SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (32.BÖLÜM)
III- “Helenler” olarak kendilerini adlandırdıklarında, temel bir uygarlaştırma aracı olan demir de Yukarı Mezopotamya’da gerçekleşen bir buluş olup Frigler yoluyla adaya taşınmıştır. Troya üzerinden de tunç kökenli araçlar taşınmıştır. Demir ve tunçtan silahlar M.Ö 1000’lerden itibaren yaygın olarak Helen boyların elinde yoğunlaştıktan sonra ancak karşı bir hamle gücü haline geliyorlar. M.Ö 1200’lerde Troya düştükten sonra Anadolu kapısı açılıyor. Önce Batı Anadolu İyonlaşır, sonra tüm Anadolu’da, ta Fırat’a kadar bir Helen özümsenmesi yaşanır. Luwiler silinir. Yine Frigya , Lidya benzer bir akıbeti yaşar. Ancak “Komagenes Krallıkları” denilen, bugünkü Kürtlerin ve Ermenilerin ataları sayılan etnik gruplar varlıklarını korurlar. Helen kültürünün bu karşı yayılışı, M.Ö 1000 yıllarından başlayıp gel-git dalgaları halinde İskender’le doruk noktasına varır ve M.S 20. yüzyıl başlarında Anadolu’dan Türkler tarafından tümüyle atılmalarıyla trajik bir biçimde sona erer. Yayılma Batı’da da devam eder. M.Ö 1500’lerden itibaren Girit bağımsızlığını yitirir. Kıbrıs benzer bir süreci yaşar. Makedonya’ya açılım sağlanır. Bu arada güçlü bir kolonizasyon süreci yaşanır. Karadeniz kıyılarında Pontus ve Akdeniz’in hemen her tarafında güçlü Helen kolonileri kurulur. İtalya yarımadası daha yoğun bir yerleşime açılır. Güneyi adeta Helenleşir.
IV- M.Ö 7. ve 6. yüzyıllarda Grek yarımadasında etnik yapılı federasyondan sınıf temeline dayalı merkezi bir köleci devlet yapısı doğar. Bu köleci devlet şekillenmesinin en özgün yanı, rahip karakterinin ikinci planda kalıp siyasi yönünün başat olmasıdır. Daha da önemlisi, kısa bir krallık döneminden sonra, belki de yaşanmadan, köleci cumhuriyet diyebileceğimiz bir biçimlenmeyi gerçekleştirmesidir. Sümer, Mısır ve hatta tüm Ortadoğu köleci devlet yapılanmalarında rahip sınıfının rolüyle daha sonra hanedanlık kuruluşları esaslı bir rol oynarken, Grek ve İtalya örneğinde cumhuriyetçi yan ön plana çıkar. Şüphesiz bu durum ideolojide rasyonalitenin, tarımın yanında da ticaretin önem kazanmasıyla bağlantılıdır. Özellikle ticaret burjuva sınıfına yakın bir sosyal gelişmeyi beraberinde getirir. Esasta bir orta sınıf olarak laikliğe daha yakın ve çıkarları gereği rahip ve hanedan yönetim tarzına daha uzak duruşu ifade eder. Denizlerde karayollarına göre oldukça elverişlilik kazanan ticaret, Grek üstünlüğünün de temel maddi koşulunu oluşturur. Ticaretin getirdiği zenginlik ve refah, felsefi düşünce tarzının da maddi zeminini oluşturacaktır.
Ekonomide farklı bir gelişmeden ziyade ticarete dayalı bir iş bölümünü gerçekleştirmesi büyük önem arz eder. Bu iş bölümü o günün koşullarında uygarlık dünyasının doğusu-batısı, kuzeyi-güneyi arasında ticaretin önemli kıldığı bir uzmanlaşmayı da beraberinde getirir. Böylelikle zanaatçılıkta da yeni bir yayılma dönemi ve gelişmesi yaşanır. Denebilir ki, Atlas Okyanusu’ndan Büyük Okyanus’a kadar bir mal ticareti dolaşım imkanı kazanır. İlk önemli küreselleşme bir anlamda böyle gerçekleşir. Tabii ortak fikir ve inançlar da ticaret yollarında benzer bir alışverişi yaşayacaklardır. Ekonomik, sosyal ve ideolojik gelişmelerin bu tarzına uygun yapının “cumhuriyet” daha sonra da onun en gelişmiş ifadesi olarak “demokrasi ” olmasına şaşırmamak gerekir. Zengin ve karmaşık maddi koşullara dayanan sınıfsal gelişme, siyasi planda kendine en uygun yapıyı zorlayacak ve bulacaktır. “Atina demokrasisi”nin tarihsel değeri kadar uygarlığa katkısı da bu konudadır. Şüphesiz bu demokrasi bir köleci sınıf demokrasisidir, ama yine de önemli bir yeniliktir. Katı rahip ve hanedan tekelinden uzak olması, batı uygarlığına beşiklik etmede önemli bir rol oynayacaktır.
V- Şüphesiz Grek uygarlığının en önemli yeniliği ve tarihe katkısı “felsefi düşünce” tarzını geliştirmesidir. Bilgiyi sevme adına felsefeyi tümüyle bir Grek yarımada doğurtması olarak değerlendirmek, bir abartma ve önemli eksiklikler içeren bir yaklaşım olacaktır. Felsefi düşünce tarzını belgeli olarak başlatan kişiler olarak adlandırılan Miletli Thales ile yine adalardan Pythagoras’ın, temel eğitimlerini gençlikleri boyunca Mısır ve Babil’de uzun süre kalarak gerçekleştirdikleri bilinmektedir. Felsefi düşünce tarzı ortaya çıkmadan önce, hemen hemen tüm maneviyat öncüleri eğitimlerini Mısır ve Babil rahip okullarında gerçekleştirirlerdi. Yarımadada bu yıllarda özgün bir okulun olmadığı, ancak Homeros, Hesiodos, Orpheos kişilikleri biçiminde bir gezginci ozanlar dalgasının M.Ö 8-7. yüzyıllarda yaşandığı tahmin edilmektedir. Bu yıllarda Mısır, Babil seviyesinde tapınakları bir yana bırakalım, yerli tapınak kültürüne bile güçlü bir zemin sağlanılamamıştır. İdeoloji yoğun bir biçimde doğudan ithal edilmektedir. Homeros bile bir Batı Anadolu ozanıdır. Fakat bu gerçeklik felsefi düşüncenin öne çıkmasının büyük önemini ortadan kaldırmadığı gibi, uygarlığın ortak malı olarak düşünülmesi gerektiğini ortaya koyar. Diyalektik olarak felsefi düşünce, ancak Doğu’dan kaynaklı mitolojik izahların artık yetmezliğe düştüğü, insan zihnini doyuramadığı, hatta gülünç kaçtığı bir ortamın ürünüdür.
Mitoloji ve ona dayalı dini yaklaşımların artık bir ideolojik örtü ve yağlama gücü olarak içine düştükleri yetersizlik, toplumun ruh ve zihniyet yapısını yeni arayışlara itecektir. Grek toplumunda dinsel inancın bir Mısır ve Babil toplumuna göre çok zayıf olması, olanın da katı olmaması, siyasi rejimin cumhuriyet ve demokrasiye yatkınlığı, maddi zeminin refah ve bol boş vakte imkan vermesi, yeni düşünce ortamının ana özelliklerini elverişli kılmaktadır. Maddi zenginlik ve siyasal rejimin tartışmalara ihtiyaç göstermesi, güvenlik ve özgürlük olanaklarını beraberinde getirmektedir. Tanrılardan korkma çağı geçtiği gibi, karmaşık kent devleti daha rasyonel, akla dayalı düşüncelere ihtiyaç göstermektedir. Hepsinin altında yatan temel etken, köleci uygarlık neredeyse üç bin yıllık bir dönemi geride bırakırken, doğal gelişme ve olgunlaşmasının ardından bir ciddi yıpranmayı yaşamasının da kaçınılmaz olmasıdır. Sistem artık sonuna doğru yaklaşmaktadır. Doruk ve çöküş yakındır. Esas olarak Greko-Romen uygarlığı bu gerçekliğin itirafıdır. Tüm bu koşullar mitolojik inanç çağlarının geçtiğini, akılla düşünme vaktinin de geldiğini gösterir. İnsanlığın uzun çağlarının birikimi olan bilgi dağarcığı da oldukça büyümüştür. Eşya hakkında pratiğin, emeğin ürünü olan bilgilenme, doğa, bitki ve hayvanlar aleminin özellikleri hakkında aydınlatıcı rol oynamaktadır. Neden-sonuç ilişkisi, ruhlar ve tanrılar olmaksızın da kendini göstermektedir. İnsan ve tanrı iradesinden bağımsız bir doğa işleyişi olduğu, kendini gittikçe daha fazla zihin dünyasına kabul ettirmektedir. Saf inançlar dünyasında gittikçe daha fazla kuşkular beslenmektedir. Çocukça hayaller dünyasından gerçekler dünyasına geçiş yapılmaya cesaret edilmektedir.
Bu olguların altında yatan, Grek ticaret dünyasının her kapıya koşulan, sırları keşfetmekten hoşlanan ve çıkar bulan gerçekliğidir. Sümer bezirgancılığının sınırlı gerçekleştirdiği işi, Grek tüccarlığı sonuna kadar vardırmakta kararlıdır. Tıpkı sanayi burjuvazisinin kar için sınır tanımaması gibi. Tanrıların yasaları dar gelmekte, ticaretin değişen dünyasına ancak kendisi için hızlı düşünmek zorunda olan öz akıl gücü, bireyin gücü gerekmektedir. Tarımın mevsimlik durgun yapısı için yeterli olan mitoloji, kentlerin ticaret ve zanaat dünyası için kesinlikle yetmemekte, gülünç kalmaktadır. Toplumun hakim sınıfı, kendi hakim düşüncesini doğurmaya zorlanmaktadır. Yine köleci ilişkilerin varlığı temelinde, sınıf yapısında değişiklik, kendi üstyapısında değişimi yaratacaktır. Düşüncede felsefi devrimin objektif ve sübjektif koşulları üzerinde daha fazla durulabilir. Ama bir doğru tanımlama için bu belirlemeler yeterlidir. Özü de şudur ki, uygarlığın gelişmesi altyapısında nasıl zincirleme ve diyalektik bir bağ halinde ise, üstyapısının temel bir kurumu olan ideolojik tasarım ve aktarım araçlarında da zincirleme bir bağ ve diyalektik bütünlük içindedir. Kendiliğinden, birikime dayanmadan, bazı şahısların keyfi dehasından ortaya çıkmaz. Bunun böyle olması, felsefi düşünürlerin rolünü küçümsemeyi içermez. Tersine, hangi koşulların ürünü ve ne tür büyük bir uygarlık yaratıcıları olduklarının doğru bir izahı anlamına gelir. Onları hakkıyla değerlendirme ve doğru sonuçlar çıkarmayı olanaklı kılar. Filozoflar çağında mitolojik kopuştan sonra iki temel üzerinde çelişkili bir düşünce sürecine girildiği gözlenmektedir.
a - Duyumları esas alma yöntemi pratik ağırlıklıdır. Doğanın objektif varlığını tanır. Olaylar arasındaki neden ve sonuçları kavrar; insanın eylem ve isteminden bağımsız yasalara sahip olduklarını bilir. Bilgilenmede deney ve gözleme dayanmanın ilk biçimlenişidir. Mitolojik ve dini dogmalara dayanmadan, bir doğa izah tarzına ulaşılmaya çalışılmaktadır. Bilime götürecek yolun taşları sağlam döşenmektedir.
b - Uyanan ve büyüleyici bir etkiye yol açması kaçınılmaz olan ussal düşünme yöntemi, geçmiş dogmaların daha fazla etkisi altındadır. bağımsızlığını ilan etmekten hayli uzaktır. Ama yine de tanrıların gölgesinden uzak, bakir bir ormanda yürümeye cesaret etmekte, yani sınırlı da olsa bağımsız düşünmeye adım atmaktadır. Var olan her şey düşüncede gerçekleşmektedir. Nesnel dünya bir görüntü, bir aldatmacadır. Akıldan kaynaklanan düşünce en değerlisidir. Bunda şüphesiz düşüncenin öz gücüye ilk defa ayağa kalkmasının da büyük etkisi vardır. O kadar büyülemektedir ki, dışında gerçeğin var olup olmadığı o kadar önem arz etmez. İlklerin etkileri nasıl çarpıcı oluyorsa, tarihin bu büyük gelişmesi de elbette aşırılığa kaçmadan gerçekleşmeyecektir. Felsefi düşünce gelişiminin bu iki ana kolunun temsilcilerine ilişkin kısa bir sunuş yapıldığından tekrarlamayacağız. Ama her iki kolun da en az Sümer mitolojisi kadar etkisini günümüze kadar taşırdıkları önemle belirtilmelidir. Nasıl ki inanç dünyamızın temelinde Sümer mitolojisi rol oynuyorsa, felsefi ve bilimsel düşüncemizin temelinde de bu iki ana koldan akıp gelen düşünceler rol oynamaktadır.
Bir nevi felsefenin peygamberleri konumundadırlar. Thales, Phytagoras, Parmenides, Herakleitos, Sokrates, Platon ve Aristo başta olmak üzere, kendileri ve adlarına zincirleme ekol oluşturulan zincirin tüm önemli halkaları, düşünce gücümüzün oluşumunda en az inanç dünyamızın peygamberleri kadar pay sahipleridir. Bireyin gücünü ortaya çıkarmada vazgeçilmez bir kaynak kişilik konumundadırlar. Mitoloji ve dinler daha çok toplumsal kutsallığı, statükoyu muştularken, felsefe uyanan ve özgürlüğüne koşan bireyi müjdelemektedir. Aslında ikisi, yani din ve felsefe, uygarlıksal gelişmede vazgeçilmez kurum niteliğinde iseler ve yine aralarında bir ortak mitolojik kökene uzanma varsa da; birbirlerinden gittikçe ayrıldıkları, çeliştikleri, çatıştıkları ve zaman zaman üst bir sentezde birleştikleri de doğrudur. Düşünce ve inanç dünyaları arasında bu nitelikte karşıtların varlığı ve birlikteliği yasası geçerlidir. Bu yasa işleyecek ve ilerleme doğacaktır. Felsefenin iki kolu arasındaki yasaya da daha sonra dönüşecek olan bu yasa, felsefi düşüncenin günümüze kadar çelişkili, çatışmalı ve senteze varma biçiminde ilerlemesini sürdürecektir. Bilimi geliştirirken kendisi de bilimden beslenecektir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER