BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (10.BÖLÜM)
İki çocuğum cezaevine düştü diye tanıdık dost akraba bile bizden uzak duruyordu. Benim ailem bile başlarına bir iş gelir korkusuyla konuşmuyorlardı. Tacettin 1979 da yakalandı, 1982 yılı Temmuz ayında çıktı ve gerillaya gitti. Cemal 1984 yılı Mart’ın ikisinde Cezaevinde girdikleri ölüm orucunda hayatını kaybetti. Evvela açlık greviydi. Necmettin Büyükkaya’yı (Diyarbakır Cezaevinde gördüğü işkencelerin etkisiyle 22 Ocak 1984’te hayatını kaybetti.) Şehit ettiler içerde. Ondan sonra da açlık grevi ölüm orucuna dönüştü. Bilirsiniz, Esat Oktay Yıldırım dönemiydi. (Dönemin Cezaevi Sorumlusu) Diyarbakır Cezaevi onun zamanında akıl almaz işkencelere, ölümlere sahne oldu. Tacettin o debdebeli dönemde çıkmıştı. Açlık grevleri yeni başlamıştı. Biz de ziyaret kapısında olan bitenin merakı içinde bekliyorduk. İki genç yan yana durmuş bekliyorlardı. Kardeş oldukları belliydi.
Baktım Esat Oktay geldi ziyaret kapısına. Tabi açlık grevi olduğu için görüş yoktu. Geldi, elini arkasına bağlamış halde bir o başa gitti bir bu başa, sonunda geldi benim önümde durdu. Bana baktı, başını salladı, geçti gitti, milleti şöyle bir süzdü. Ardından “arkadaşlar benim bir şartım var, benim şartımı yerine getirirseniz bu kapıyı açacam, sizi içeri alacam, içeridekileri de bahçeye salacam, koyunla kuzu gibi bir birinizle sarmaş dolaş olacaksınız.’ Bahsettiğim o iki kardeşten biri ‘biz hazırız’ diye araya girdi. Esat Oktay devam etti konuşmasına “içerde üç kişi var. Zincire bağlı olarak getireceğim. Onların yüzüne tükürenleri yakınlarıyla görüştüreceğim” dedi. Baktım o gençlerden küçüğü ‘getir ben hemen tükürürüm, ben hazırım, benim kardeşimi aldattılar götürdüler” dedi. Esat Oktay ‘aferin’ dedi. Ben hemen yanaştım o gencin yanına, Kürtçe söyledim onlara. ‘Oğlum o gelen üç kişiden biri senin kardeşin olursa, ben de onların yüzüne tükürürsem kabul eder misin’ diye sordum. ‘Katiyen kabul etmem’ dedi. Ben de, eğer gelenlerden biri benim oğlumsa sen de ona tükürmeye kalkarsan yerde gördüğün taşla beynini dışarı çıkarırım. Senin kardeşin de dahil içerdekilerin hepsi benim çocuğumdur.” Ben böyle konuşunca büyük olan, valla teyze haklıdır.
O gençle konuşurken Esat Oktay yaklaştı, ‘ne yapıyorsunuz’ dediğinde, anlaşıyoruz dedim. ‘Ne yaptın da kandırdın’ diye çıkıştı ardından. Ben de, bir şey yapmadım aklını başına toplamasına yardımcı oldum dedim. Ziyaretçilere dönüp sizi birbirinize düşürmeye çalışıyorlar akıllı olun birlik olun dedim. O iki genç gelip özür diledi benden. Kabul etmedik tabi. Aradan iki üç gün geçmeden cezaevinde kendini yakmalar başladı. Dört genç (Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyık, Mahmut Zengin) kendini yaktı. Ardından ölüm oruçları başladı. Aralığın başında başlayan açlık grevi Ocağın yirmi dördünde Necmettin Büyükkaya’nın ölümüyle ölüm oruçlarına dönüştü. Ölüm oruçlarına dönüşen dönemde Cemal’i ziyarete gittim. Bana ‘anne bu iş burada çözülmez Ankara’ya gidin hallolacaksa orada olacak’ dedi. Paramız yoktu. Beş arkadaşla mendil açtık cezaevi önünde, para topladık. Sonradan bir arkadaş daha katıldı.
Altı kişi birlikte Ankara’ya gittik. Avukata gidip yazılması gereken dilekçeleri hazırladık, meclise verdik. Ayrı bir dilekçeyi de Özal’a ulaştırdık. Rahmetli o zaman başbakandı. Parti merkezine gidip oturduk. Bu dilekçeyi kendi ellerimle vermek istediğimi söyledim. Nöbette olan kişi Mardin milletvekiliydi. Bana yemin etti. ‘Ben de senin gibi Kürdüm, söylediklerini anlatacağım, dilekçeni de kendi elimle vereceğim” dedi. Saat on ikiydi ayrıldık oradan. Sabah o milletvekili beni aradı ‘haberlere kulak ver Özal, Diyarbakır’a geliyor’ diye bilgilendirdi sağ olsun. Özal geldi. Cezaevi kapılarını ziyaretçilere açtı. Herkes yakınlarıyla görüştü, ağır olan hastalar hastaneye kaldırıldı. Cezaevi düzeldi ondan sonra. Açık görüşler yapılmaya başlandı. Tabi ben orada durmadım yabancı basın ajanslarına gittim. Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanları bütün dünyaya duyurdum. Kürtlere yapılan bu işkenceleri, hakaretlerin hepsini duyurmuş oldum. Oradan çıkıp geldim. Yedinci kolordu komutanı Cemal Tural’ın eşi Suna Hanım vardı. Diyarbakır’da yedi yıl kalmışlardı. Onu tanıyordum. Kürtleri severdi. Eşi yeni vefat etmişti sanırım. Çağırdım kendisini. O kadar sene bizim oralarda kaldın. Kürtlerden bir kötülük gördün mü” dedim. “Kürtler hürmetkârdı, sevecendi hâşâ ben hiçbir kötülük görmedim” bunun üzerine ben de derdimi anlattım “Özal gitti ama asıl bu işi yapacak, sorunu kökünden çözecek olan Cumhurbaşkanı’dır ben onunla görüşmek istiyorum dedim kendisine. Sağ olsun uğraştı bir saat. Randevu aldı.
Ertesi gün saat birde benle o gidip Kenan Evren’e dilekçemi bizzat verecektim. Ertesi gün arkadaşlar beni evlerine götürdü. Sonraki sabah geldim saat dokuzdu. Biz Halkçı Partiye oy verirdik, o yüzden de orada toplanıyorduk. Hatice; Rıza Altun’un (PKK’nin üst düzey sorumlularından biri) annesi, biz Diyarbakır’dakilere onun telefonunu vermiştik. Onun aracılığıyla orada ne olup bittiğinden haberdar ediliyorduk. Sordum dedim Hatice “Diyarbakır’dan bir haber var mı? ‘Valla aradılar ama ben ne dediklerini anlamadım.’ Gel dedim Hatice yanıma otur. Ne söyledilerse tek tek söyle ben anlarım ne dediklerini. Hatice de ‘ben Halim, anaya söyle her şey bitti’ Ben gittim. Her şey bitti. Bayılmışım. Oğlumun vasiyetiydi. ‘ana ne olursa olsun benim için ağlamayacaksın söz ver bana, demesinler ki biz Cemal’in anasını ağlattık.’ Söz vermiştim oğluma kendime gelemedim. Açtım ellerimi yalvardım Allaha, Allahım güç ver bana oğlumun vasiyetini kırmayayım bana güç ver diye. Sonra kalktım ayağa. Dedim arkadaşlar ben kaybettim. Sizin çocuklarınız sağ olsun.
Başka şehirlerin tutuklu aileleri de gelmişti. Hepsi ağlamaya başladı. Siz ağlayın ben ağlamıyorum, sizin oğullarınız aslan gibi bir kardeşini kaybetti. Oğlumun vasiyetidir, düşmanıma Cemal’in anasını ağlattık detirtmeyecem. O arada Suna Hanım geldi. Durumu anlattım. Hayatımın en büyük hatasını Kenan Evren’e gitmemekle yaptım. Onun yüzüne tükürebilseydim ve beni orada öldürselerdi. Bugün bile o pişmanlığı duyuyorum. Ben cenazeye yetişmek derdindeydim. Bilmiyordum ki iki gün önce oğlum ölmüş, götürmüş defnetmişler. 2 Mart 1994’de iletilmek üzere verdiğim dilekçe nedeniyle Suna Hanım’ın bir gün nezarette tutulduğunu sonradan öğrendim. Niye Kürtlere sahip çıkıyormuş diye. O zamanlar her evde telefon yoktu. Ablamın telefonunu vermiştim. Orayı aramış. ‘Sakine Hanım’a selam söyleyin. Ben bir şey yapamadım. Yapabildiğim tek şey yirmi dört saat kendimi nezarete attırmak oldu diye haber göndermiş...
MÜRSEL YILDIZ & İBRAHİM ALP
YORUM GÖNDER