HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN İMRALI'YI ANLATIYOR (4.BÖLÜM)
Tüm varlığı yasaklanmış bir halkın meşru savunma hakkı, evrensel hukukta ve ulusal anayasalarda vardır. Bu hakkı kullanmamak hukuk dışıdır. Hiçbir hukuk kurumu, bu hakkını kullanmasından ötürü Kürt halkını suçlayıcı olamaz.
PKK’nin tek taraflı ateşkes tutumunun İmralı süreciyle birlikte daha da geliştirilmesi rant ekonomisiyle bağımlı olduğu çevreleri tam bir boşluğa düşürmüş, ülkeyi uzun süre dondurma ve rehin alma rollerine belirleyici bir darbe vurmuştur. Her türlü tahriklerine rağmen bu tavırda ısrarlı oluş, devlet ve toplumun içinde oldukça palazlanmış bu resmi ve gayri resmi güçleri işlevsiz bırakmıştır.
Bu çevreler ısrarla savaşa çağrı tutumlarından vazgeçmemişlerdir. Geçen süre bunların iç yüzlerini ortaya çıkarmış; çatışma ortamını neden canlı tutmak istediklerini açığa vurup rant ve yolsuzluk ekonomisindeki rollerini netleştirince hızla tecrit olma konumuna düşmüşlerdir. O zaman Türkiye’nin gerçeklerini ve sorunlarını daha doğru tartışmak imkân dahiline girmiştir. Kürt sorununda da demokratik uzlaşmanın mümkün olduğu görülmüş, gerçek ulusal güvenliğin Kürt sorununun demokratik çözümünden geçtiği anlaşılmıştır. Radikal bir dönüşüme işaret eden bu gelişmeler yavaş da olsa sorunların doğru çözüm yolu ve ortamının neye bağlı olduğunu ortaya koymuş, her gün derinleşen ve boyutlanan krizin nasıl ortadan kalkabileceğini de doğru biçimleriyle göstermiştir.
KÜRT SORUNUNDA TAKINILAN İKİ ZIT TAVIR
Bu gelişmeler Kürt sorununda takınılan iki zıt tavrın tarihsel bir anlam taşıdığını da ortaya koymaktadır. Türkiye’nin AB hukuku ve demokrasi yoluna girmesinde Kürt sorununun demokratik çözümü belirleyici bir konuma gelmiştir. Dolayısıyla AB hukukunu, daha somut olarak AİHS’yi en yakından ilgilendiren bir gelişme aşamasına ulaşmıştır. AİHS’nin uygulanması, Türkiye’nin Kürt sorununu çözmesinde ve tam demokrasiye gitmesinde yaşamsal bir önem arz etmektedir. Sorun bir anlamda hukuki çözüm yoluna girmektedir.
Böylelikle Kürtlerin yasal haklarının tanınması hem AB’yi hem de Türkiye’yi çok rahatlatan bir sürece girilmesinde en önemli katkıyı yapacaktır. Tersine, AİHS’nin uygulanmaması, AB ülkelerinin Kürt gücü başta olmak üzere birçok sorunla karşılaşmasına yol açmanın yanı sıra, Türkiye’yi de bir çatışma ortamına iterek tüm yönleriyle demokrasi ve hukuktan uzaklaşmasına yol açacaktır. Bunun doğuracağı sonuçların Yugoslavya’nın dağılışından sonra yaşanan sorunlardan daha ağır olanlarına yol açması da kaçınılmaz olacaktır.
AVRUPA KONSEYİ TÜRKİYE'YE MÜSAMAHAKAR DAVRANIYOR
AB nasıl Bosna, Kosova, Makedonya sorunlarını gündemine alıyorsa birçok kurumun üyesi konumunda olan Türkiye’nin en önemli bir sorununu da AİHS’ye uygun olarak çözüm amacıyla gündemleştirmek durumundadır. AB şimdiye kadar çifte standart uygulamış, siyasal gerekçelerle bu konuda kendi hukukunu uygulamaktan kaçınmıştır. Bu yaklaşım demokrasi ve hukuk konusunda Türkiye’yi duyarsız kılmıştır. Türkiye’ye sunulabilecek en yararlı destek, demokratik hukuk devleti konusunda atılacak adımlarla ilgili olanlarıdır.
AİHS ve AİHM’nin bu konuda oynadığı rol sınırlıdır. Türkiye’nin Kürtlerle ilgili davalarda yalnız tazminatların ödenmesiyle yetinip, sözleşme ve mahkeme kararları gereği kanunlarında yapması gereken değişikliklerin çoğunu yapmaması bir hukuk ikilemini doğurmaktadır. Kürtlerle ilgili binlerce davanın bazı önemli hukuki sonuçları görülmeliydi. Türkiye hukukundaki eksikliklerin giderilmesi ve antidemokratik maddelerin kaldırılmasında ısrarlı ve sonuç alıcı davranmalıydı. Özellikle bu konuda AİHS ve AİHM’nin hüküm ve kararlarını gözetmek ya da uygulamakla sorumlu Avrupa Konseyi, Türkiye konusunda rolünü oynamakta çok müsamahakâr davranmakta, sorunu yetkili kurumlara taşıyıp gereken ağırlıkta ele almamaktadır.
Kürdistan’da 4 bine yakın köy ve mezra boşaltılmıştır. Bunların büyük bir kısmı kanunsuz yıktırılmıştır. Bu, AİHS’ye tamamen aykırıdır. Zaten AİHM bu köy boşaltmalarıyla ilgili çok sayıda karar vermiştir. Bu da sorunun bireysel değil, kolektif nitelikte tüm halkı ilgilendirdiğini açık bir biçimde göstermektedir. O zaman bu da sorunun bireysel olmaktan çıktığını ve tüm halkın kaderini ilgilendiren boyutlara ulaştığını kanıtlamaktadır. Bu konuda ‘PKK terörü’nü bahane olarak kullanmak, demokratik hukuk ilkeleri açısından doğru olmayacaktır. Kürtlerin varlığına yönelik haksızlıkların sadece insan hakları kapsamında bireysel olarak, o da birkaç bin dolarlık tazminatlarla geçiştirilmesi skandal düzeyinde değerlendirilmesi gereken bir husustur. AİHS’de ‘üç temel kuşak hakları’ düzenlenmiştir.
BİREY OLARAK EVET, HALK OLARAK HAYIR YAKLAŞIMI
Bu hakların bir parçası da kendi kaderini özgürce belirleme ve kültürel yaşamın özgürce ifadesidir. Kürtler açısından başta bu haklar olmak üzere diğer temel hakların da büyük kısmı uygulanmamakta, sözleşmeyle açıkça çelişen durumlar yaygın olarak yaşanmaktadır. Kürtler önemli oranda hukukun dışında bırakılmaktadır. Birey olarak kısmen hukuk kapsamına alınırken, halk ve kültürel varlık olarak hukuktan yoksun kılınmaktadır. Avrupa Konseyi üyesi hiçbir ülkede bu durum yaşanmamaktadır. Zaman zaman Avrupa Parlamentosu’nda bu konuda çıkan kararlar hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır.
Türkiye’de Kürtler nasıl yok sayılmakta ve ancak Türk olarak kanun kapsamına alınmaktaysa, Avrupa hukuku açısından da buna benzer bir yaklaşım sergilenmektedir. ‘Birey olarak evet, halk ve kültür olarak hayır’ biçiminde formüle edebileceğimiz bu yaklaşımın Avrupa hukuku ve demokratik kriterleriyle çeliştiği açıktır.
Türkiye’nin bu alandaki olumsuz sicilinin ciddi olarak ve zamanında değerlendirilip gereken kararlara varılamaması, hem Kürt sorununun çözümsüz kalmasında hem de yaşanan krizin bu kadar derinleşerek sürmesinde önemli bir etkendir. Bu bir nevi geleneksel sömürgecilik politikası olan iç sorunlar yoluyla ülkeleri kendine bağlama taktiğini çağrıştırmaktadır.
VARLIĞI REDDEDİLEN, HUKUK DIŞINDA BIRAKILAN BİR HALK
Savunmamı geliştirirken bireysel konumuma öncelik tanımamam, bu olumsuz yaklaşımın giderilmesi amacına dayanmaktadır. En vahim durumda olan, varlığı toptan reddedilen ve çağdaş halklar gibi kabul görmeyip hukuk dışında bırakılan bir halkın bireyi olarak, hukuk kapsamına alınmamın tutarlı olmayacağı kanısını taşıyorum. Halkının en temel hakları tanınmadıkça, onun bireylerinin hakları tanınsa bile, bunun pek fazla anlam ifade edemeyeceğine inanmaktayım. Hatta sorunu ısrarla ‘bir terör örgütünün haksızlığa uğramış üyesine hukuken sahip çıkmak’ gibi yansıtmak çok vahimdir. Bu durum hukuk adına büyük bir haksızlığa alet olmaktır. Kürtlerle ilgili davalar konusunda bu tehlikeli ikilem yaşanmaktadır.
Burada akla şu hususlar geliyor: Acaba Avrupa hukuku ve demokrasisi Kürtleri bir halk kapsamında görmek istiyor mu? İstiyorsa, benzer durumda olan diğer birçok halkın sorununda gösterdiği tavrı niye Kürtlerden esirgemektedir? Acaba Kürtleri soyu tükenen kelaynak kuşları gibi mi değerlendirmektedir? Hukukun çoktan kapsamına alınmış olan ve BM sözleşmelerinde de yasalaşmış bulunan haklar ne zaman Kürtlere uygulanacaktır? Buna benzer birçok sorunun yanıtlanması gerekmektedir. Benim davam Strasbourg’da incelenmeye alınırken, yüz binleri aşan bir halk topluluğu istemlerini bazı sloganlarla mahkeme salonlarına kadar ulaştırmıştır. Bu seslerin bir gerçeği dile getirmiş olması gerekir.
AİHM’nin benim durumumu ele alırken, Kürt halkını ve yaşadığı sorunlarını mutlaka göz önüne alması gerektiği kanısındayım. Avrupa hukukunun da temeli olan Roma hukukunun en temel kaynağı halkların töresine, yani yasal varlığına saygıdır. 20. yüzyıl Avrupa hukuku, 2500 yıl önceki bu yönlü Roma hukukundan daha geri bir pozisyonda bulunamaz. Bulunursa özünü inkâr etmiş olur.
KÜRT SORUNU ARTIK BİR AVRUPA SORUNU HALİNE GELDİ
Savunmamı Kürt halk gerçeğinin tarih boyunca nasıl geliştiğine dayandırmam, bu temel sorulara yanıt bulmak açısından zorunlu olmaktadır. Varlıkları en çok inkâr edilen Kürtlerin uygarlık tarihi içinde yerlerinin olmadığı iddialarına gerekli yanıtları bulmak için uygarlık tarihiyle birlikte ele almam önemliydi. Tarihsel süreç içinde varlıklarını tanımlamayanlar günümüzde de kendilerini tanıyamaz ve haklarının mücadelesini veremezler.
Tarihsel çözümlemenin aynı zamanda bütün uygarlıkların bir zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlı olduğunu, en son halkanın da Avrupa uygarlığı olduğunu bilimsel olarak ortaya koyması sorunların duygusal değil gerçekçi ele alınmasına hizmet edecektir. Davanın AİHM’ne kadar varmasının bu gerçeklikle bağını ortaya koymaktadır.
Avrupa uygarlığının Kürt halkı açısından daha direkt sorumluluğunu ortaya koymak için başını İngiltere’nin çektiği son iki yüz yılın sömürgeci politikalarından nasıl etkilendiğini belirtmem ahlaki ve politik sorumluluğun duyulmasını gerektirmektedir. AB demokratik hukukunun bu sömürgeci politikaları aşmasının pratik anlamı Kürt sorununda AİHS’yi gerçekten uygulamasına bağlı bulunmaktadır.
Kürt sorunu artık bir Avrupa sorunu haline geldiğinden, Kürtlerin varlığını böylesine kapsamlı ortaya koymanın AİHM’yi aydınlatacağı kanısındayım. İçinde bulunduğum koşullar gereği birçok eksiklikleri ve yanlışlıkları olsa da, İmralı Savunmasında yapamadığım bu değerlendirmelerin bir boşluğu doldurduğu inancındayım. PKK hakkında kapsamlı değerlendirmeler yapmaya çalıştım. AİHM çeşitli kararlarında örgütün tüm yapısını kastetmese de, ‘terör’ nitelikli suçlamalara ilişkin bazı kararlar almıştır. Savunmamda bu konuyu aydınlatmaya önem verdim.
PKK ŞİDDET ÇEMBERİNİ KIRMAK İSTEDİ
Genel olarak şiddet olgusundan tutalım PKK’deki şiddet anlayışına kadar konuya genişçe yer ayırdım. Bununla şiddete ve savaşa karşı hem örgütün tavrını hem de kendi tavrımı netleştirmeye çalıştım. Gerçek olan Kürt halk varlığının belki de hiçbir halkın başına gelmediği kadar yabancı egemenlerin şiddeti altında yaşadığı, bu yüzden özgür gelişme imkânı bulamadığı genişçe ortaya konulmuştur. Tüm uygarlık tarihi boyunca Kürtler ancak dağların doruklarına çekilerek varlıklarını koruyabilmişlerdir.
Bu yüzden normal kent uygarlıklarını özgür iradeleriyle kurup uzun süre yaşatma gücü bulamamışlardır. Kurulanlar da kısa dönemler sonunda işgal edilmekten kurtulamamıştır. Halen aşiret toplulukları biçiminde yaşamaları bu tarihsel özellikten ileri gelmektedir.
PKK bu büyük şiddet çemberini kırmak istedi. Ama yapısındaki güçlü köylü-aşiretçi zihniyet nedeniyle yeterli ve doğru meşru savunma tarzında bir silahlı mücadeleyi tam oturtamadı.
TÜM VARLIĞI YASAKLANMIŞ BİR HALKIN MEŞRU SAVUNMA HAKKI
Bilindiği üzere, dilinin özgür ifadesine kadar tüm varlığı yasaklanmış bir halkın meşru savunma hakkı hem evrensel hukukta hem de ulusal anayasalarda vardır. Bu hakkı kullanmak değil, kullanmamak hukuk dışı bir durumdur. PKK’nin meşru savunma çizgisi hem bir anayasal hak, hem de yerine getirilmesi halkına karşı kutsal bir görevdir.
Hiçbir hukuk kurumu bu hakkını kullanmasından ötürü Kürt halkını suçlayıcı olamaz. Asıl suçlanması gerekenler, çağdaş hukukun vazgeçilmez gereklerini halkımıza tanımayanlardır. Bu durumda meşru savunma elde kalan tek seçenek oluyor. Bu anayasal hak kullanılmıştır. Halkımızın vazgeçilmez ve AİHS’de de gayet açıkça belirtilmiş hakları tanınmadıkça, tüm varlığı inkâr edilip anadilde eğitimde dilini özgürce ifade aracı olarak kullanmak gibi en basit hakları bile yasaklamalara konu olmaya devam ettikçe, meşru savunma hakkımızı sonuna kadar kullanmaktan vazgeçmeyeceğimiz hukukun da bir gereğidir.
ASIL SUÇLU OLAN DEVLET
Bu konuda asıl suçlu olanın devlet politikaları olduğu AİHM’nin birçok konuya ilişkin kararlarında ortaya çıkmıştır. Hiçbir suçu olmadığı halde, binlerce sivil vatandaşın devletten beslendiği açığa çıkmış bulunan çetelerce katledilmesine ve binlerce köyün boşaltılmasına kadar varan uygulamalar ağır suç teşkil eden terör eylemleridir. Halkımız tarihte ve günümüzde hiçbir halkın başına gelmemiş terörü yaşıyor. Halepçe örneği henüz unutulmamıştır. Dolayısıyla meşru savunmanın silahlı temelde de olsa kullanılması evrensel ve anayasal ulusal hukukun bir gereğidir.
Kabul edilmemesi gereken ve benim de uzun yıllar karşısında durmama rağmen önlemekte zorluk çektiğim şiddet, meşru savunma çizgisi dışına taşan biçimidir. PKK içinde bazı kişi ve gruplar hem kendi yoldaşlarına, hem sivil halka, hem de devletin şiddet dışında kalan bazı kurum ve kişiliklerine şiddet yöneltmişlerdir. Bunu hem yanlış bulduğum, hem de örneğin başta İsrail ile Filistin arasında vardığı seviyede görüldüğü gibi bir çizgi haline gelmemesi için büyük çaba harcadığım bilinmektedir. Şiddetin bu seviyeye gelmemesi benim bu çabalarımla yakından bağlantılıdır.
1993’ten beri dönemin Cumhurbaşkanı Özal’ın da istekli bulunmasından cesaret alarak yapmaya çalıştığımız tek taraflı ateşkes, birçok aşamadan sonra şimdi büyük bir disiplinle uygulanmaktadır. PKK silahlı güçlerinin büyük bir kısmını sınırların dışına çekip meşru savunma düzenine sokmuştur. Bu düzenin korunduğu Türk makamlarının açıklamalarından da teyit edilmektedir. Bu konuyla bağlantılı olarak PKK ayrılık peşinde olmadığını 2000’deki 7. Kongresinde açıkça ilan etmiş, bu yönlü strateji ve programını açıklamıştır.
Türkiye’nin ülkesel bütünlüğünü ve devletin üniter birliğini esas alan bir çerçevede, Kürt sorununun barış ve demokratik uzlaşı içinde çözümüne hazır olduğunu defalarca beyan etmiştir. Hiçbir aşırı talep ileri sürmeden, AİHS’nin kapsamı dahilinde hakların kullanılması temelinde bir çözümden yana olduğu anlamına da gelen bu tavır devlet tarafından halen resmen cevaplandırılmamıştır. Devlet Kürt sorununu tanımakta bile güçlük çekmektedir. Avrupa hukuku ve demokrasisinin kriterlerini tanımaya bir türlü yanaşmamaktadır. Türkiye AB’ye aday üye olduğu halde Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmeyen tek ülkedir.
AİHM PKK'NİN TAVRINI TAKDİR ETMELİDİR
Bu durum karşısında AİHM, PKK’nin yüksek bir sorumlulukla sınırların dışına çıkmayı bile göze alarak, iki yıldan beri hem resmen hem de fiilen tam bir disiplinle yürüttüğü meşru savunma durumunu göz önüne almalıdır. AİHM, PKK’nin bu tarihten itibaren kendini hukuk dışı terör olaylarından arındırdığını ve her şeyini kutsal meşru savunma çizgisine göre yürüttüğünü takdir etmelidir. Bu yönlü bir takdir Kürt sorununun meşru zeminlerde tartışılmasına ve çözüm sürecine girmesine katkı yapacaktır.
Mahkemenin vereceği kararlar, sorunun demokratik hukuk kapsamında ele alınmasına ilişkin olarak, hem AB kurumlarını hem de Türkiye Cumhuriyeti yetkililerini olumlu etkileyecek, ayrıca PKK’yi demokratik hukuk ölçülerinde bir çözüme teşvik edecektir. Dolayısıyla mahkemenin bu gerçekler temelinde özellikle bundan sonra geliştireceği kararların ağır bir sorunu çözmede tarihî anlam taşıyacağını belirtmek durumundayım.
Daha önce konuya ilişkin verdiği birçok karara saygı duymamla birlikte, yetersizliklerine ilişkin eleştirilerim için bu savunmamın temel teşkil edeceği açıktır. Mahkemenin hep göz önünde bulundurduğu ayrılıkçı şiddet konusu başta olmak üzere, şiddet ve ayrılıkçılığın gerçek nedenleri ve sorumluları ortaya konulmuştur. Mağduriyete yol açanla mağdurun karıştırılmaması gereği büyük önem taşımaktadır. Bunun için PKK’yi bir bütün olarak görmek de mahkeme açısından son derece önem kazanmaktadır.
AİHM’ye gelen davaların büyük bir kısmı PKK ile bağlantılıdır. Bu nedenle savunmamın PKK bölümünün tıpkı Kürt halkına ilişkin bölümlerinde de olduğu gibi önemle değerlendirilmesi gerektiğine dair inancımı ve talebimi bir kez daha dile getirme gereğini duyuyorum.
Bu savunmamın aynı zamanda AİHM için de dayanak bulabileceği en önemli belge niteliğinde olduğu açıktır. Bireysel durumum ancak bu iki temel gerçeklik, yani Kürt halkının yasal konumuyla PKK’nin siyasal, askeri ve yasal konumu aydınlandığı ve değerlendirildiği ölçüde daha doğru ve objektif ele alınabilecektir.
Bireylerin sorumsuz ve tek başlarına yaşayabileceği varsayımı ancak bilimsel olarak 7 milyon yıl önce insan türüne geçiş aşamasında söz konusu olabilir. O zaman bile küçük topluluklar halinde bir tür oyun düzeninde yaşandığı bilimsel bir görüş olarak genelde kabul edilmektedir.
O tarihten beri insan türünün toplumsal düzeyi geliştikçe fertlerinin de gelişme kaydettiği, toplum dışında kalmanın ise ölüm anlamına geldiği kolayca gözlemlenen bir husustur. Savunmamda bu konu üzerinde de durdum. Bunun nedeni şuydu: Ben âdeta gökten düşmüş bir ‘canavar terörist’ olarak, ABD’nin büyük şefi olan son kovboy Başkanının özel ve gizli emirleriyle, tüm dünyanın büyük ve ‘kahraman’ güçlerinin desteğiyle, başta istihbarat ve emniyet birimleri tarafından nihayet yakalanıp en muhkem bir adada, Marmara Denizi’ndeki İmralı Adası’nda olağanüstü tedbirlerle tek başıma üç beş metrelik bir tabutluğa konulmuştum.
EŞİ GÖRÜLMEMİŞ BİR PROPAGANDA
Tarihte eşi görülmemiş, ‘en az otuz bin kişiyi öldürmüş en büyük terörist’ durumundaydım. Dünya çapında ve Türkiye’de eşi görülmemiş bir propagandayla böyle yansıtılıyordum. Nasıl asılmam gerektiğinden tutalım parça parça çiğ yenmemin bile yeterli olmayacağına, hemen öldürmek yerine her saat çürütmenin amaca daha çok hizmet edeceğine, bu arada kullanılıp tek bir dostu kalmayıncaya kadar üzerimde özel politikaların uygulanması gerektiğine dair çok şey söylendi, yazıldı ve hayata geçirildi.
İmralı’daki yargılanmamın genelde hukuka, özelde AİHS’ye uygun olup olmadığını değerlendirebilmek için savunmamı geniş tutmanın mutlaka anlaşılması gereken nedenleri vardır. Öncelikle savunmamda kanıtlamaya çalıştığım “Ben de insanım, benim de mensup olduğum bir halkım var” değerlendirmesi fantezi olsun diye ileri sürülmüyor. Beni insandan, halkımızı da halklardan saymayan, amansız, örtülü ve eşi görülmemiş yalanlarla yürütülen maskeli bir dünyayla karşı karşıya bulunuyoruz.
Kaldı ki, bu sadece günümüzle için de geçerli olmayıp, tarihin derinliklerine kadar uzanan bir gerçekliktir. Eğer insandan ve halklardan sayılsaydık ve böylelikle herkes için geçerli olan hukukun eşitliği bana ve halkımıza da uygulansaydı, kesinlikle İmralı türü hukukun en trajikomik bir tiyatrosu gerçekleşemezdi. Sorun en amansız koşullarda yargılanmamdan ve bu yargılamanın AİHS’nin birçok maddesine aykırı gerçekleştirilmesinden kaynaklanmıyor.
Bu hususlar da önemli olmakla birlikte gerekli şekle ilişkin basit ayrılıklardır. Hukukun en temel ilkesi objektifliktir. Hukuk niyetlere, öznel iddialara dayanmaz. Bunu söylerken çağdaş hukuktan bahsediyorum. Yoksa ilahi hukuk kökenli devlet emirlerine hukuk denilemeyeceği açıktır. Bu anlamda hukuktan değil, kendini ilahi kökenli sayan zalim ve yalancı görüşün iğfal, işgal ve imhasından bahsedilebilir.
Benim İmralı yargılanmam yalnız bir hukuk inkârı ve cinayeti değildir, aynı zamanda çok daha tehlikeli ve gizli amaç olarak gördüğüm gerçeklerin yok edilmesine aracı kılınmak istenmiştir. Sadece İmralı’da olduğum günlerde değil, tüm Avrupa ve Kenya sürecinde her gün yaşatılan şok üstüne şok uygulamaları, tarihsel ve insani gerçekleri benim ve halkım için geçersiz kılmayı amaçlıyordu. Geride hayvan seviyesinde görülen Hint paryalarından daha değersiz bir kişilik ve halk bırakmak istiyorlardı. Korkunç olan bu durumdu. İşin daha da acımasız yanı, bilincim yok edilerek bu sonuca ulaşılmak istenmesiydi.
Giderek tek bir dostum kalmayıncaya kadar bir yok etme ve rehabilitasyon sürecinin derinliğine ve genişliğine uygulanması söz konusudur. Bu tehlikenin tümüyle ortadan kalktığını söylemem de mümkün değildir. Doğrudur, mahkemede kaba işkencenin yapılmadığını söyledim, hatta karşılıklı saygıyı barındıran bir soruşturma sürecinden bahsettim. Fakat bu husus sürecin sadece bir örtüsüdür. Gerçekler başka yerde yatmaktadır.
ASRIN KOMPLOSUYLA KARŞI KARŞIYAYIZ
Kaldı ki, hukuka ve AİHS’ye aykırılığı sadece Türk hukukuna, yönetimine ve DGM’lere bağlamak çok dar bir yaklaşım olacaktır. Hatta şahsi kanım odur ki, Türkler bile halk ve devlet olarak olup bitenlerden yeterince ve doğruca haberdar olmaktan çok uzaktır. Bu açıdan ucuz bir anti Türklük yapmayı hiçbir zaman uygun bulmadım. Gerçeklerin farkında olmak kadar farklı yerlerde olduklarını bilerek, çok sorumlu ve bilimsel yaklaşmanın yaşamsal olduğunu hep göz önüne getirdim. Renkli bir savunma yapmam biraz da bu nedenlere dayanmaktadır.
Hukuk ve yargılamaya yapabileceğimiz en büyük kötülük gerçeklik duyusunu ve gerçeğin kendisini anlama yeteneğimizi yitirmektir. Tüm bu nedenlerle gözaltı süresinin başladığı ana kadar gerçekleri alabildiğine açıklamaya özen gösterdim.
Eğer dünyanın en büyük gücü olan ABD’nin Başkanı Clinton resmen “Teslim emrini ben verdim” diyorsa, dünyanın ikinci büyük gücü olan Rusya’nın Başbakanı Primakov Avrupa’dan çıkarıldığım gün, benim için tüm Bağımsız Devletler Topluluğuna “Ülkenize gelmesin” diye uyarı yaptığını söylüyorsa, İtalya’da hukuken serbest olma hakkım olduğu halde korkunç bir psikolojik baskıyla kaçırtılıyorsam ve Yunanistan’da dost olabileceğine inandığım bir yönetim hükümet düzeyinde söz verip ardından ölümcül darbe vuruyorsa, tüm bu tavırların altında haklı olmayan ekonomik ve siyasal çıkarlar yatıyorsa ve en son yine bakan düzeyinde “Sizi Hollanda’ya götürüyoruz” deyip hukukta hiçbir yeri olmayan bir biçimde beni Türk özel güvenlik birimlerine teslim ediyorsa, burada sadece hukukun çiğnenmesinden bahsedilemeyeceği, asrın eşine rastlanması zor bir komplosuyla da karşı karşıya olduğumuz açıktır.
TÜM DEVLET KURUMLARI VE TEMSİLCİLERİ SUÇ İŞLEDİ
Sorun benim suçlu olup olmamam değildir. Sorun hangi niyet ve çıkarlarla Avrupa çapında AİHS’ye bu kadar aykırı tavırlara girildiğine ilişkindir. Şahsımda Avrupa’nın demokratik ve hukuk ölçülerine ağır bir ihanet söz konusudur. AİHS’nin geçerli olduğu sınırlarda bana uygulanacak hukuk maddesi siyasi ilticayla ilgilidir. Nitekim İtalya’da Roma İstinaf Mahkemesi iltica hakkımı kabul etmiştir. Bu durumda benim eşine ender rastlanan yöntemlerle Avrupa’nın dışına atılmamda rolü olan tüm devlet kurumları ve temsilcileri suç işlemişlerdir.
Suçu işleyenler eliyle gerçekleştirilen bir gözaltının AİHS’nin 5. maddesine aykırılığı gayet açıktır. Dolayısıyla öncelikle kararlaştırılması gereken şey bu hukuk dışı gözaltı ve tutuklanmanın iptalidir. Bu konuyu daha ayrıntılı işlemek durumundayım. Mahkemenin de rahatlıkla görebileceği gibi, neden benim insandan ve halkımızın da halklardan sayılmadığının iyi tespit edilmesi gerekir. Bu konu öncelik taşır. Ben sırf bu yüzden mahkemeye yardımcı olsun diye nasıl bir insan olduğumu, hem de tarih boyunca uygulanan korkunç terörlerin kurbanı olarak bugünlere nasıl geldiğimi boşuna uzun ve bilimsel bir temelde anlatmadım.
Çünkü bana uygulanan bir canavara bile uygulanamaz. Yine halkımızın varlığının yadsınmasına dayanan çabalar en geri kabile varlıklarına bile uygulanmamıştır. Hukuk objektifliği esas alır derken bu gerçekliği kastetmekteyim. Milyonları ilgilendirdiği Yüce Mahkemenin salonlarına ulaşan seslerden de anlaşılan bu davanın hukukun evrensel ilkelerine göre yürütülebilmesi ancak bu gerçeklere hakkının verilmesiyle mümkündür.
Açıkça şu hususu belirtmek durumundayım: Sadece İmralı yargılama koşullarının AİHS’ye aykırı olduğu görülerek verilecek bir kararı komplonun devamı olarak değerlendirmek durumunda kalacağım. Bunu kabul etmem mümkün değildir. Böyle bir kararı kabul etmem halinde, tarihte ve günümüzde halkımızdan en fazla saygıyı kazanmışken, Kürt halkı arasındaki hain işbirlikçilerden biri de ben olurum. Halkımıza yönelik hukuksuzluğun baş taklitçilerinden olan bu işbirlikçilere karşı hukukun onurlu yoluna gelsinler diye hep mücadele ettim. Ama İmralı yargılanmasında komployu yutma anlamına gelebilecek her çaba bu işbirlikçilerin oyunlarının tutması anlamına gelecektir.
DEĞERLERİN DARBE YEMESİNE ASLA FIRSAT VERMEM
Bu haksızlığı işlersek, mahkeme buna alet olur ve ben de yutarsam, hiç kuşku olmasın, bu durum halkımıza mensup en dürüst tek insanımız kalıncaya kadar mevcut tablonun acımasızca devam etmesine yol açacaktır. Bu gerçekliğin görülmesi belki Avrupa koşullarından ötürü zor olabilir. Ama yargılanan, halkımız adına kendini cayır cayır yakarak ve misli görülmemiş saldırı güçlerine karşı son nefeslerine kadar insanlık onurlarına sahip çıkarak direnen insanlarımızın tek şerefli ve korunması gereken özgürlük iradesi ve umududur.
Her ne kadar bu iradeyi layıkıyla temsil edemediysem de bu değerlerin şahsımda hem de hukuk karşısında darbe yemesine ve zayıf düşmesine asla fırsat vermem ve alet olmam. Tüm bu gerçeklerin, Avrupa hukukunu adım adım çiğneyerek, beni bir değil tam bin komplo zinciriyle kaçıran sistemin ve güçlerin doğru tanımlanmasını ve Yüce Mahkemenin öncelikle bu konuyu aydınlatıp karara varmasını çok önemli ve tarihsel olarak görüyor ve talep ediyorum.
Kaçırılmam ve gözaltına alınmam sıradan bir olay olarak değerlendirilemez. Sadece bu meşum olayı protesto etmek amacıyla halkımızdan yüzlerce insanımız kendini yaktı, ölüme gitti. Halkımızın umut ve inançlarına büyük darbe vurulmak istendi. Daha da kötüsü, içine konulmak istendiğim intihar süreci işlemiş olsaydı, bunun on binlerce insanın hayatına mal olacak yeni bir süreci başlatması kaçınılmaz olacaktı. Bu yüzden benim âdeta bir paket gibi Türkiye’ye sunulmam, bir bakıma Japonya’dan sonra Halepçe’den katbekat daha fazla tahripkâr olan bir atom bombası etkisini gösterecekti.
OYUNU BOZDUM, KOMPLO İŞLEMEZ DURUMA DÜŞTÜ
Tüm zorluklarına rağmen dayatılan intihar sürecini boşa çıkarabilmem, böylesi bir bomba etkisini planlayanları boşa çıkarmıştır. Bütün hesap benim bu acımasız koşullara dayanamayıp ya ölüm orucuna yatacağıma, ya da Yunan Elçisinin bana bıraktığı tabancayla intihar etme yoluyla yaşamıma son vereceğime dayandırılmıştır. Bu durumda sonuç binlerce intihar eylemi, İsrail-Filistin şiddet sarmalını geride bırakan uzun ve kanlı bir şiddet sürecinin derinleşerek sürmesi olacaktı. Halklarımıza, dostlara ve yoldaşlara karşı duyduğum ahlaki sorumluluk ve barıştan yana kişilikli tavrım bu oyuna düşmememi gerektiriyordu.
Sonu ne olursa olsun, elden geldiğince yaşamamın daha doğru olacağına dair kendimi ikna ederek bu oyunu bozdum. Komplo esas olarak bu tavrımla akamete uğradı ve işlemez duruma düştü. Anadolu ve Mezopotamya topraklarının yıllarca sürebilecek kanlı bir oyuna sokulmasını önledim.
Aslında uygulanan politika son iki yüzyılın bir özeti gibidir. Önce Kürtleri isyana çekip sonra desteksiz bırakmak ve ardından Türkleri ‘vurun’ denecek bir noktaya itmek bu politikanın özüdür. Diğer bir deyişle ‘tavşan kaç, tazı tut’ oyunu oynatılıyordu. Çok acımasız bir politikanın yürütüldüğü açıktır.
DERLEME
YORUM GÖNDER