KÜLTÜREL SOYKIRIMA KARŞI SON İSYAN: APOCU DİRİLİŞ VE PKK
Kültürel soykırım neleri hedefliyorsa onları sahiplenmek, neleri kutsuyorsa onları lanetlemek, neleri bitirmek istiyorsa onları yaşatmak ve geliştirmekle ancak bu kültürel soykırım kıskacı parçalanabilirdi... Bir topluluğu kendisi olmaktan çıkarmanın, başkalarına benzeterek yok etmenin en kalıcı yolu, o topluluğu anlam, zihniyet ve estetik yitimine uğratmaktır. Çoklu kimlikler çağında yaşadığımızı söylersek abartı olmaz. İnsanlar birden çok kimliğe sahip olabilmekte, sahip oldukları tüm kimlikleri birlikte taşıyıp yaşayabilmektedirler. Tekli ya da çoklu kimlikli olabilmek için kendisi olmak önkoşuldur. Kendisi olamayanların kendilerine özgü -tekli ya da çoklu- kimlikleri de olamaz. Öncelikle insanın kendisi olabilmesi yaşamsal önemdedir. Örneğin bir insan evrende dünyalı, dünyada Ortadoğulu, Ortadoğu’da Kürdistanlı Kürt, demokratik, sosyalist vb. kimliklerin hepsini birlikte taşıyabilir, yaşayabilir. Ama önce kendisi olmak şartıyla bunları yapabilir. Kendisi olmadan, olamadan hiçbir özgün kimliğe de sahip olunamaz. Yanılsama ile özgün bir kimliğe sahip olunduğu düşünülebilirse de hem kendisi hem de çevre kandırılmış olur. İnsan toplumsal olduğu oranda insandır. Yani insan olmanın ölçüsü toplumsallıktır. İnsanda olduğu gibi, toplumlarda da kendilik, maddi ve manevi kültür olarak kendiliğini yaşayabilmek yaşamsal önemdedir. Kendisi olmaktan çıkarılmış, kendisinden uzaklaştırılmış birey ve çevrelerin kendilerine özgü toplumsallıkları, kimlikleri ve kültürleri olamaz. Ancak tür topluluklar başka toplumların egemen sınıflarının, sömürgenlerle sömürgecilerin istedikleri gibi üzerinde oynayabilecekleri yığınlar olabilirler. İnsan ve toplumsallık damar ve kan gibidir. Kan damardan çıktıktan sonra nasıl pıhtılaşır, kan olma özelliğini yitirirse, kansız kalan damar da kurur, damar olma özelliğini yitirir. Artık ne kan eskisi gibi kandır, ne de damar. Kendilik ile kimliklilik de öyle. Kendilik olmadan kimlik, kimlik olmadan kendilik olmaktan söz edilemez. İnsan da toplumsallıktan koparıldığında insanlığından çok şey yitirir. Hatta eğer yeniden toplumsallığını sağlama ya da ona kavuşma mücadelesi içinde değilse, kendisi olmaktan uzaklaşmıştır demek yanlış olmaz. Varlığını, canlı bir organizma olarak beslenmesini, korunma ve gelişmesini sağlayacak bireylere sahip olmayan bir topluluğun da toplumsallığından bahsedilemez. Böyle bir topluluk ancak egemenlerin istedikleri gibi biçimlendirecekleri bir yığın olarak değerlendirilebilir. Toplumsallık, bütünlüklü bir kültürel varoluştur. Kültürü toplumun tarihsel süreç içerisinde oluşturduğu anlamsallıklar ve yapısallıkların bütünü olarak tanımlamak doğru bir tanımlama olur. Anlamsallıkları içerik, yapısallıkları da değişime-dönüşüme açık kurumsallıklar olarak değerlendirebiliriz. O halde toplumsallığı yalnızca anlam-içerik- ya da yapısal-kurum- olarak değerlendirmek mümkün değildir. Kurumsuz anlamdan, anlamsız kurumdan söz etmek pek mümkün görünmemektedir. Toplumsallık ikisinin bütünlüğünden oluşur. Anlamsız bir kurumsallık, başkalarının istediği gibi kullanabileceği yapılar oluşturmak anlamına gelir. Yapısallığı oluşmamış ya da dağıtılmış bir toplumun da anlamından söz edilemez. Beyaz Türk Askeri Bürokrat Burjuvazisi İçin Devletsiz Yaşamak Mümkün Değildir Anlam ve kurum çerçevesinden bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun temelindeki toplumsallığı, inşanın temel malzemesini doğru tespit etmek önemlidir. Osmanlı İmparatorluğunun dağılışı ve giderek yıkılışı sürecinde, ne gelişkin bir Türk milliyetçiliği, ne de üzerinde ulus devlet kurulabilecek bir Türk ulus gerçekliği vardır. Beyaz Türk askeri bürokrat burjuvazisi için devletsiz yaşamak mümkün görünmemektedir. Osmanlı imparatorluğunu yıkılıştan kurtarmak da olası değildir. O halde Osmanlı imparatorluğu kalıntıları üzerinde, yani ordu gücüyle denetim altına alınabilecek topraklar üzerinde bir devlet kuruluşuna gitmek kaçınılmaz görülmektedir. Çağ dünya çapında ulus devlet belasının yayılma çağı olarak değerlendirilmektedir. O halde Beyaz Türk Bürokrat Burjuvazisinin kuracağı devletin biçimi de kendiliğinden anlaşılmaktadır. Fransız Devriminin de etkisiyle Jakoben bir ulus devlet geliştirileceği görünmektedir. Toplumsal yapılar inşa edilmiş gerçekliklerdir. Türk uluslaşması da bunun dışında değildir. Üstelik bu işe soyunanlar sıradan insanlar ya da bir grup değil, iktidarda olan ve ne olursa olsun iktidarda kalmaya karar vermiş olanlardı. Ancak bunun için malzemeye ihtiyaç vardı. Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan halkların fiziki ve kültürel varlıklarının Türk uluslaşmasının hammaddesi olarak kullanılması bu sorunu çözebilirdi, böyle de yapıldı. Başta Kürtler olmak üzere Çerkesler, Lazlar, Araplar artık suni Türk uluslaşmasının hammaddesi olacaklardı. Bu kullanımın ilk adımı Türkiye halkı tanımı yerine Türk halkı tanımı geliştirilerek atıldı. Vatandaşlık tanımı ile Türklük özdeşleştirildi. Bir bütün olarak Anadolu ve Kürdistan’ı Türkleştirme stratejisi geliştirildi. Anadolu ve Kürdistan’ın Türkleştirilmesi stratejisinin yüz yıllık korkunç sonuçlarını satırbaşları biçiminde sıralamak bile bu stratejinin insanlık dışılığını, soykırımcı yüzünü göstermek için yeterli olacaktır. Gayri Müslim halklardan Ermeniler, Tehcir adı altında yollarda soğuktan, açlıktan, “din elden gidiyor” kandırmasıyla galeyana getirilen Kürt köylülerinin saldırılarından, tüm bunların yetmediği yer ve zamanda ise bizzat ordunun gerçekleştirdiği fiziki katliamlarla soykırıma tabi tutuldular. Resmi rakamlara göre sekiz yüz bin, Ermenilerin iddialarına göre ise bir buçuk milyon Ermeni katledildi. Bu rakamın yüzde, hatta binde biri bile soykırım gerçeğini kanıtlamaya yeter de artar bile. Gayri Müslim azınlıkların ulusal hakları Lozan Antlaşmasıyla güvence altına alınmış olmasına karşın, beyaz Türk bürokrat askeri burjuvazisi bu halkları soykırıma uğratmaktan çekinmemiştir. Yahudi halkı çeşitli gerekçeler gösterilerek İstanbul’a toplanmış, burada da “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları, varlık vergisi adı altında özel rejime tabi tutulma, din değiştirtmeye dönük mahalle baskısı ve en nihayetinde ırkçı faşist saldırılarla korkutularak kaçırtılma yöntemleriyle zamana yayılmış bir soykırıma tabii tutulmuşlardır. “Dönme” denilerek hor görülen Yahudilerin çokluğu aslında bu zamana yayılmış soykırımın düzeyini göstermeye yeterdir. Rumlar mallarına el koyma, Türkçe konuşmak zorunda bırakılma, 6-7 Eylül gibi fiziki katliam ve talana maruz bırakma ve en sonunda “mübadele” adı altında binlerce yıllık yerlerinden yurtlarından sürülme biçiminde soykırımın farklı bir biçimiyle yüzleştirilerek Batı Anadolu ve Trakya’dan zorla çıkarılmışlardır. Müslüman Kürtler kışkırtılarak üzerilerine sürülerek soykırıma tabi tutulan Asurî-Süryani halkı ve Kürt Êzîdîler neredeyse yok olmanın eşiğine getirtilmişlerdir. Geriye binlerce yıllık topraklarından sürülmüş, müzelik konuma düşürülmüş diaspora kitlesi kalmıştır. Kendi topraklarında kalanlar ise özellikle de ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra Kürdistan’ın güneyi ve Irak’ta kendilerini İslami direniş grupları biçiminde tanıtan paramiliter güçlerin katliamlarıyla iyice güçten düşürülmüş haldedirler. Bu toprakların kadim halkları Türkleştirilmeden ya da buralardan sürülmeden bu toprakların beyaz Türkler tarafından yurtlaştırılması düşünülemezdi. Bu toprakların en eski halklarından olan Ermeniler, Asurî-Süryani halkları biraz da ekonomik ve kültürel olarak Türklerden ileri olmalarının kurbanı oldular denilebilir. Türkçülüğü geliştiren askeri bürokrat burjuvazinin bu gayri Müslim azınlıkların ellerindeki sermaye, ticaret ve zenginliklere el koymaları, nemenem bir ırkçı milliyetçilikle karşı karşıya olunduğunu iyi göstermektedir. Ziya Gökalp’ın aşağıdaki şiiri bu hedefi oldukça çarpıcı biçimde ifade etmektedir. “Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye San’atına yol gösteren ilimle fen Türk’ündür, Hırfetleri birbirin daim eder himaye; Tersaneler, fabrikalar, vapur, teren Türk’ündür; Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!” Bu stratejinin uygulanmasından en büyük zararı görenin Kürtler olduğu tartışma götürmezdir. Bir çırpıda sayabileceğimiz onlarca fiziki katliamın yanı sıra, yüz yıla yakındır sürdürülen kültürel soykırımla Kürt halkının kendisi olmaktan çıkartılması amacına ulaşılmadığı iddia edilemez herhalde. Kürtler kendi kimliklerinden, dillerinden, kültürlerinden kaçar hale getirilmişlerdi. Öyle ki, 1970’li yıllara gelindiğinde Kürt anne-babalar çocuklarına “Okuyun da adam olun, devlet memuru olun, kendinizi kurtarın, belki bize de bir yararınız dokunur!” diyerek Türkleşmeyi teşvik eder hale getirilmişti. Devlet memuru olmanın birinci koşulu Türk olmak, Türk gibi Türkçe konuşmaktı. Kürtlüğünü, dilini, kültürünü, geleneklerini; özcesi ruhuna varıncaya değin Kürt olan kendini ve her şeyi inkâr etmekten geçmekteydi. Soykırım inkâr diyalektiği hala da böyledir. Barbarlık ve Vahşet Tanımları Yeniden İnşa Ediliyor Kürtler, en başta Kürtlüklerini inkâr ederek, Kürt kültürünü, dilini, ruhsal şekillenmesini reddederek bir şey olabilirlerdi. Ama Kürt olarak bir şey olamazlardı. Ya Türkleşerek, Farslaşarak, Araplaşarak bir şey olunacaktı ya da Kürt kalmakta ısrar edilerek hiçbir şey olunamayacaktı. Kürtlükte, ulusal kimliğinde, kültüründe, dilinde ısrar edenleri bekleyen ise her şeyden önce açlıkla terbiye edilmekti. Yani işsiz bırakarak açlıkla terbiye etmek ilk uygulamaydı. O da olmazsa kovuşturma, işkence, zindan, sürgün, faili meçhul (belli) cinayetlere kurban gitmek dâhil yaşam hakkını yitirmekti. Ailesi, deyim yerindeyse yetmiş yedi sülalesi bu uygulamaların hedefi olurdu. Türk halkını da bu uygulamalara ortak etmek için özel savaşa her zaman büyük özen gösterilmiştir. Bunun somut örneklerinden biri Eski Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un Kürtleri tanımlamasında görebiliriz: “Bunlara aşağı yukarı vahşi denilebilir. Hayatlarında hiçbir şeyin farkına varamamışlardır. Bütün bildikleri sema (gök) ve kayadır. Bir ayı yavrusu nasıl yaşarsa o da öyle yaşar. İşte Ağrı’dakiler bu nevidendir. Şimdi siz tasavvur edin; bir kurdun, bir ayının bile dolaşmaya cesaret edemediği bu yalçın kayaların üzerinde yırtıcı bir hayvan hayatı yaşayanlar ne derece vahşidirler? Hayatlarında acımanın manasını öğrenmemişlerdir. Hunhar, atılgan ve yırtıcıdırlar… Çok alçaktırlar. Yakaladıkları takdirde sizi bir kurşunla öldürmezler. Gözünüzü oyarlar, burnunuzu keserler, tırnaklarınızı sökerler ve öyle öldürürler!... Kadınları da kendileri gibi imiş…” (Mahmut Esat Bozkurt, 1 Eylül 1930 Akşam Gazetesindeki yazısından.) Aynı bakan Türk olmayanların haklarını da şöyle tanımlıyor: “Benim fikrim şudur: Herkes, dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler. Türk bu ülkenin yegane efendisidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Biz dünyanın en özgür ülkesinde yaşıyoruz ve bu ülkenin adı Türkiye. Milletvekillerinin şahsi düşüncelerini ifade edebilecekleri daha uygun bir yer olamaz. Bu nedenle, fikirlerimi saklamayacağım.” (Milliyet, 19 Eylül 1930-İzmir-Ödemiş konuşması) 1930’larda Agirî isyanı kanla bastırılmış, on binlerce Kürt katliamdan geçirilmişti. Ardından Dersim ayaklanması dönemin devlet büyüklerince itiraf edildiği gibi “Mağaralarda fareler gibi zehirledik onları…” şeklinde anlattıkları yöntemlerle soykırıma tabi tutularak bastırıldı. Bütün Kürdistan yeniden işgal edildi. Köyler, mezralar bir daha asker potini altında çiğnendi. İrade kırımının örneği görülmemiş uygulamaları geliştirildi. Erkekler köy meydanlarında çırılçıplak soyularak organlarına ip bağlanarak kadınların eline verilip yerlerde sürüklendirilerek iradekırımı geliştirildi. Genç kız ve kadınların cesetlerine bile tecavüz edilerek hafızalara kazındı. Kürtlükte ısrar edeceklerin başına nelerin geleceğini göstermenin en adice örnekleri bolca sergilendi. Milyonlarca insan yerinden yurdundan sürülmüştür. Balkanlardan, Sovyetler Birliği’nden getirtilen Türk göçmenleri Kürdistan’a yerleştirilmiştir. Birer askeri kışla işlevi gören yatılı bölge okulları açılarak Kürt çocukları daha 6-7 yaşlarındayken ana kucağından alınarak yatılı okullarda tam birer devşirme Türk olarak yetiştirilmiştir. 1970’lere gelindiğinde Türkiye genelindeki 70 kadar YİBO’nun altmış küsuru Kürdistan’daydı. Bebelere annelerinin yemeklerini çağrıştıracak yemekleri yemeleri bile yasaklanmıştı. Özellikle Kürt erkekleri için asker ocağı tam bir anasından doğduğuna pişman ettirme, karılaştırma ocağı olarak işlev görmüştür. Askerliklerini yapanlar yıllarca orada gördükleri insanlık dışı uygulamaları anlatmaktan, bir virüs gibi yaymaktan alıkoyamazlardı kendilerini. Hiçbir halk kendisinin varlığını ispat etmek zorunluluğunda kalmamıştır. Oysa Kürtler yıllarca halk olarak varlıklarını kanıtlamak zorunda bırakılmışlardır. Varlığını kanıtlamak zorunda olmak, bazı yeteneklerini kanıtlamaya benzemez. Oldukça acılı ve insanı insanlığından utandıran bir durumdur söz konusu olan. Önder APO bu durumu şöyle özetlemektedir: “Yahudiler yaşadıkları soykırım için ‘benzeri olmayan’, ‘biricik’ kavramını özenle kullanırlar. Kürtler için sadece uğradıkları soykırım açısından değil, varlık olmaktan çıkaran diğer tüm uygulamalar nedeniyle ‘biricik halk’ veya ‘toplumsal varlık’ tabirini kullanmak yerinde olacaktır.” Amerikalı bir Kızılderili “siz hiç beyazların kendilerine beyaz dediklerini duydunuz mu?” diye sorar ve devam eder. “ama beyaz adamlar başkalarına çeşitli adlar takarak onları bölerek kendisini hâkim kılar. İsim taktıklarına ise öyle olmadıklarını ve kendilerinin de beyaz adam gibi olduklarını kanıtlamak zorunda olmayı dayatır” Beyaz Türklerin Türklüklerini bu denli abartılı ve sürekli tekrarlamalarının altında Anadolu ve Kürdistan’da yaşayan halkların bilinçaltına da Türklüğü yerleştirme, nakşetme kadar, kendilerini de özbeöz Türk gösterme istemi de vardır. Türk’ün öyle bir komplekse girmesine gerek yoktur. Türk olmayanlar kendilerini hastürk, öztürk gibi gösterme ihtiyaçları duyarlar. Dünyada bir başka örneğine rastlamak zordur sanırım. Uygulayıcılarının süreklileştirdikleri bu amansız ve aralıksız Türkleştirme stratejisinin başarıya ulaştığını düşündükleri böylesi bir süreçte Önder APO ve PKK ortaya çıktı. Bu süreçte bizim tüm diğer gruplarla temel tartışma konumuz Kürtlerin özgürlüğü sorunundan çok, Kürtlerin halk ve ulus olarak varlığı konusuydu. Bu süreci Önder APO şöyle değerlendirmektedir: “1970’ler sonrasında Kürt sorununu özgürlük sorunu olarak ele almak bir yönüyle doğru olsa da, diğer bir yönüyle önemli bir eksikliği beraberinde taşımaktadır. O da Kürtlerin varlık (ontolojik) sorunudur. Kaldı ki, varlığı imhayla karşı karşıya olan bir gerçekliğin ilk sorunu özgürlük değil, öncelikle varlığını korumak ve bu mümkün olduğu ölçüde iç içe özgür kılmaktır. Varlığı olmayanın özgürlüğü olmaz. Özgürlük ancak varlıkla mümkün olabilir. Çağdaş Kürt ulus gerçekliğindeki özgünlük buradadır. Yine yakın tarihlerde yaşanan Ermeni ve Yahudi soykırımlarından farklı olarak (Bu soykırımlarda fiziki imha ön plandadır), Kürt soykırımında kültürel (kendilik olmaktan zihnen vazgeçiş) boyut ön plandadır. Kendilik olmaktan çıkmış bir kültür grubu, ister fiziki ister zihni olarak gerçekleşmiş olsun, soykırımdan geçmiş veya soykırımı gerçekleştirilmiş demektir. Kürtlerin dört parçalı bölünüşü ve her parça üzerinde varlığına yönelik değişik tasfiye uygulamaları nedeniyle süreç (soykırım) farklı işlemiş, her parça değişik düzeyde soykırımdan nasibini almıştır. Tabi tutulduğu soykırımın karakterinden ötürü bu süreç halen devam etmektedir. Bu yönüyle işgal, sömürgecilik, asimilasyon ve soy tükenişiyle karşı karşıya olan Kürt gerçekliği böylesi bir süreç kapsamında değerlendirilmelidir: Ulusal kimlik olmaktan çıkarılmaya çalışılan bir gerçeklik!” Bu süreçteki temel gerçeklik Kürt halkının anlam, zihniyet ve estetik yitimine, kimlikkırım, dilkırım, benlikkırıma uğratılarak yok oluşun eşiğine getirilmiş olduğudur. Halk aş ve iş dışında bir şey düşünemez duruma getirilmiştir. Kendisi olmak, geleceği üzerinde söz ve karar sahibi olmak, onu inşa etmek ve yön vermek gibi düşüncelerin zerresi bile bırakılmamıştır. Kürt toplumu anlam, zihniyet ve estetik yitimine uğratılarak kendisi olmaktan çıkartılmış, Türklere benzetilerek yok edilmenin eşiğine getirilmiştir. Aslında her Kürt kendisinden başka bir şey olmaya çalışmanın dayanılmaz ağırlığını, eşine ender rastlanan hafiflik yaklaşımlarıyla dayanılır kılmaya çalışmakta, kendisini mazur görmenin yol ve yöntemlerini geliştirmek çabası içine girmektedir. Kürtler için tam bir kendini kandırma oyunudur oynanan. Aslında öyle olmadığımız, olamayacağımız çok iyi bilinmesine karşın, kendimizi kandırırsak karşımızdakini de kandırabiliriz gibi bir yanılgıyla bu hala da sürdürülmektedir. Kürtlerin haini bu denli bol bir toplum olmasının altında yatan nedenlerden biri de budur. Hiçbir Şey Olamayan Kürt İçin PKK, Her Şey Olmaktır Kültürel soykırımın ulaştığı düzeyi ve PKK’nin ortaya çıkışının tarihi önemini göstermesi bakımından bu gerçekliğin doğru anlaşılması yaşamsal önemdedir. Kimliğini, dilini, kültürünü, iradesini, benliğini inkar etmeden, yerine sömürgecilerinkini doldurmadan hiçbir şey olamayan Kürt için PKK, öze dönerek, kapitalist modernite ve sömürgecilikten edindiği ne varsa hepsini kusarak, yani kendisi olarak her şey olmak, özgür Kürt olmak tercihi biçiminde ortaya çıktı. Birbirine taban tabana zıt olan bu iki gerçekliğin çatışmasından yaşama gücü ve yeteneği olan hakikat ortay çıkacaktı. Öyle de oldu. PKK, Kürt halkının kültürel soykırım kıskacındaki son çığlığı ve zafer narasıdır. Sömürgeciler, işbirlikçileri ve sıradan insanlar açısından Türklük egemenliğini ilan etmiş, hiçbir biçimde geri püskürtülemez düzeye çıkmıştı. Bu nedenle de bu ülkede bir şey olmak isteyen her birey için yapılacak ilk iş iyi bir Türk olmak ve bunu çevresine de kanıtlayarak yaygınlaştırmaktı. Anne-babalarımızın bize salık verdikleri de buydu zaten. İş bu kadarıyla sınırlı kalsa anlaşılır olabilirdi. Ancak, başta Türkiye sol ve sosyalist hareketine de bu anlayış neredeyse hâkim kılınmıştı. Türkiye İşçi Partisi Kürtlerin varlığından bahsettiği için sonuçta kapatılmıştı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı özellikle bu nedenle zindanlarda çürütüldü. Mahir, Deniz ve Kaypakkayalar Kürtlerin halk olarak varlığı ve haklarının bilincinde idiler. Onların şahadetlerinden sonra çeşitli biçimlerde parçalanan Türkiye sosyalist hareketi sosyal şovenizmin etkisinde kalarak sömürgecilerin yedeğine düşürüldüler. Türkiye sol hareketi içinde kendisini ifade birçok parti, örgüt ve grup Kürdistan’ı bir örgütlenme ve yayılma alanı olarak belirlemişlerdi. Silahlı mücadelenin başlangıç yeri olarak da yine Kürdistan’ı seçmişlerdi. Ama Türkiye’yi tahlil ettikleri düzeyde Kürdistan’ı ve Kürtleri tarihsel toplum olarak, jeostratejik, jeopolitik, sosyo-ekonomik tüm yönleriyle tahlil etmekten ve ona uygun bir hedefler programı, stratejik-taktik hat ve örgütsel sistem geliştirmekten uzaktılar. Bu hareketlerin, özellikle Kürtleri de temsil ettiği iddiasında olanlar ağırlıklı olarak, “Türkiye Devrimini gerçekleştirdiğimizde zaten Türklerle birlikte Kürtler de özgürleşecekler. Bu nedenle Kürtler ve Kürdistan için ayrı bir devrim programı, stratejisi vb. geliştirmek bölücülüktür. Devrim güçlerini bölmektir” anlayışına sahiptiler. Nasıl, söylem tanıdık geliyor değil mi? Dolayısıyla PKK daha ilk ideolojik grup olarak ortaya çıktığında, Kürdistan sadece sömürgeci ulus devlet tarafından değil, bir de Türkiye “sol-sosyalist” hareketi tarafından da adeta paylaşılmıştı. Örneğin birileri bize “Dersim’e giremezsiniz!” diyebiliyordu. Bir de Türkiye sol hareketinin uzantıları biçiminde ortaya çıkmış Kürt küçük burjuva reformist hareketlerle, KDP’nin uzantısı olarak ortaya çıkan Kürt reformist işbirlikçi hareketler vardı. Bunlar da Kürdistan’ın Kuzeyini adeta kendi tapulu malları gibi görmekte, sömürgecilikten daha katı biçimde APOCU Harekete karşı saldırgan bir tutum içindeydiler. Bunlar da bize “Mardin’i geçerlerse…” ya da “Serhat’a gelirlerse… ayaklarını kırarız” diyebiliyorlardı. Hatta bunlardan bazıları siyasi yaşamları boyunca sömürgeciliğe bırakın kurşun sıkmayı, taş bile atmamış olanlar, PKK’ye karşı “Ulusal Demokratik Güç Birliği” adı altında cephe kurarak 50’ye yakın kadro ve sempatizanını katledebildiler. Kemal Burkay denilen zat bu oluşumun ideolojik-stratejik öncülüğünü yapmaktaydı. KDP’nin bugün de Fethullah Gülen-Erdoğan rejiminin uygulamaları sonucu Kürtler içindeki Truva Atı rolünü oynaması, bu kirli ilişkinin derinliğini göstermesi bakımından önemlidir. Tüm bu grupların ortak özellikleri haline gelen mücadeledeki başarısızlıkları, adeta sömürgeciliğin, Beyaz Türk’ün kara veya yeşil faşizminin yenilebileceğine dair umutları kırarak soykırıma hizmet eder bir konumu yaşamalarıdır denilebilir. Bu konunun üzerinde önemle durmak gerekir. Önder APO ve PKK böylesi koşullarda ortaya çıktı ve yalnızca Kürtler için değil, tüm Kürdistanlılar, Türkiye ve Ortadoğu halkları için de yeni bir soluk alma imkânı yaratılmış oldu. Bunun nasılına bakmakta yarar vardır. PKK Bir Baldırı Çıplaklar Hareketi Olarak Ortaya Çıktı APOCULAR daha bir grup olarak şekillenmeye başladıkları andan itibaren bir yoksullar hareketi olarak ortaya çıktı ve gelişimini de bu temelde gerçekleştirdi. Öncelikle devrime ihtiyacı olanlar Kürdistan’ın yoksullarıydı. Varlığını ve çıkarlarını sömürgeciliğin varlığına, egemenliğine ve çıkarlarına bağlamış olan Kürt işbirlikçi egemen sınıflarının devrim gibi bir ihtiyaçları da, düşünceleri de yoktu. Hatta ontolojik olarak devrim karşıtıydılar. Varoluşları devrimsizliğin sonucuydu. Devrim varoluşları için en ciddi tehdit ve tehlikeydi. Bu nedenle de karşı devrimciydiler. Bireyler olarak devrime yakınlık duyanları olsa da istisnai düzeydeydi. Yine Türkiye Sol Hareketi ile KDP uzantısı olarak ortaya çıkan reformist, işbirlikçi küçük burjuva grupların da esas olarak devrim gibi ciddi bir kaygıları yoktu. Bunlardan bazıları için devrimcilik bir moda, bazıları içinse halk ve gençlik içinde konum edinmenin bir aracıydı. Kürdistan’da yurtseverlik, sol ve solculuk adına ne varsa, ne yazık ki bunlar tarafından adeta tapulanmıştı. Adeta buğday tarlasını kaplamış ayrık otları gibiydiler. Topluma bir faydaları yoktu, ama buğdayın gelişmesini de önlüyorlardı. APOCULAR ayrıkotları arasında ayrıkotu gibi kalmışlardı. APOCULAR grup olarak ortaya çıktıklarında deyim yerindeyse adım atacak boş yer yoktu. Bu nedenle de birçok alanda APOCULAR ilk olarak yer edinebilmek için diğer gruplarla kavgaya tutuşmak zorunda kalmışlardı. Bu kavga ideolojik olmanın yanı sıra, pratik olarak da sözcüğün tam anlamıyla bir kavga idi. Gittikleri her yerde dışlanan, horlanan, kovulmaya çalışılan bir grubun sempatizanlarını, kadrolarını koruyabilmek için henüz hiç hazır olmadığı halde bir tür meşru savunma yapmak zorunda bırakılması oldukça yıpratıcı olmuştu. Daha doğuşunda terörize edilmişti. Kürdistan’ın dağılan aşiret ve kabile yapısından şehirlerin varoşlarına doluşan ve buralarda kimliksiz, işsiz ve umarsız bir yaşama mahkûm edilen Kurmançların hareketi olarak ortaya çıkan APOCULAR, daha ilk adımlarında bile devletin sivil paramiliter gücü olan faşistlerin, polisin, Türk ve Kürt Solu içinde yer alan çeşitli grupların ideolojik ve fiili saldırılarına hedef olmuş, sindirilmeye çalışılmıştır. Ortadan kaldırılmaya çalışılan, yok edilmek istenen Kürt gerçekliğiyle bütünleşmesinin altında belki de bu neden, ikisinin de yok edilmek istenmesi nedeni yatmaktadır. Bu yönüyle değerlendirildiğinde Kürt hakikatinin PKK’de dile gelmesi, yaşama şansı elde etmesi ve PKK ile özdeşleşmesi tesadüfî değildir. Çok bilinçli bir seçim olmasa da, yaşamın ve mücadelenin doğal öğretmenliği PKK’nin tutması gereken yolu şaşmaz bir doğrulukla göstermişti. APOCULARA kalan bu yolda ısrarla ve inatla yürümesini öğrenmekti. Sömürgeci devletin, ihanetçi işbirlikçi Kürt egemenlerin ve ister Türk ister Kürt olarak kendisini tanıtsın tüm sol grupların kendisine dayattıklarının tersini yapmaktı bu yol. Kürklükle hiçbir şey olunamazken ve bu gün gibi açıkken, APOCULAR ısrarla ve inatla Kürtlükle her şey olma yolunu seçtiler. Bu da kapitalist modernitenin, sömürgeci ulus devletin ve işbirlikçi ihanetin tüm tanrılarını öfkelendirmişti. Ve tüm tanrılar bu yola gelmez APOCULARI ıslah etmek için direkt ya da dolaylı işbirliği yapacaklardı. Yaptılar da. Hala da yapmaktadırlar. Onlar “Kürtlük diye bir şey yoktur. Kürtler karda yürürken kart kurt sesleri çıkaran dağ Türklerinin adıdır…” dedikçe, APOCULAR, “Kürtler binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış, burayı yurt edinmiş bir halktır. Bu halkın da en az tüm diğer halklar kadar özgürce, kendi yurdunda onurluca yaşama hakkı vardır” diyorlardı. Bunları söylemek yetmiyordu. Bu söylenenlerin pratikte, amansız mücadele koşullarında kanıtlanması gerekiyordu. Demir ateş ve suyla birleşerek çelikleşiyordu. Toplumlar da yaşam hakları ellerinden alındığında ölüm-kalım mücadeleleriyle yaşama hakkını yeniden kazanarak çelikleşirlerdi. Halk olarak özgür kimlikleriyle yaşam hakları ellerinden alınan Kürtler de bir varlığını kanıtlama, yaşayabilmek için gerekli olan mücadele azim, irade ve gücüne sahip olduklarını kanıtlama savaşına girmek zorunda bırakılmışlardı. Bu büyük bir imtihandı. Hem de APOCULARIN “Ateşle Sınanan Tarih”lerinde yüz akıyla çıkmak, mutlaka başarılı olmak zorunda kaldıkları bir imtihandı. Bunun için gerekli bedel ne denli ağır ve acılı olursa olsun ödenmek durumundaydı. APOCULAR tarihte ender rastlanan bir durumla yüz yüze gelmişlerdi. Ya mücadele ile yaşam hakkını yeniden ele geçirecekler ya da tarihte çokça görülen, zaferi olmayan görkemli bir direniş örneği olacaklardı. O da önemliydi. Ama onlar bu halk adına, bu coğrafya ve tarih adına mutlaka kazanmak ve direnişi zaferle taçlandırmak istiyorlardı. 40 yıllık maratonun hala yürürlükte olan kararı buydu. Kültürel soykırım neleri hedefliyorsa onları sahiplenmek, neleri kutsuyorsa onları lanetlemek, neleri bitirmek istiyorsa onları yaşatmak ve geliştirmekle ancak bu kültürel soykırım kıskacı parçalanabilirdi. ÖNDER APO ve PKK’nin kırk yıllık maratonu ana hatlarıyla değerlendirildiğinde, aslında kararın gereklerinin fazlasıyla yerine getirildiği, iç içe onlarca devrimin yaşandığı rahatlıkla görülebilir. Sadece TC ve bölgedeki diğer sömürgeci faşist ulus devletlerle savaşılmış olsaydı, onlarca kez bu mücadele kazanılmıştı; kazanılmıştır. Küresel hegemonik sistemle bir sistemsel mücadele içine girildiğinden bunların yetmediği ve daha fazlasına gereksinim duyulduğu rahatlıkla görülmektedir. HALKLAR ÖNDERİ SOSYAL BİLİMLER AKADEMİSİ |
YORUM GÖNDER