iradesiyle (yalan ve zoruyla) kafeslenmiş, dondurulmuş (damacanaya alınmış) biçimi, formu olduğuna göre, çökmesi veya yıkılması sadece devlet formun çöküşüdür, toplumun değil. devletlerin (Orjinale bak) Hatta devletlerin çöküşü, toplumun tekrar politika ve ahlak organlarının özgürce işleyişine kavuşması anlamında olumludur da. Devletler olsun veya olmasın toplumlar her şart ve koşulda, politika ve ahlak organlarının işleyişinde varlığını sürdürür. Asıl olan politika ve ahlaktır, devlet ve hukuk zoruyla politika ve ahlakın alanı geriletilse de toplum var oldukça akışını sürdürür. Sorun devlet ve hukukun yetmezliğidir, politika ve ahlakın değil. Devletlerin sık sık restore edilmeleri, yetmezliklerinin kanıtı olurken, hukukun da yetmezliğinde ahlaka (suyun kaynağına) başvurulması bu nedenledir. Dünyadaki tüm hukuk sistemleri bu mecburiyeti kabul etmiştir. Her hukuk sisteminde bir kuraldır; “Hâkim, karşısına çıkan bir uyuşmazlıkta önce anayasa, yasa, tüzük ve yönetmeliklere bakar, orada sorunun çözümüne ilişkin bir madde bulmadığında teamül ve geleneklere, yani ahlaka başvurur” denilir. Tıpkı damacana suyu yetersiz kaldığında suyun asıl kaynağına başvurmak gibi. Bir başka deyişle hukukun bir form ve biçim olduğunu asıl olanın, asıl kaynağın ahlak olduğunu bizzat hukuk sistemlerinin kendisi de itiraf etmektedir. Son tahlilde hukukun kaynağı ahlaktır ama ahlakın kaynağı hukuk değildir, toplumdur. Dolayısıyla asıl olan ahlaktır. Hukuk, ahlakın devlet zoruyla kafeslenmiş, dondurulmuş formudur. Form olan hukuk, hiçbir zaman asıl olan ahlakın yerini tutamaz. O halde toplumlar hukuksuz yaşayamaz tezi, tamamen egemenlerin bir ideolojik yanıltma propagandasıdır, tersi doğrudur; toplumlar hukuk olmadan da yaşayabilir ama ahlaksız yaşayamaz. Tarih, hep egemen zümrelerin ideolojik bakışlarıyla kodlandığından, toplumun en uzun süre tarihine göre kısa süreli devletli uygarlık için zorunlu, ilerletici hatta devrimci gelişme deniliyor! Bu konuda ilk elden söylenecek şey, toplumun ahlaki ve politik yargısında devletli uygarlık bir gelişme değil görece muazzam bir gerileme, insanlık için bir düşüş (Kulluk-kölelik, senyör/ağa-serflik, patron-ücretli kölelik, ahlaken reddedilmesi gereken bir düşkünlüktür) adımıdır. Doğrusu, bunun bir gelişme değil, zorunlu olmayan ya da zorunluluğu bulunmayan gerici, düşürücü bir karşı devrim olduğudur. Toplumun olmazsa olmaz kabilinden varoluş organları olan ahlak ve politikasına dayalı özgürce gelişimine karşıt yönde, egemen elitlerin aldatıcı mitoloji, teoloji, felsefe, ideolojileri ile ahlaki politik toplum üzerine inşa edilen ve zorla yürütülen hükümranlık rejimleri, en uzun süre toplumunun doğal ahlaki ve politik gelişmesinin kafeslenmesi, dondurulmasıdır. Bu şekilde ahlaki ve politik toplumun özgürlüğü, söz ve karar yetkisi egemenler lehine kafeslenerek dondurulur; özgürlük yerine kulluk-kölelik, serflik, ücretli kölelik; gönüllü ahlak kuralları yerine zora dayalı hukuk; doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politikası yerine tek yanlı zora dayalı bürokratik yönetim ikame edilir. Sümer rahiplerinden başlayıp, günümüzün pozitivist ideologlarına kadar egemen sınıfların ahlaki ve politik topluma hâkim kılmak istedikleri devlet ve hukuk, toplumun doğal gelişme ürünü kendiliğinden bir oluş değil, yalan (aldatıcı mitoloji, teoloji, felsefe, ideolojiler) ve zorla dayatılan ideolojik tasarım ve icatlardır. Devlet Sümerlerde aldatıcı mitolojiye, Ortadoğu’da dine, Grek ve Helenlerde felsefeye, Roma’da hukuka, kapitalist çağda ise ‘Devlet her şey birey ve toplum hiçbir şey’ diyen Hegel’in Hukuk Felsefesine (ulus-devletin İncil’i) dayalı olarak ortaya çıktı. Yani Sümerlerden beri devletler, tarihleri boyunca sıkça yıkılıp, restore edilip yeniden yaratılmaktadır. Değişen sadece devlet formudur, yani biçimdir; asıl olan, kalıcı olan tarihsel akış halindeki ahlaki-politik toplumdur. Çeşitli biçimlerdeki (köleci, feodal, kapitalist) devlet formuna hapsedilip akışı barajlarla durdurulmaya çalışılsa da toplum, çeşitli direniş biçimleriyle ahlak ve politikasına sahip çıkmakta, her zaman ve her koşulda varlığını sürdürmektedir. Tarihin anlatılmayan diğer yüzü, kendi hiyerarşik sınıf ve devlet elitlerinin ihanetine karşı hep mücadele eden, direnen kadının, klan, kabile ve aşiretlerin, günümüzde demokratik ulus direnişlerinin demokratik, özgür ve eşitlikçi yapısında ve bilincinde ısrar eden kültürü, ilerleme ve gelişmeyi temsil eden asıl güç olduğudur. Devletli uygarlığın daha başında İnanna Destanı, ilk kadın direnişini simgelerken, şehir meclisindeki itirazlar bunun öyle kolay gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır. Eğer bu direnişler bastırılmasaydı, uygarlık kadın önderliğinde (İlk Sümer kentleri koruyucu tanrıça kültüne dayalıyken sonradan aldatıcı mitolojilerle erkek tanrılar ve devlet icat edildi.) demokratik uygarlık olarak gelişebilirdi. Bunun yalana dayalı aldatıcı mitolojiler ve zor aygıtlarıyla tersine çevrilmesi, bir karşı devrim olarak köleci, feodal, kapitalist devlet formlarıyla günümüze kadar süregelmektedir. Karşı devrim olarak devlet, kendini yalana ve zora dayalı hukuk ile meşrulaştırmaya çalışırken, bunun karşı kutbunda yer alan ahlaki ve politik toplum direnişleri ise, devletin mutlak iktidar tarzındaki yönelimlerine karşı toplumsal varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama direnişleri olarak ortaya çıkmıştır. İnanna şahsında ifadesini bulan ilk kadın direnişi, ilk şehir meclislerindeki direnişler, ardından gelişen kulluk ve köleleştirme seferlerine karşı direnen klan, kabile ve aşiretler veya etnisite hareketleri, peygamberlik hareketleri, sınıf mücadeleleri, günümüzde ulus-devlet faşizminin katı merkeziyetçi, tekçi ve soykırımcı hukuki pozitivizmine karşı gelişen meşru demokratik ulus direnişleri, demokratik anayasa hareketleri, kültürel, ekolojik, feminist hareketlerin direnmeleri hepsi, mutlak devlet iktidarının sınırlandırılması, daha az devlet daha çok toplum (ahlak), demokrasi (politika) ve özgürlükler (Üç Kuşak İnsan Hak ve Özgürlükleri) mücadelesidir. Daha da somutlarsak, mutlak devlet iktidarını sınırlandırmanın ilk yazılı ifadesi 1215 tarihli Magna Carta ile devam edip ardından gelişen Rönesans ve Reform Hareketi, devlet iktidarının kutsal olmadığı, göksel değil yersel olduğu, toplum sözleşmesi ürünü olduğu, devletin bu sözleşmeyle bağlı olması gerektiği, aksi halde direnme hakkının kullanılacağı düşüncesi üzerinden 1789 Fransız Devrimini, mutlak devlet iktidarını sınırlayan demokratik anayasa hareketleri ve birinci kuşak (bireysel) özgürlükleri doğurdu. Temsili demokrasi deneyimleri olarak İngiltere’de parlamentarizm ve parlamentonun üstünlüğü mücadelesi, 1793 Fransa Anayasasıyla liberal temsili demokrasi, bireysel özgürlüklerin ve temsili demokrasinin tek başına toplumsal ve ekonomik güvence sağlayamaması eleştirileri üzerinden gelişen sosyal demokrasi, 1919 Ekim Devrimi, beraberinde ikinci kuşak (sosyal-ekonomik) özgürlükleri getirdi. Nihayetinde gerek temsili demokrasinin gerekse ulus-devlete eklemlenen sosyal demokrasinin zaaf ve yetmezliklerine karşı demokrasiyi yerelde gerçek sahibine, topluma, tabana mal etme ihtiyacının ürünü olarak doğrudan demokrasi hareketi de denilen radikal demokrasi ve demokratik ulusçuluk ile yanıt verildi. Gelinen aşamada artık devlet, kutsal olmaktan çıkarılıp toplumun ve bireyin hizmetinde teknik bir araç durumuna getirilirken, görev alanı da dışişleri, maliye, savunma gibi uzmanlık gerektiren genel ve asli sınırlarına çekildi. Geriye kalan işler yerele-Eyalet, bölge, kanton, daha da tabana doğru köy, ilçe, kent meclisleri ve belediyelere bırakılarak yerelde doğrudan demokrasiye işlerlik kazandırıldı ve bu durum üçüncü kuşak özgürlükler olarak demokratik anayasalarda da yerini aldı. Sonuç, “ne kadar az devlet o kadar çok demokrasi ve özgürlük” anlayışına, “Demokratik anayasa ve yerelde doğrudan demokrasi” sentezine ulaşmak oldu. ‘Daha Az Devlet Daha Çok Toplum/Demokrasi/Özgürlükler’ sloganı olarak somutlaşan tüm bu tarihsel direnişlerin özü ve sınırı, toplumu devlet iktidarının zora dayalı hukuk ve bürokratik yönetimlerinin alanını iyice daralttıkları ve işlevsizleştirdikleri ahlaki ve doğrudan demokrasi olarak icra edilen politik organlarına yeniden işlerlik kazandırmaktır. Bu temelde devrimler, ancak toplumun ahlaki ve politik işlevini özgürce yerine getirmesi ve sürdürmesi katı biçimde engellendiği zaman, başvurulacak toplumsal eylem biçimleridir. Devrimler, yeni toplumlar, uluslar ve devletler yaratmak için değil ancak ahlaki ve politik toplumu özgür işlevine kavuşturmak için geliştirildiğinde, toplumca meşru kabul edilebilir ve kabul edilmelidir. Toplumu değiştirme yolunun ahlaki ve politik toplumsal düzeyi yükseltmesi halinde meşru kabul edilebileceğini, her türlü totaliter ve otoriter yöntemin ahlaki ve politik toplumun düzeyini düşüreceğini ve sonuçları ne olursa olsun meşru olarak kabul görmeyeceği açıktır. Çünkü toplumlar yaratılmaz, ahlak ve politikasının işlevselliğinde özgürce yaşanır. Gerek en uzun süre toplumlar tarihinin yüzde doksan sekizindeki başatlığı olsun, gerekse kısa süreli devletli uygarlık tarihinin baskı ve istismarına karşı direnişe geçmesi olsun, her zaman ve her koşulda ahlak ve politika gibi varoluş organlarına sahip çıkması, meşruiyetin asıl kaynağının nerede aranması gerektiğini yeterince kanıtlamaktadır. Hukuk, Devlet Zoruyla Kanunların Yürütülmesidir; Meşruluğun kaynağı ahlak ve politika, hukuktan ve bürokratik yönetimden (devletten) önce gelmektedir. Hukuk, devlet zoruna dayanır, zora dayalı uyulan kuralları ifade eder, ahlak ise gönüllü uyulan kurallardır. Sınıf ve devlet oluşumları, hukuk ve bürokrasi, yalana, baskı ve zora dayalı icatlar olduğundan toplumun ahlak ve politikasının reddettiği gayri meşru olgulardır. Yalan ve zorbalık, ahlaki yargının vicdanlarda en fazla lanetlediği olgulardır. Zorbalığı meşrulaştırma aracı olarak hukuk, uygulanmak için devlet zoruna ihtiyaç duyar. Meşru olsaydı yalana ve zora başvurma gereği duymazdı. Meşruluğun ölçüsü, toplumun söz ve karar yetkisi olarak doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politikasına, ahlakına dolayısıyla hakikate ve gönüllülüğe dayalı olmaktır. Hakikatin kanıtladığı ise, devlet ve onun zoruna dayalı hukuk olmadan da toplumlar var olabilir, yaşayabilir ama toplumlar ahlak ve politikası olmadan var olamaz, yaşayamaz. Toplumsal hakikatin temel varoluşu için olmazsa olmaz olan ahlak kuralları, gönüllülüğe dayalı olduğundan meşruiyeti tartışma konusu bile olamaz. Yine tarihsel-toplum gerçeği kanıtlamaktadır ki, toplumlar tarihinin yüzde doksan sekiz gibi uzun bir döneminde, hukuk değil doğrudan demokrasi ve ahlâk kuralları geçerlidir. Toplumlar tarihinin geriye kalan yüzde ikilik süreçten günümüze kadar çok parçalanmış, kendi haline bırakılmış olsa da toplum birimlerinde de hâlâ ezici ağırlıkla uygulanan hukuk değil ahlâktır. Halk arasında “Hani eski insanın söze bağlılığı” deyimi biraz da ahlaki bozulmaya işaret eder. Çok bozulmuş da olsa, bireyden, aileden etnisiteye kadar hatta hukukun en ince detayına dek düzenlediği birçok kurumsal alandaki iş yapımına kadar ahlâk olmadan yaşamın yürüyemeyeceğini gözlemek zor değildir. Hukuk sadece bir örtüdür, esasen işi yürüten güç hâlâ da ahlâktır. Sorun ahlâkın işlevsiz kalması değil yalan, hile, aldatma ve zorbalıkla toplumun elinden alınmasıdır. Karmaşık hal alan toplumun, artık ahlâkla yönetilememesi nedeniyle hukuka ihtiyaç duyulduğu iddiası büyük bir yalan ve o denli ahlâksız bir yargıdır. Tersi doğrudur; yukarıda örneğini verdiğimiz gibi hukukun yetmediği durumlarda ahlaka başvurulmaktadır. Ahlâkın yetmezliği, başarısız kalması, toplumun karmaşıklığından dolayı iş görememesi durumu kesinlikle söz konusu değildir. Burada da basit bir liberal ideolojik hegemonya kuralı işletilmektedir: Rakibi kolay saf dışı bırakmak için propaganda ile iyice yıpratma kuralı. Kapitalist Modernite Çağında ahlâka olumsuz yaklaşımın oluşumunda, liberalizmin ideolojik hegemonyasının rolü çok açıktır. Yerine ikame edilen hukukun ise, gerçekten en yönetemez, akıl ve vicdan dışı kurallarla yüklü olduğunu herkes biliyor. “Suratın mahkeme duvarı gibi soğuk”, “Mahkemelere düşenin vay haline” gibi yakınmalar, hukukun soğuk, ağır, hantal ve iş göremez ahlak ve vicdandan uzak yüzünü ifade eder. Bir yerde, kurumda ne kadar çok hukuk kuralı varsa, orada o kadar etkili bir baskı ve sömürü tekeli var demektir. Pratik gerçekler, günümüzde ilk adım atılan her kurumda bu hususu doğruluyor. Halen tüm toplumlarda gözlemlenen, sorunlarını mahkemeye gitme yerine geleneksel ahlak önderlerinin veya toplumun örgütlü olduğu alanlarda politik kurumlarının hakemliğinde çözme pratiğidir. Bu bağlamda sorulması gereken diğer bir soru da şudur: Ahlâk mı yoksa hukuk mu daha iyi yönetir? Anlatımımız her ne kadar içeriğinde bu soruya cevap veriyor ise de hukukun zorlama bir yönetim olması bile gerçeği gayet iyi açıklıyor. Hukuk, devlet zoruyla kanunların yürütülmesidir. Ama ahlâkta zorla yürütme yoktur. İçten benimsenmeyen bir kurala zaten ahlâk kuralı denilemez. Zora dayalı hukuki yönetimin, ahlaki yönetimle karşılaştırılmasında iyinin ağır basacağı, terazinin ağır gelen kefesinin kesinlikle ahlâk kefesi olacağı açıktır. “Toplumlar hukuksuz yaşayamaz” tezi, kapitalist ideolojik hegemonyanın en başta gelen çarpıtmasıdır. Doğrusu “Toplumlar hukuksuz var olabilir ve yaşayabilir ama ahlak ve politikasız var olamaz ve yaşayamazdır.” Hukuk kendiliğinden bir oluş, kendi başına bir varlık değildir; esas olan ahlaktır; ahlakın devlet zoruyla kafeslenmesiyle aldığı biçim, form hukuk oluyor. En uzun süre toplumu olarak ahlaki ve politik toplum, kısa süre toplumu olarak devletli toplumdan daha kalıcı olup, toplumun aslını, öz varlığını oluşturur. Günümüzde bile hala devlet ve onun zora dayalı hukuku olmadan da geleneksel ahlak kurallarına göre yaşayan klan, kabile, aşiret, kavim ve ulus toplumlarının varlığı, hala devlet ve onun zora dayalı hukukunun zorunlu olmadığının güncel kanıtıdır. Yani toplumlar sınıf, devlet ve onun zora dayalı yürütülen hukuk kuralları olmadan da var olabilir, yaşayabilir ama ahlak ve politikası olmadan var olamaz ve yaşayamaz. Buradan çıkan sonuç, ahlak ve politika, toplumun doğal gelişiminin zorunlu, olmazsa olmaz kabilinden kendiliğinden ortaya çıkan oluşlardır ama devlet ve hukuk, toplumsal gelişmenin zorunlu ürünü olarak ortaya çıkan kendiliğinden oluşlar değildir; aldatıcı mitoloji, teoloji, felsefe ve günümüzde ideolojilere dayalı inşa edilen ve zorla yürütülen olgulardır. Bu yüzdendir ki devlet, doğuşundan başlayarak günümüze kadar ahlaki ve politik toplum karşısında sürekli bir meşruiyet krizi yaşamıştır/yaşamaktadır. En uzun süreli toplumlar tarihinde gönüllü uyulan ahlak kurallarından zora dayalı hukuk kurallarına geçiş, Sümerler ile başlayan sınıf ve devletli uygarlıkla ilgilidir. Kesinlikle toplumsal bölünme, sınıflaşma ve devletleşmeyle birlikte gündeme girer. Bir devletli uygarlık icadıdır. Temelini ahlâk kurallarından alır. Fakat tıpkı kutsallıklar yüklü dinlerin devletleştirilmesi nasıl kendilerini devlet dini olmaya götürmüşse, ahlâkın devletleştirilmesi de hukuka yol açmıştır. Hukuk, diğer bir yönüyle egemen sınıfın ahlakıdır, toplumun değil; devlet zoruyla toplumun düzenleniş esaslarını ve yönetici sınıfın çıkarlarını, malını, mülkünü ve güvenliğini ifade eder. Yalan ve aldatmaya dayalı mitolojik düşüncenin temel inanç, yani ‘din’ ve yasa, yani ‘hukuk’ haline dönüşümü, rahip-kralların otorite gelişimi ve sürdürülmesi için üzerinde en çok kafa yordukları konulardır. İlk yazılı hukuk normları da Sümerlere hastır. Hukuk kurallarını kayalara kazıp dikerek, toplumun temel yönetim yasalarını herkesin anlayıp uygulamasına özen göstermişlerdir. Ur-Nammu ve Hammurabi yasaları, ünlerini günümüze kadar duyurmuşlardır. Hammurabi, Sargon’dan sonra tarihin bilinen ikinci imparatorudur. Kendi adına ilan ettiği ‘Hammurabi Yasaları’ daha önceki yasallaştırma (Ur Nammu ve devamı) geleneğinin devamı olsalar da etkililik ve tarihte iz bırakma anlamında birincil öneme sahiptir. Hem ‘Tanrı yasallığı’nın hem de ‘hukuk yasallığı’nın Hammurabi döneminden izler taşıdığı kesindir. Kaynağını köklü bir biçimde Sümer erkek egemen devlet sisteminden alan kadın köleliği ile birlikte hukuk kapsamına alınan köle çalışan bir hayvandır. Mülk konusudur. Sadece bir üretim aracıdır, efendisinin üzerinde her türlü tasarrufta bulunduğu duyguları olmayan bir eşyadır, alım-satım konusudur. Tek tanrılı dinler geleneğini başlatan İbrahim’i hareket, köleliği yumuşatma reformasyonu veya restorasyonu olur. Tevrat’ta cariyelik ve kölelik kurumu devam eder ama köle on yıl sonra efendisinin icazetiyle özgürlüğüne kavuşabilir. Zerdüşt, kulluk ve köleliği ahlaki bir düşkünlük olarak reddeder. Bir yandan aldatıcı mitolojiye diğer yandan dine dayalı devletin inandırıcılığını (meşruiyetini) yitirmesiyle yaşanan meşruiyet krizine Grek ve Helenlerde felsefe ile yanıt verilmeye çalışır. Sokrates, Perikles gibiler demokratik meşruiyeti ve yönetimi savunurken, Aristoteles aristokratik yönetimi, Platon ise ‘Devlet’i meşrulaştırmaya çalışır. Roma’da ise devletin meşruiyet aracı olarak hukuk ön plana çıkar. Modern hukukun da en temel kaynaklarından biri Roma hukukudur. Hukuk, belki de tarihte ilk defa bu denli gelişir ve kurumlaşır. Hukuk kodlamaları, bugün bile örnek alınmaktadır. Ancak dört bin yıllık kölelik sisteminin insanlığın vicdanı yani ahlâkı üzerinde derin tahribatlarla birlikte büyük boşluklar açtığı, son halini Roma’nın verdiği hukuki düzenlemelerin bu boşluğu dolduramadığı, salt hukukla meşruiyet krizini aşamadığı zaten çöküşünden bellidir. Buna yanıt, MS 325 yılında ahlaksızlığına ve vicdansızlığına karşı üç yüz yıldır direnen Hıristiyanlığın resmi din olarak kabulüdür. Dinin her kuralına kanun değeri vermekle (İlahi hukuk) hem yasallık hem de meşruiyet birlikte hal edilmiş oluyor. Ortaçağa böyle giriliyor. Fakat resmi devlet dini olarak Hıristiyanlık da, iktidarın yozlaştırıcı etkisiyle meşruiyet krizine girmiş, engizisyon hukuku olarak sonuçlanmıştır. İslam’da ise dönemin ahlaki ve hukuki ihtiyaçlarını karşılamak için hukuki düzenlemeler (Fıkıh) geliştirilir. Sürekli gelişen ve değişen toplumsal ihtiyaçlara cevap olmak için de İçtihat kapısını açık tutar. Ancak İmam Gazali ile birlikte toplum aleyhine ve saltanat lehine içtihat kapısının kapatılmasıyla meşruiyet krizine girer. İki dinin de gelişen toplumsal ihtiyaçlara yanıt veremez ve toplumu yönetemez duruma düşmesi, diğer yandan gelişen felsefe ve bilimle aydınlanan zihinleri tatmin etmemesi, ilahi hukuka dayalı devletin meşruiyet krizini doruğa çıkarır. Buna verilen yanıt 16. Yüzyılda dinde reformasyondur. Rönesans ve reform sürecinde devlet, hukuk ve ahlâk felsefesine ilişkin tartışmalar, iki koldan yeni meşruiyet teorileri geliştirir. Birincisi birey ve toplum, dolayısıyla demokrasi endeksli meşruiyet teorisidir. Montesquieu’nun kanunların ruhu ile başlayan ve J.J.Rousseau toplum sözleşmesi kuramı ile süregelen tartışmalar, devlet ve hukukun kaynağı ve meşruluğu sorununa toplum eksenli yanıt olma çabalarıdır. Montesquieu’a göre yasalar ve hukuk toplumsal gerçeklikle uyumlu olmadı mı meşru sayılamaz. J.J.Rousseau’a göre de devlet ve hukuk meşruiyetini birey ve toplumun rızasına dayandırmalıdır. Yani Montesquieu’nun kanunların ruhu ve J.J.Rousseau toplum sözleşmesi kuramı, toplumsal gerçekliği ve toplumu öncellerken, Thomas Hobbes ve Hugo Grotius ise devleti öncelemekte, yeni Leviathan’a (kapitalist devlet) yol açmak için hukuku devlet lehine yeniden teorileştirmektedir. Bu iki düşünürün, özcesi insanı insanın kurdu olarak ilan edip, devleti yeniden mutlaklaştırmaları bununla birlikte monarkın tekelci güç konumunu muştulamaları, tüm cephelerden kapitalist tekelin önünü açma işlevini görmüştür. Machiavelli, hiçbir örtüye sığınma gereği duymadan, siyasi başarı için gerektiğinde hiçbir ahlaki kurala bağlı kalınmamasına cevaz veren diğer bir 16. Yüzyıl düşünürüdür. Faşizme varacak ilkeyi, yüzyıllar öncesinde dile getirmiş oluyor. Aynı hat üzerinde yürüyen Hegel’in ‘Hukuk Felsefesi’ne göre de, devlet her şey birey ve toplum hiçbir şeydir. Böylece bir yandan toplum, diğer yandan devlet eksenli iki farklı zihniyet mücadelesinin toplumsal alana yansıması olan demokratik konfederal direnişlerinin burjuva ulus-devleti lehine bastırılması ile sonuçlanır. Sonrası kapitalizmin yeni dini milliyetçilik, devlet formu ise ulus-devlettir. Hegel, ulus-devleti “Tanrının yeryüzünde yürüyen hali” olarak kutsamaktadır. Böylece rönesans ve reform hareketinin toplum eksenli zihniyetinin aydınlattığı toplumu, milliyetçilik tekrar din gibi karartmaya başlar. Ulus-devlet pozitivizminin yeni dini olarak işlev gören milliyetçilik, burjuvaziye kutsal savaş adı altında 19. ve 20. yüzyıl boyunca toplumları her türlü şiddete ve savaşa kaldırmaya en elverişli meşruiyeti sağlarken, dincilik, bilimcilik, cinsiyetçiliği de yedeğinde tutmaktadır. Bu süreçte İngiliz ekonomi-politiği, ekonomi olmayan kapitalizmi ekonomi olarak yutturma, Fransız pozitivist sosyolojisi de toplumu kapitalist sömürüye hazırlama işlevini görmektedir. Pozitivistler, toplumu bilimsel olarak tanımladıklarını iddia etmelerine rağmen pozitivizm, toplumun gerçek akışını en az tanıyan düşünce okuludur. Kaba materyalistçe toplumu, tarihsiz bir yığın gibi yorumlayarak en çarpık, eksik bir toplum tanımıyla en tehlikeli toplumsal operasyonların yolunu açarlar. Toplumsal mühendislik kavramı da, pozitivizmle bağlantılıdır. Bunlar, dıştan müdahaleyle topluma istenen şekli verebileceklerini sanırlar. Diğer bir meşruiyet aracı olarak kullandığı güdümlü temsili demokrasinin de bir aldatmaca olduğu ve faşizmle sonuçlandığı biliniyor. Kapitalist modernitenin resmi anlayışı olan tüm bu yaklaşımlar, toplumu üzerinde her tür istismar ve sömürüyü gerçekleştirecekleri bir nesne kendilerini bu nimetlerin sahibi özne (burjuvazi-yeni efendi) konumuna meşruluk sağlamak içindir. Tarihten (milliyetçi tarih inşası) ekonomiye (İngiliz ekonomi-politiği), sosyoloji (Fransız Pozitivist Sosyolojisi) ve felsefeye (Almanya-Hegel Felsefesi) kadar her alanda kapitalizmi ve ulus-devletini meşrulaştırma teorileri, açık ki toplumu aldatma, zihinleri karartma ve hakikati perdeleme yöntemleri olarak Sümer rahip geleneğinin devamıdır. Kalıcı Olan Her Zaman Ahlaki ve Politik Toplumdur; Yukarıdaki kısa tarihçe bile, devletler ve hukukları, kalıcı ve en uzun süre toplumu olan ahlaki politik toplum üzerine zorla giydirilmiş kısa süreli hükümranlık rejimleri olarak, doğuşundan günümüze her dönem meşruiyet krizi yaşadığını, kendini restore ederek yeni formlarla sürdürmeye çalıştığını kanıtlamaktadır. Tüm bu süreçler (köleci, feodal, kapitalist devlet) egemen sınıfların ideolojik olarak inşa ettiği gerçeklikler olduğundan yıkılmaz ve değişmez gerçeklikler değildir. Tersine devlet endeksli meşruiyet rejimlerinin sık sık değişmeleri, restore edilmeleri, yeni biçimlerde inşa edilmelerinin nedeni yalana ve zora dayalı olmaları, inandırıcılıklarını fazla sürdürememeleridir. Değişen sadece formdur, asıl olan, kalıcı olan her zaman ve her çağda ahlaki ve politik toplumdur. Devletin çökmesi veya yokluğu, ahlaki politik toplumun kafesinden çıkması, özgürleşmesi demektir. En basit örneğini Türkiye’nin yakın tarihinde bulmak mümkündür: 1918-21 yılları arası, Osmanlı devletinin çöktüğü yıllardır. Ama ahlaki politik toplum çökmemiştir, Urfa, Antep, Maraş, Ege, Karadeniz ve Trakya’ya kadar direniş halinde olan yerel topluluklardır. Topluluklar bu dönemde (1918-21) kendi kendilerini devlet olmadan da vilayet, nahiye ve bölge şuraları (kongreler) eliyle yerelde doğrudan demokrasi tarzında kendi kendisini bizzat ve bilfiil yönetmesini bilmiştir. Ve bunu 1921 Anayasasına dek taşırmıştır. Bu anayasaya bakıldığında yerinden yönetim (yerelde doğrudan demokrasi, vilayet ve nahiye şuralarının özerkliği) esas, merkezi yönetim istisnadır. Devlet sadece savunma, dışişleri, maliye gibi genel konularda yetkilidir, geriye kalan işler yerele vilayet ve nahiye şuralarına bırakılmıştır. Yani asıl olan toplumun yerelde kendi kendini bizzat ve bilfiil yönetmesidir. Bu örnekler, toplumların yerelde devlet olmadan da kendi kendilerini yönetebildiğini, asıl ve tarihsel akış halinde olanın toplumun ahlak ve onun doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politikası olduğunu, karşı devrimle inşa edilen 1924 tekçi, katı merkeziyetçi ulus-devletin bu akışı kafesleyen, donduran bir form olduğunu kanıtlamaktadır. 1918-21 arası süreçte bir toplumsal güç olarak kurtuluş sürecine katılan sosyalistler, ümmetçi(demokrat) Müslümanlar, Çerkesler, Lazlar ve Kürtler, karşı devrimci darbe ve komplolarla 1924 anayasasının tekçi, homojen ulus-devlet sisteminin dışına atıldılar. Anılan toplumsal güçlerin bu tarihten sonraki direniş ve mücadeleleri de bu tekçi, homojen, baskıcı inkâr sistemine karşı süregelmektedir. Son tahlilde toplumsal güçlerin 1918-21 sürecinde elde ettiği kazanımlara (1921 Anayasası, yerelde kendini bizzat ve bilfiil yönetme) karşıt yönde komplo ve darbelerle zorla inşa edilen (1924 Anayasası ve devamı anayasalar) tekçi ulus-devlet formu, hiçbir zaman asıl olanın (1921 Anayasasının) yerini tutamaz. Akış halindeki toplumsal gerçeği kafesleyen ve donduran tekçi ulus-devlet formuna karşı sosyalistler, ümmetçi Müslümanlar, Çerkesler, Lazlar ve Kürtlerin direniş ve mücadeleleri devam ediyor. Onlar, 1918-21 sürecindeki ittifaklarını ve 1921 anayasasını, çağdaş demokratik gelişmeler ve Üç Kuşak İnsan Hak ve Özgürlükleri ekseninde güncellemenin derdindedir. Osmanlı devletinin son dönemlerinde ve günümüzde sıkça dillendirilen “devletin bekası” söylemi onları ilgilendirmiyor. Kaldı ki kısa süreli (beş bin yıllık) devletler tarihine baktığımızda, sıkça yıkılan, restore edilen veya farklı formlarla yeniden inşa edilen devletler gerçeği ile karşı karşıyayız. Sonuç, devletler gelip geçici formlardır; kalıcı olan her dönem ve her zamanda ahlaki-politik toplumdur. Devletlerin yıkılması, çökmesi, toplumun yıkılması ve çökmesi anlamına gelmez; tersine ahlaki-politik toplumun kafesinden çıkması, demokrasisini ve politikasını yeniden kurması ve özgürlüğüne kavuşması demektir. Dolayısıyla toplumlar devletsiz yaşayamaz tezi de bir avuç egemenlerin hakikati perdeleme ve zihinleri karartma propagandasıdır; gerçekte toplumlar devlet olmadan da yaşayabilir ama toplumlar ahlak ve onun doğrudan demokrasi tarzında icrası olan politikası olmadan ne var olabilir ne de yaşayabilir. Yaşayacağı iddia edilse bile bunun adı ahlaki-politik toplum değil, faşizmin sürü toplumu haline gelmedir. Bu halde bile toplumlar fırsat buldukça direnişe geçmekte, örneğin Hitler, Napolyon ve Franko rejimlerini devirmekte, ahlak ve onun doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politikasında ısrar etmektedir. Nitekim bu direnişler, ulus-devlet formunun meşruiyetini yitirmesi ve 1950’lerden itibaren Avrupa ve dünyanın birçok yerinde devletin yeni formda (devlet artı demokrasi veya demokratik anayasa yerelde doğrudan demokrasi) temelinde demokratik anayasalara, tekçi katı merkeziyetçi ulus-devlet yerine demokratik ulusa geçiş sürecini de beraberinde getirmiştir. Sonuç olarak, en uzun süre tarihi boyunca toplumun oluşumu, varlığı ve gelişmesi için asıl olan ahlak ve onun doğrudan demokrasi tarzında icrası olan politikadır. Buna karşıt yönde aldatıcı mitoloji, teoloji ve ideolojiler ve zora dayalı olarak ahlaki ve politik toplum üzerinde mutlak iktidar tarzında inşa edilen devlet ve hukuk olgusu, kısa süreli tarihi boyunca toplumun ahlâk ve politikası aleyhine geçerli kılınmaya çalışıldı. Ahlâkın ve bağlantılı olarak doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politikanın alanı gittikçe daraltıldı. Buna karşılık devletin bürokratik yönetiminin ve hukukunun alanı ise giderek genişletildi. Bir tarafın (toplumun-demokrasi) kaybettiğini diğeri (egemen sınıf ve devlet-bürokrasi) kazanıyor. Daha doğrusu, ahlâk ve politikaya devlet zoruyla kaybettiriliyor. Kapitalist modernite döneminde ahlakın alanı en ücra köşelere sıkıştırılırken, tüm baş köşelere hukuk oturtuldu. Toplumun doğrudan demokrasi tarzında icra ettiği politikası tasfiye edilerek, temsili demokrasi adı altında bir demokrasi oyununa dönüştürüldü. Buna karşı demokratik siyaset ve radikal demokrasi hareketiyle toplumun varoluşunu sağlayan, koruyan ve geliştiren ahlak ve vicdanı ile politikasına yeniden işlerlik kazandırılmak ve onun yarattığı demokratik hukuka içerilmiş ahlakla toplumu savunmak esas alınmaktadır. Gelinen aşamada artık temsili demokrasiye dayalı rızayı yeterli görmemektedir. Gerçek anlamda rıza, yerelde (köy, ilçe, kent meclislerinde) halkın kendi yöresiyle ilgili sorunlarda mutlak söz sahibi olmasını ifade eder. Merkezi idarenin kendi yerine geçerek yereli ile ilgili kararlar alması (kayyum atamaları vb. gibi) rızaya dayalı olmayan, toplumsal rızayı dışlayan zora dayalı gayri meşru tasarruflardır. Aynı şekilde toplumun rızasına dayalı olmayan, hak ve özgürlüklerine müdahale anlamına gelen tepeden zorla dayatılan anayasa ve yasalar da, biçimsel olarak “yasa” ve “anayasa” olabilir ama içerik olarak gayri meşru anayasa ve yasa kategorisine girerler. Yine uluslararası sözleşmelerle de kabul gören üç kuşak insan hak ve özgürlüklerini yok sayan “anayasa” ve “yasa”lara karşı meşru direnme hakkı da aynı şekilde kabul görmüştür. Hele hele ulus-devletin katı hukuki pozitivizmi ile homojenlik/tekçilik adına anayasa ve yasaların dışında tutulan ve ötekileştirilen farklı dil, din, kültürel grupların varlığı, o anayasa ve yasaları daha başından gayri-meşru kılar. Bu durumda o anayasa ve yasaların kendilerini temsil etmediğini düşünen tüm ötekileştirilenlerin direnişleri ahlaken ve siyaseten haklı ve meşrudur. Bu temelde demokratik anayasa hareketlerinden, radikal demokrasiye dek gelen süreçte artık devlet karşısında demokrasi ve üç kuşak (Bireysel, Sosyal-ekonomik ve kültürel) özgürlükler daha önemli ve önceliklidir. En önemlisi artık devletin toplumun üstünde kutsallık teolojisi inandırıcılığını ve meşruiyetini kaybetmiştir. Tekçi pozitivist ulus-devlet hukukuna karşı çeşitliliğe ve çoğulculuğa dayalı demokratik hukuk giderek gelişmektedir. Bu bir geçiş aşamasıdır. Burjuva liberal temsili demokrasiye karşı radikal demokrasi olarak gelişen hareketlerin nihai hedefi, devletin tamamen sönümlendiği tam demokratik toplum haline gelmedir. Bu sağlandığında toplum yıllarca elinden alınan, gasp edilen ahlak ve politikasına yeniden kavuşarak özgürleşecek, bu temelde tekrar doğal gelişim seyri içine girecektir. Demokratik toplum inşasıyla, toplumsal ahlak ve vicdanı, toplumun yerelde kendi politik organlarına (köy, kent, ilçe, mahalle, bölge meclislerine, komünlerine ve siyasi, kültürel akademilerine) kavuşturularak, yerelde kendi kendini özgürce yönettiği, kendi ortak toplumsal sorun ve ihtiyaçlarına cevap veren hukukunu da kendisinin yarattığı bir sürece girilecektir. Buna karşı hala kutsallık, yücelik ve tanrısallık iddiasında vazgeçmeyen devletler de vardır ama en başta ideolojik meşruiyetini kaybettiği için kendisini ancak çıplak zor ve güvenlikçi politikalarla yürütebilmektedir ki, bunların da ömrü uzun olamayacaktır. Ya devlet artı demokrasi veya demokratik anayasa yerel demokrasi uzlaşmasına gelecek, ya da buna gelmezse toplum yerelde kendi öz gücüyle demokrasisini inşa edecektir. Gerginlik içinde geçecek bu süreç sonunda galip gelecek, ahlak ve politik işleyişine yeniden kavuşan demokratik toplum (ahlaki-politik toplum) olacaktır. EMRAN EMEKÇİ |
YORUM GÖNDER