SİYAJIN İLE ŞİYAR(17.BÖLÜM)
Artık yaşam sadece güzel tarafıyla görünmüyordu. Düne kadar umursamadığım şeyleri şimdi sorgulamaya başlamıştır. Ve çelişkilerim giderek büyüyordu. Onlarla boğuşmaya niyetliydim. Gizem niye biz Kürtleri sevmiyordu, bilmiyordum. Ama bir nedeni olmalıydı. Ve ben de o nedenin peşinden gitmeye karar vermiştim. Bir şiir kitabında okumuştum, “nedensiz gibi görünen şeylerin nedeni daha çoktur” diye. Gizem’in bize olan öfkesini merak ettim. Öğrenecektim. Biz ezilen bir halktık. Eski Hebun değildim. Hem okuyordum hem de arkadaş ortamının tartışmalarını dinliyordum. Artık ülkemde olup bitenleri ben de anlamaya çalışıyordum. Tarihe de merak sarmıştım. Biz Kürttük ama nereden geliyorduk ve niye her halk gibi özgür değildik. Bunlar kafamı meşgul etmeye başlamıştı. Yüreğimiz gibi ülkemiz de parçalara bölünmüştü. Dayım ne diye kaybedilmişti, ninemin erken ölümüne neden olan neydi, abim niye içeri atılmış ve sonra da ne diye dağa çıkmıştı. İkinci yılımızda ben de Gizem de biraz daha büyümüştük. Karşıt görüşlere sahiptik, ama ikimiz de kadındık. Ve ben son bir yılda cinsimizle ilgili birçok yazı okumuştum. Kadın konulu konferanslara katılmıştım. Sonra Berivan’ı, Beritan’ı, Ronahi’yi, Zilan ve diğer kadınları duydum. Ve Gizem’i düşündüm. Suçu Gizem’de değil, onu yönlendiren akılda buldum. İçime bir hafiflik geldi. Rüzgar esiyordu, saçlarımı dalgalandırıyordu. Onları bazen kulaklarımın arkasına götürüyor bazen de serbest bırakıyordum.
Önceki sene okul bahçesinde kızlarla otururken Evin, “özgürlük nedir” diye sordu. Göç yollarında büyüyerek bu şehre gelen Zelal, “saçların rüzgar da dalgalanmasıdır” demişti. Evin kızarak, “önce aldığın ismin hakkını ver” diye yanıt vermişti. Köyleri yakılan Zelal’in böyle sıradan cevap vermesi Evin’i sinirlendirmişti. Her birimiz bir şey söylemiştik. Evin, “Ülkesi uğruna ateşte yakılan Jan dark gibi inandığı yolda yürümektir” demişti. Saçlarım havalanırken bu aklıma gelmişti. Evin, Zelal’ı severdi, ama sıradanlığını kabul etmezdi. Okulun ilk haftalarıydı. Evin’le bir ağacın altında oturmuşken bir kız ve erkek yanımıza geldiler. Kürtlükle ilgili bir şeyler söylediler. Duyarlı davranıyorlardı. Bizim de sonradan aralarında olacağımız yurtsever Kürt öğrencileri olduklarını öğrenecektik. Bizleri de yanlarına çekmek istiyorlardı, bunun için aceleleri de yoktu. İkinci seferinde iki kız bir erkekle geldiklerinde Evin: “Bizimle zaman kaybetmeyin, kendimizin farkındayız” demişti. Hepsi de gülmüşlerdi. Kızlardan esmer tenli olanı: “Colemerg’lisin değil mi?” “Evet” dedi Evin. “Serhildan çocuğusun sen.” “Hem serhildan hem de berxwedan çocuğuyum” diye cevap vermişti. Hepimiz birlikte gülmüştük. Bizleri Esma anlatmıştı onlara. Yurtsever ailelerin çocuklarıydık, hatta ailelerimizden aktif olarak mücadelede yer alanlar da vardı, ama örgütlü değildik. Onlar bu eksik yanımızı gidermek istiyorlardı. Bunları hatırlarken Gizem aklıma geldi. Onu da sağcılar yanlarına çekmişlerdi. Ve düşmanlık tohumunu içlerine ekmişlerdi. Bunu düşününce daha çok uğramak istedim Gizem’e. Okulun ikinci yarısında Gizem’in hikayesini öğrendim. Onunla aynı odada kalan Elif anlatmıştı. Kuzenini askerdeyken dağda çıkan bir çatışmada kaybetmişti. Bu da onun dünyasını yıkmıştı. Duyunca üzüldüm. Bu coğrafyada toprakla buluşan her genç hanemize bir kayıp olarak yazılıyordu. Ve yıllardır da bu böyle devam ediyordu. Evlere ateş düşüyor.
Bunu sadece o evin sahipleri anlıyordu. Bu ateş dağdakilerin evlerine düştüğünde oraya gidenleri çoğaltırken, askerlerin evlerine düşen ateş ise bundan nemalananlara alan açıyordu. Yanındayken söylediklerine çok anlam veremediğim abim Arif’in sözleri hafızamda yenileniyordu. “Halklar düşman değiller” demişti bir keresinde. Gizem, beni düşman biliyordu, ama değildim. Kızgınlığına neden olan durumu öğrenince daha çok sohbet etmek istedim. Rus yazar Bazil Nikitin’in kitabında okumuştum, Kürt ihanet etmez, diye. Oysa Gizem hiç düşünmeden bana böyle demişti. O mu demişti yoksa ona dedirtmişler miydi, bunu da zamanla öğrenmeyi kafama koymuştum. Okul çıkışında onu yurda davet ettim. “Olmaz” dedi. Belki de Evin’den dolayıydı bu. Çünkü ikimizin aynı odada kaldığını biliyordu. Ben de çok üstelemedim. Gizem’le ilişkimiz sıklaşmıştı. Benimle sohbet etmekten kaçmıyordu artık. En büyük eksiğimiz birbirimizin acılarına ortak olmayı başaramamamızdı. Bundan kaçıyorduk. Oysa birbirimize 88 dokunduğumuz anda birçok şeyimiz değişecek ve birbirimizi anlamaya başlayacaktık. Belki de savaşı sonlandıracak olan kadınlardı. Kadınlar, bunu yapabilecek güçtedirler, yeter ki yüreklerini birbirine açabilsinler. Hep buna inandım. Her birimizin korkuları vardı. Konuşmaktan kaçmak da bu korkulardan biriydi. Konuşmak bizi gerçeğe götürecekti ve gerçekler bizi yakınlaştıracaktı. Abim Arif’ten dolayı her bir çatışma haberini duyduğumuzda tüm bedenimiz hüzne yakalanırdı.
Bir de anneler vardı, çocuklarının yolunu gözleyen. En çokta bunun için bize kızgın olan Gizem’e gittim. Biz kızgın olanlar barışmayı başarmalıyız. Bunları düşünürken içimde bir sevinç hissettim. Gizem’in eskiden takıldığı grupla sık buluşmaması dikkatimden kaçmamıştı. Belliydi ki o da içinde gel gitler yaşıyordu. Yalnız kaldığı zamanlar çoğalmıştı. Benim çevrem ise genişlemişti. Onlarca arkadaş edinmiştim. Bu da güzeldi. Bir gece onlarca arkadaş odamızda toplandı. İlk kez otuzlara gelmiş bir kadın gördüm, öğrenci olmadığı her halinden belliydi, ama kimdi? Esma’yla gelmişti. Kafamda soru işaretleri oluştu. Biz kadınlar etrafına toplandık. İki saat boyunca karşılıklı sohbetler yaptık. Yenişeyler duyuyordum ondan. Kadın mücadelesinden örnekler veriyordu. Kadın örgütlenmeli ve geleceğini erkeğe bırakmamalı diyordu. Ülke aşkından söz ediyordu. Hayatını kaybeden kadın gerillalardan konuştu. İsmini Esma’nın, “Heval Bahar geç oldu, kalksak iyi olur” demesiyle öğrendim. Onlar gittikten sonra: “Gizem’i eve davet ettim” dediğimde Evin: “Cana min ma tu dînî? Bırak onu; ben bu evdeyken o bu kapı_dan içeri giremez. Hem bizi hor görecek hem de gelip çayımızı içecek. Önce gitsin o milliyetçi kafasını değiştirsin” dedi. “O milliyetçi değildir” diye cevap verdim Evin’e. “Nasıl değildir?” “Kadınlar milliyetçi olamazlar.” “Kim demiş olamazlar? Öyle bir olurlar ki şaş kalırsın. “Sen yanlışsın Evin’im.” “Milliyetçi birisi bu odaya giremez, hele ben buradayken asla.” “Sen çok katısın.” “Değilim. Hanginize karşı sert davrandım.” “Ama önemli olan bizden olmayanlara karşı ince olmandır.” “Dikkatimden kaçtı sanmayasın, onunla buluştuğunu biliyorum. Bu sefer bir terslik yaparsa vallahi gözünün yaşına bakmam bilesin.”
“Ters bir şey yok.” Odadakilerin hepsi bizi dinliyorlardı. Bana hak verenler azınlıktaydılar, ama ileride onlarında çoğalacaklarına inanmıştım. Eğer doğru olana inanıyorsanız şans sizden yana olurdu. Ben inandım. Ve Gizem’in iç dünyasına girmeye dair verdiğim karara bağlı kaldım. Bir gerilla günlüğünde okumuştum: “Biz mücadelemizin haklılığını Türk aydınlarına anlatıyoruz ki, onlar da mensup oldukları halka anlatsınlar diye. Oysa aydınlar haklı yanlarımızı bile yanlış yansıtıyorlar, halkı olumsuz yönlendiriyorlar. Bunun için bizzat halkın kendisine anlatmalıyız kendimizi.” Bunun bir gerçek olduğuna inandım. Gizem’le sohbetimiz başlamıştı. Onunla hafta sonu onun isteyeceği bir yerde görüşmek istediğimi söyledim. Kabul etti. Onun için uygun olan bir parkta buluştuk. Yanında kimse yoktu. Ben de yalnızdım. Aslında biraz tedirgindim. Ancak konuşma isteğim çok baskındı. Onu iki sandalyeli beyaz bir plastik masanın başında buldum. Üzerinde siyah bir tişört ve mavi bir kot pantolon vardı. Masaya bıraktığı telefonunun yanında siyah camlı bir gözlük duruyordu. Saçlarını her zamanki gibi serbest bırakmıştı. Karşısına oturdum. Gözlerine baktım. Sandalyemi biraz daha masaya yaklaştırdım. Konuşmaya hazırlanıyordum ki o, benden önce davranarak söze başladı: “Ben iyi değilim” dedi. Duygulandım. Gizem niye iyi değildi? Bu kız giderek bende merak uyandırıyordu. Keşfedilmeyi bekleyen sırlarla dolu bir dünyaydı.
“Niye” diye sordum. “Bilmiyorum.” Gizem, nedenini bilmediğini söylüyordu ama ben böyle düşünmüyordum. İçtenlikli yaklaşacaktım. Önce ellerimi ellerine götürdüm. İki genç kadının birleşen elleri birçok şeyi değiştirmeye muktedirdi. Bir arkadaş toplantısında, “kendinizi çok ta haklı görmeyin, bu gerçeğinizi görmenizi engeller” demişti Zozan. Botan zozanlarının esmer tenli kızı. Ama ben Gizem’le olan sohbetlerimde kendime hak verdim ve bu beni daha çok gerçeğime götürdü. Gizem’e, “ama ben biliyorum” dedim. “Neyi biliyorsun?” “Hikayeni. Ama istiyorum ki senden duyayım.” “Neyi bildiğini bilmiyorum.” “Kuzeninin durumunu” dedim. Yüz hatları değişti. Ama gözlerini benden çevirmedi. Duygulandı. Elini bir telefona bir de yanındaki gözlüğe götürüyordu. Sonra başını her iki elinin arasına alarak: “Biz bunu hak etmiyorduk. Daha çocuktu. Seninki gibi gözleri vardı.” Durdu. Nefes aldı. Ben konuşmak istemedim. Bir gözlerine, bir de dudaklarının arasından çıkacak sözlere baktım. “Onu vurdular. Daha çocuktu. Niye vurdular, ne suçu vardı ki onun” diyordu üst üste. Sınır koymadan her şeyi anlatmasını istiyor ve bekliyordum. Belli oluyordu ki onu dinleyenler acılarına ortak olmaktan ziyade olayın hamaset boyutunu öne çıkarmışlar. “İkimiz birlikte büyüdük. O liseyi bitirince okulu bıraktı. Ben üniversiteyi bitirecektim, o da askerden dönüp çalışmaya başlayacak ve evlenecektik, ama olmadı.” Ve durdu. Gözleri nemlendi. Bu kaçıncıseferdi böyle oluyordu. Çevrede başka insanlar da vardı. Ağlamasını görmesinler diye bu sefer ben siyah camlı gözlüğü alıp takması için kendisine uzattım. Ağlamaklı, “suçumuz neydi” diye birkaç kere tekrarladı. Daha çok duygulandım. Ellerini avuçladım. Kendime daha çok yakın hissettim.
Kardeş, abla ve kuzenlerini kaybeden birkaç insan görmüş ve onlarla tanışmıştım. Komşumuzun bir oğlu da vurulmuştu çatışmada. Annesi her Cuma mezarına giderdi. Ama onlar yaşananlara anlam veriyorlardı. Galiba biz Kürtlerin bir farkı da buydu. Biz ülke ve halk uğruna ölüme gidenler diyorduk. Çatışmada yaşamını yitiren kimi kızların anneleri, “kızlarımız halkının gelini oldu” demişlerdi. İnsanın anlamakta zorlandığı Anadoludan gelen gençlerin oralarda hayata veda etmeleriydi. Gizem’in suçu neydi gerçekten? Bunu çok düşündüm. Bize olan kızgınlığına anlam verebiliyordum artık. Gizem’le aramızda bir yaş farkı vardı. Ben samimiydim ve doğru olmayana başvurmayacaktım. Ne biliyorsam onunla sohbetini yapacaktım. Elleri avuçlarımdayken, “suçumuz yok” dedim. “O zaman niye oldu?” Gizem’le empati kuruyordum. O da bunu yapabilseydi ne iyi olurdu dedim kendi kendime. Belki de bir şeyler anlatmam gerekiyordu.
“Peki dayımın suçu neydi” diye sordum. Gizem gözlerini daha da bir açtı ve gözlüğü çıkardı. Gözlerinde damlalar gördüm, Meraklı gözlerle baktı. Sonra da: “Ne olmuş dayına, çatışmada mı kaybettiniz yoksa” diye sordu. “Hayır.” Daha bir meraklanmıştı. “O zaman ne olmuş dayına?” “Ben küçükken iş yerinden eve gelirken onu alıp beyaz bir torosa bindiriyorlar. Çevredekiler bunu görüyorlar, ama o zamanlar da koyu bir karanlığın içindeydi ve kimse bir şey yapamıyor. Dayımı o günden sonra bir daha gören olmadı. Böyle kaçırılanların çoğunun cesedi ya bir köprünün altında ya bir derenin kenarında ya da bir yol üstünde bulunurmuş. Ama biz çok aramamıza rağmen dayımınkini bulamadık. “Çok kötü” dedi Gizem. “Nenem, dayımın derdinden öldü. Ondan her söz ettiğinde, “bari bir mezarı olsaydı” diyordu. Gözleri hep yaşlıydı. Uykusunda her daim oğlunun adını sayıklardı. En küçük çoçuğuydu ve bizde ailenin en küçüğü en çok sevileni olur. Dayım Ekrem de en çok sevilendi. Dayım biz yeğenlerini o kadar çok seviyordu ki, çocuklarından çok bizle ilgileniyordu. Abim Arif’le arkadaş gibiydiler, sırdaş gibiydiler. Bundandır ki, abim Arif ‘de dayımdan sonra dağa çıktı. Ailemize yapılan baskılar artmıştı. Biz çocuklar bile buna alışmıştık artık. Ben bu olup bitenleri anlatırken, Gizem daha bir can kulağıyla dinliyordu. İlk kez Gizem’in bizden yana duygulandığını görüyordum. Onun bu durumundan ben de etkilenmiştim. Birbirimizin dünyasına girmeyi başardığımızı anladım ve buna sevindim. “Umarım abine kavuşursun” dedi. Yüreği yumuşamıştı. İki saat boyunca konuştuk. Sonra birlikte kalkıp parkın caddeye açılan kapısına yöneldik. Birkaç metre beraber yürüdükten sonra eliyle sol tarafa gideceğini söyledi. Ayrılırken beni kendine çekip sarıldı. Yurda döndüm. Olanların hepsini anlattım.
Evin: “Sen delisin. Bir daha bizden habersiz yapma bunu oldu mu, cana min” dedi. “Tatilde Gizem’i bizim Lice’ye götüreceğim, oraları kendisine gezdireceğim” dedim. Güldüler. Ama kafama bunu koymuştum. Okul tatil olunca hepimiz evlerimize döndük. Bir yılda bazı şeyler ne kadar da değişmişti. Bunu kendimiz bile fark edebiliyorduk. Tatilin ikinci ayında Evin’e bir daha ulaşamadım. Sonra duydum ki abisi bir çatışmada hayatını kaybedince o abisinin yerini doldurmaya gitmiş. Duyunca şaşırmadım ama benimle vedalaşarak gitmesini çok isterdim. Evin’in anlamı Kürtçede aşktır. O hakikaten de dağlarına aşıktı. “Ben dağ kızıyım” dediğinde hep gülümserdi. Ne kadar da yakışırdı ona gülümsemek. İlk kez öyle yaşam kokan birisini görüyordum. Evin de dağ çiçeklerinden olmuştu. Esma da dönmedi. Kimisi Yunanistan üzeri Avrupa’ya gittiğini, kimisi de izini kaybettiğini söyledi. Okula benle Berçem döndük. Evin’in yokluğunu hep hissettim. Artık, “cana min” demeyecekti. Birlikte fotoğraflar çekmiştik. Boğazda gezintiler yapmıştık. Vapurdayken saçımdan tutup, “seni denize atarım, balıklar yer seni” diye takılırdı. Onunla geçirdiğim tüm anılarımı yeniden yeniden yaşardım onun yokluğunda. Gülümseyen bir fotosunu büyüterek çerçeveye almış ve duvara asmıştım. Annem ne kadar da sevmişti Evin’in gülüşünü ve örülü saçlarını. Abim Arif’in yanına gittiğini öğrenince daha çok sevmişti onu. Bazen eline ıslak bir bez alır dayım, abim ve Evin’in fotoğraflarının olduğu çerçevenin kenarlarındaki tozu alırdı. Öper ve yeniden düzeltirdi. İkinci sınıfın birinci ayındayken abim Ali telefonla arayarak eve dönmemi istedi. Ben, “okul” dedim. O ise, “bu gün atla gel” demekle yetindi. Aklıma sadece kötü olan geliyordu.
Çünkü biliyordum ki Ali durup dururken beni böyle çağırmazdı. Durumu Berçem ve diğer arkadaşlara anlattım. O gün otobüse binip eve doğru yol aldım. Berçem otogara kadar benimle geldi. Otobüse binerken öyle bir sarıldı ki bir daha görüşemeyecekmişiz gibiydi. Camdan bakınca ağladığını gördüm. Tekrar okula dönüp o günün sohbetini edince, abim Ali’nin kendisine abim Arif’in hayatını kaybettiğini söylediğini öğrenecektim. Ali ona durumu anlatmış, ama bana söylememesini tembih etmişti. Berçem aslen Uludere’liydi. Köyleri yakılınca Van’a taşınmışlardı. Berçem Van gölünün yürekli kızıydı. Kêla Memê dağının aşağısında kurulu köylerinde doğmuş ama oraları doyasıya yaşamaya şansı el vermemişti. Oraları daha çok annesinden dinlediğini söylerdi. Onların da bir hikâyesi vardı, ama çok anlatmazdı olup bitenleri. Ketumdu ve keşfedilmeyi bekleyen bir dünya gibiydi. Eve dönünce Arif’in ölüm haberini duydum. O anı ne anlatacak sözcük bulabiliyorum nede duygularımı dile getirebiliyorum. Ölüm nasıl bir duygu diye çoğu zaman düşünürdüm. Korkutan ölüm müydü yoksa arkada kalanların üzüleceğine olan inanç mıydı ölümü korkulan şey yapan. “Yunanlı filozof ne kadar da doğru söylemişti: “Ölüm varsa biz yokuz, biz olduğumuzda ölüm yoktur” diye.
Söz konusu ölüm olunca kelimeler anlamsızlaşır, ama ben en çok konuşmanın bu anlarda yapılması gerektiğine inanırım. Çünkü gideni anlatmak gereğini düşünürüm. Ben de sonraki zamanlarda bunu yapmaya çalıştım. Abim Arif’in duvarda asılı fotosuna baktım. O olgun duruşu tüm canlılığını koruyordu. Ben aniden ortadan kaybolunca Gizem de peşime düşmüştü. Berçem’e gitmiş. Berçem önce bir şey dememiş. Israr edince durumu anlatmış. İkinci günde beni arayıp baş sağlığı diledi. Sonra da yanıma gelmek istediğini söyledi. Ben, “okulun” deyince, “boş ver onu, bir hafta izin alırım” dedi. Bize kızgın olan, beni ağlatan, hain ve bölücü diyen Gizem de değişmişti. Onu otogardan benle Ali aldık. Bana öyle bir sarıldı ki tarifi yapılamaz. Sonra eve gittik. Duvarda asılı duran abim Arif, dayım Ekrem ve Evin’in fotoğraflarını gördü. Önce abimi anlattım. Sonra dayım ve Evin’i. Ben anlattıkça o duygulanıyordu ve acımıza ortak olduğunu görüyordum. Gizem’in bu değişimini görünce abim Arif’e olan hayranlığım daha bir arttı. Gizem’in değişimi onun eseriydi. “Kadınlar milliyetçi olamazlar” diyen oydu. Onun hafızamda canlılığını koruyan bu sözü olmasaydı Gizem şimdi onun fotolarına bakmıyor olacaktı. Gizem’i çevrede gezdirdim. Kimi derneklere de götürdüm. Genç kadınların mücadelesine tanık olmasını istedim. Sonra Gizem’le İstanbul’a döndük. O kuzeninin ölümünün sorumluluğunu artık Kürtlere bağlamıyordu. Suçu onu dağlara gönderende buluyordu. Savaş en çokta biz kadınları üzüyordu. Doğamız savaşa yatkın değildi. Eğer her iki halkın kadınları acılarını birleştirmeyi başarırlarsa barışı da getirirlerdi. Biz Gizem’le iki genç kadın olarak birbirimizi anlamayı başarmıştık. Kızgınlıkla başlayan ilişkimiz dostlukla sonuçlanmıştı. Bu toprakların en çok ihtiyaç duyduğu da buydu. Daha fazla gençler ölmesin diye birlikte mücadele etmeye karar verdik. Evet, biz kadınlar milliyetçi değiliz. Öyle görünenler ise, zaten kadın doğasına yabancılaşmışlardır. Gizem, Newroz’u Diyarbakır’da kutlamak için benden söz alırken, düşüncem, acıları ortaklaştırmanın yarattığı mucizede ve Evin’in gülüşünde takılı kalmıştı.
NİZAR ZANA
YORUM GÖNDER