KENDİNİ ÖRGÜTLEYEN İNSAN BİR ORDU GÜCÜNDEDİR-2.BÖLÜM
Savaş Yücelerde Seyreden Kişilerin İşidir
Savaş toplumlarda en zor iştir. Toplumlar tarihinde savaş, en yetenekli olan, en kendini eğiten, en iradeli, en soylu, yani yücelerde seyreden kişilerin işidir. Komutan da bunda en önde yürüyenin adıdır. Kendinize bakın, bütün bu kavramlarla çelişki halindesiniz. Artık bu işi bırakın, bu haliyle olmaz. Kendinize karşı biraz dürüst olun, tutarlı olun. Doğru öğrenin, lümpenizmi bir engel olarak karşımıza dikmenin anlamı yok. Öğrenmekten neden kaçıyorsunuz? Sizin istediğiniz, özlem duyduğunuz her şey ancak yüksek öğrenmeyle kazanılabilir. Bir de öğreteceksiniz. Bütün komuta güçlerimize bakıyorum, hepsi eğitimden kaçıyor, hepsi gücünü yetiştirmekten kaçıyor ve benim bu güce verdiğim moralle, verdiğim inançla bu gücü savaştırıyorlar. Bir de canları sıkılıyor, “bunlar kitabidir, yani dolduruşa gelmiş” diyorlar, o da olmazsa hepsi kaçıyor, kimse kalmıyor. Ondan sonra da karşımda iflas bayrağını çekiyor. Tabii bu, büyük bir oyundur veya tasfiyeciliktir ve sonuçta bana yenilgiyi dayatmaları kalıyor. Bunları çözeceksiniz, “Önderlik, bağlılık, gelip görmek istiyoruz” diyorsunuz. Önderlik gerçeği budur, bunun anlaşılmayacak fazla bir yanı mı var?
Tabii burada yine sınıf engelleri var. Öğrenmeyi küçük burjuva tarzında yapıyorsunuz. Küçük burjuva veya cahil, geri tarz öğrenme böyle sonuçlanır, ben ne yapayım? Yani umut yok, yoksa bazı yerlerde yüzlerce fedai var, onların üzerinde bir hafta durulsa, -bizde bunun bütün koşulları hazır- her savaşa gelebilirler, ama bir tek komuta kişiliği bile yok. “Ben bu güce sahip çıkacağım, bu güçle büyük bir savaşı düzenleyeceğim” diyen namuslu bir adamımız yok. Hepsi birbirlerini boşa çıkarıyor, uzlaşan sahte bir yönetim, ağırlaştırılmış bir yapı, savaş mevzisi dışında bir yere yığılmış güç, tabii yapı da yüksek savaşa güç yetiremediği için kendini bunalım içinde tutuyor, yani hasta. Böylece numara yapıyor ve gününü gün edeceğini, işten sıyrılacağını sanıyor.
Savaş tanrıların işidir, korkunçtur, başına şimşek gibi çakarlar ve seni öldürürler. İnsan her yerde ağır bu duruşu kabul eder, ama savaş ortamında kabul edemez. Gerçek bu iken halen hayret ettiğim nokta, “ben büyük bir parti içindeyim, büyük bir arayış içindeyim, kendime dikkat ediyorum” diye bir sesin çıkmamasıdır. Bize söz verip gidenlerin verdikleri yanıtlar hep, o dağların ilkelleştirici etkisiyle bencil, daha da gerilemiş ve ondan sonra da karşımıza kendini ceset gibi çıkarma biçiminde olmaktadır. O zaman buna karşı nasıl saygılı olunacak? Her şeyden önce bu büyük bir ayıptır, buna inanmıyorum. Dağ ortamı, gerilla ortamı bana göre eşsiz özgürleşme ortamıdır, insanımızın kendini eşsiz yaratma yeridir. Belirttiğimiz gibi eğer hakkını veremezsen kırsal alanın geriletici etkisi var. En kurnaz, kandırmacı, işi gücü bencillik, gözünü şuraya buraya, kolektif değerlere diken, onunla gününü gün eden kişi, sonuçta kendisini ele verir. Şimdi büyük çabalarla yine sizlerle buluşuyoruz. Önderlik, temel okul diye geldiniz, kendi kendinize bunun gibi birçok söz veriyorsunuz. Biz de size güveniyoruz, inanıyoruz ve kendimizi katıyoruz. Eskiden olsaydı, bu kadar net konuşmazdım. Biz o süreçlerde hiçbir zaman kimseye yüklenmedik. Tamamen kendimize yüklendik. Ama şu aşamada, bir kapitalist kurumda, hatta köy ağalığında bile görülmemesi gereken davranışları sergilemek oportünizmdir ve bu sizde çok gelişkindir.
Partileşmede ve savaş çizgisine doğru gitmede yaşadıklarınız ağır bir oportünist gidişi ifade ediyor. Tabii bunun altında birçok sosyal, sınıfsal nedenler var. Demin vurguladığım gibi öğrenmeye, incelemeye bir türlü doğru yaklaşmama, yine varolan süreci sorumlu, militanca değerlendirmeme, bir de buna kurnazca ve bireycilikle yaklaşma var. Bu sınıf kişiliğinizle de birleşince karşımıza böyle bir topluluk çıkıyor, ama ben de bu topluluk feci bir biçimde ezilir diyorum; zaferin eşiğinde bile olsa ancak kaybettirir. İç savaşı dıştaki savaştan daha şiddetli, hem de çok ince ve akıllıca yürütmek zorundasınız.
Birçok militanı müthiş bir çabayla dağlara ulaştırdık ve verilmesi gereken yanıt şu olmalıydı: “Ben geldim, burada birçok dar, geri durumu değerlendirdim, aştım, hatta bir takım oportünist anlayışlar vardı onları yıktım. Yine sorumluluklarına sahip çıkmayanlar vardı, sorumlulukların hepsini kendim üstlendim ve tamamen göreve hazır halde yürüyorum.” Dikkat ederseniz böyle kişilikler yok. Ya gider uzlaşır, ya gider bir çekişme yaratır. Ondan sonra raporları şikayetlerle doldururlar. Şuanda dünyada başka bir örgüt kurumunda sanmıyorum ki bu kadar şikayet gelişsin. Halen bu şikayetçilik acaba neyi kurtaracak diye anlamaya çalışıyorum.
Bir kez daha sizin yaşam gerçekliğinize gelelim. Yani yaşamınız var mı, yok mu diye de soruyorum. Bana göre yaşanmamışlığın yaşamı diye bir durumunuz söz konusu, sadece yaşıyor gibi gözüküyorsunuz. Kabul edilebilir bir yaşamınızın olduğunu sanmıyorum, yaşamda bir sahtekarlık etkilidir. Yani yaşar gibi gözükmek, yaşamın tüm aldatıcı yönlerine kaymak... Bırak savaşı, siz yaşamayı bile çözmemişsiniz. Size yaşam diye belletilenlerin hepsi aslında birer tuzaktır.
Bu, edebiyatla daha iyi ortaya konulabilir, ben sadece özünü belirtiyorum. Bu yaşama tepki duymayan, kendindeki sözümona bu yaşama savaş açmayan iflah olmaz. Çünkü, bu yaşam yeniktir. Bu yaşamın kendini savunma ve örgütleme gücü yok. Bu yaşamın herhangi bir hakkı da yok. Şimdi bu durum Türkiye’deki insan haklarına benziyor. Onlar da sadece lafını ediyor. İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı’nı (Akın Birdal) gördük. İnsan haklarına karşı en büyük katliam ona karşı gerçekleşti. Bu kişi Türkiye’de insan haklarını arıyordu. Türkiye’de insan hakları, ölüm haklarıdır. Yani demokrat bir şahsiyet böyle vurulduktan sonra kimin yaşam hakkı olabilir. Bu, gerçekleri kanıtlaması açısından son derece öğreticidir. En çok insan haklarından yana birisine uygulanan vuruş tarzına bakın. Ki Başbakanı da “boşu boşuna gitmiştir. Kendi içinde vurulmuş” diyor. Ama kendi içi diye bir şey de yok. İşte Türkiye’de kendini insan haklarına adayanların en dürüstü, en özlüsü. Aslında bu durum şunu gösterdi: Yaşam hakkı diye bir şey yok, bu bir aldatmacadır. İnsan Hakları Derneği’nin kanıtladığı en önemli gerçek, Türkiye’de insan haklarının olmadığı veya onun hakkının en kötü bir katliam olduğudur. Peki bu böyleyken, siz kendinizi yaşama hakkına nasıl layık görebilirsiniz?
Bunların hepsi tespit, ben edebiyat yapmıyorum. Derinliğine araştırırsanız insanca yaşama hakkının olmadığını görürsünüz. Ama siz sallanıyorsunuz, kendinizi rehavet içinde fazla savunma gereği duymadan yaşatabileceğinizi sanıyorsunuz. Bu anlamda burada rahat olmayan tek bir arkadaş yok. Fakat ben, örneğin son zamanlarda gittikçe artan bir stres altındayım, neredeyse çılgına döneceğim. Halbuki benim gibi birisi yaşamaya en yakın tip olabilirdi. Hani derler ya, yaşamayı hak etmiş, işte böyle olabilirdim. Fakat tam tersine, benim için yaşam daha korkunç bir durumda seyrediyor. Sizin çıkardığınız sonuç ise, “Başkana dayanarak kendimizi biraz daha onurlu yaşatabiliriz”dir. Hayır! Başkana dayanarak sadece savaş kişiliğinde bir adım ilerleyebilirsiniz. Başka seçenek yok. Çünkü Başkan da kendini bir türlü yaşatamıyor. Zindandaki arkadaşlarımızın da her gün “ilerici kamuoyu duyarlı olsun, üzerimizde insan haklarıyla bağdaşmayan baskılar var” demesinden nefret ediyorum ve bunu bebeklerin viyaklamasına benzetiyorum. Bu bir adım ötesinde sizin de bebekliğinizi ortaya çıkarıyor. Şimdi gerçekten öyle bir kamuoyuna inanıyor musunuz? Gerçekten size karşı duyarlı olacak insanlar var mı? Burada bir aldanmışlık, insanın kendisini kandırması var. Bunlar dua etsin ki, biz burada düşmanla denge durumu tutturmuşuz, bunun bir ürünü olarak da düşman seri idamları yürütmüyor.
Savaşta sadece ve sadece zor vardır. Türkiye gerçeğinde katliam vardır. Bu tip savaşlarda katledilmediğine şükredeceksin. Hem yaşam, özellikle insan hakları konusunda, hem de zindan da gerçek budur. Şimdi toplumda da birçok avanak ortaya çıkmıştır “insanca yaşamak istiyoruz” diyorlar. Bunu Sakıp Sabancı, Koç ve bunun gibileri yaşar. Bu hak onlara özgüdür. Böyle bir çılgınlar toplumu yaratmışlar oynatıp duruyorlar. Televizyonla, filmlerle, sporla, sözümona böyle birçok dinle uyuşturmuşlar. Çılgınlar toplumu! Her gün insanın midesini bulandıran, içinden çıkılmaz bir toplum gerçeği! Bu toplum ihanete uğramış, bu toplum kendisine ihanet etmiş, bu toplumda yaşanılmaz. İşte Önderlik bakış açısı budur. Ben bunu on yaşımda tespit ettim. Siz ise bu yaşa gelmişsiniz, halen ne yaşanılmaz, yaşam nasıl kabul edilebilir tercihlerini bile yapamamışsınız. Hatta bir provokatör “yaşamımızı bizden çalmak istiyor” diyordu. Sizin felsefeniz biraz budur. Sanki bir yaşamınız var da ben bunu sizden çalıyorum. Bu büyük bir aldatmacadır, sömürgeciliğin, faşizmin büyük bir yalanıdır. Gidin sorun sülalenize, herhangi bir yaşam gerekçeniz bile yoktur. Kimse yaşam için önünüze fazla olanak vermedi. Sadece görüntülere bakıp “ah bende şöyle yaşasaydım” diyorsunuz. “Pavlov’un Köpekleri”nin öğrenme tarzı var. Balıklar da böyle avlanır, sadece uzanırken avlanır. Yaşamı yanlış öğretmişler. Yani buna düzenin şartlanması denir. Düzenin, faşizmin şartlamasına da yaşam diyemezsiniz.
Yaşam tanımınızı doğru yapmazsanız, savaş gerekçeniz gelişmez ve doğmaz. Yaşamı doğru tanıyamadığınız için, savaş kararınızı güçlü geliştiremiyorsunuz. Zaten güçlü savaş kararı olmayan büyük hazırlık yapamaz. Bu da, sizin gerçeğinizi yine diğer bir biçimiyle karşımıza çıkarıyor. Bu noktada “neden ben böyle doğdum” diye küsüyorsunuz. Ben anama da on, on iki yaş civarında şu yanıtı verdim: Ey, anacığım! Beni doğurmakla suçlusun dedim. Buradan çıkardığım sonuç; özgücüne güvenmek ve anadan bile umudu kesmektir. Yaşatacaksan, sen kendi kendini yaşatacaksın. Bu toprakların ihanete uğratılmışlığı, sana ancak bunu söylettiriyor. Size göre ise bir sigaraya, bir dedikoduya sarılmak, bir ahbap çavuşluk sizi ömür boyu yaşatır. Aslında bu da sadece ne kadar küçüldüğünüzün kanıtıdır. Bir hayal uğruna on tane ömrü feda edebilirsiniz. Hepsi de boş hayaller. Bir lakırdıya yıllarınızı verebilirsiniz. Ve hiç zorlanmıyorsunuz da. Ondan sonra bunalım üstüne bunalıma giriyor, şikayet üstüne şikayet ediyorsunuz. Şimdi herkes, bütün toplum, milyonlar bana geliyor. Tabii ben kendimi hazırlamışım, kolay çözülmem. Ama bu sizin sadece ayıbınızı ortaya çıkarır.
Şimdi düşünün tüm bir halk benden istiyor, hatta şimdi bir de devletler var. Her devlet kendi politikasının gereklerini istiyor. Tabii devlet çıkarları en tehlikeli çıkarlardır. Bireylerin, halkın, hatta ulusların çıkarları devletin çıkarlarından daha tehlikeli olamaz. Bir de onların çıkarlarını dengelemeye çalış. Hele hele kendinizi tümüyle “ben nasıl yaşayacağım” gibi bir dayatma durumuna sokun, bütün bunları birleştirin ve Önderlik gerçeğine yöneltin, ortaya ne sonucu çıkar? Yirmi dört saat içinde patlama noktasına gelinir. Eğer ben böyle olmuyorsam bu, benim bazı özelliklerimle veya kendimi hazırlama tarzımla ilgilidir. Her zaman söylerim; bir kişiyi benim görev fonksiyonlarımın içine yerleştirin. Varsa bir kişiliği dayanabileceğini sanmıyorum. Zaten anlamaz, anlasa da yığılır kalır gibime geliyor. Tabii bunları bir olumsuzluk durumunu ortaya koymak için değil, sadece gerçekleri neden müthiş öğrenmek zorunda olduğunuzu göstermek için belirtiyorum.
Siz ise bu noktada her köylünün, her kurnazın yaptığı gibi bir kavrama sarılıyorsunuz. Anlamadığınız gerçeği Allahlaştırıyor, ilahlaştırıyor, övüp göklere çıkıyorsunuz. Şimdi dikkat edin köylü psikolojisinde Allah fikri, anlayamadığı, çok zayıf olduğu noktada, çok zora girdiği ve bir de kendine bir çıkar bulduğunda “Allah’ım sen yardımıma koş, Allah’ım sana çok şükür”dür. Çok şükür dediğinde ya bir hırsızlık yapmıştır ya beklemediği bir durum, gelişme ya da bir ürün ortaya çıkmıştır. Çok zorlandığı yerde de bir anlayışsızlık, bir güvensizlik ortaya çıkmıştır. İşte Allah’ı o kadardır. Tabii bu doğru değildir. Bu Allah anlayışıyla hiçbir yere varılamaz. Bunun içine daha başka şeyler de yerleştirebiliriz. Bunlar da sahte örgüt, sahte komutanlık anlayışıdır. Toplumdan biraz daha çarpıcı yönleri yansıtabiliriz. Örneğin babalık, reislik, muhtarlık, işte Türkiye’de “devlet baba” gibi anlayışlar. Bütün bunlar daha da sürüp gider, bunların hepsi, toplumun özgüvenden düşürülüşünü, kişinin kendi özgücünden yoksun bırakılışını ifade ediyor. Sizin yaşam konusundaki gerçeğiniz son tahlilde böyle izah edilebilir. Ben, “ben buyum, benden adam çıkmaz” anlayışına hiç inanmam. Ben bunu diyen köylüyü çok iyi tanıyorum. Bu örneği de defalarca veriyorum. Bir defa benim toplumda en büyük devrimi gerçekleştirdiğim kişilik buydu. Hepsi aklımda. Bütün o köylülerle, o toplum bireyleriyle savaşarak bu devrimciliği buraya kadar getirdim. Siz ise bana “biz bu kadarız” dayatmasında bulunuyorsunuz. Sizin “bu kadarız” dediğiniz noktadan nefret ediyor ve buna savaş açıyorum. Gerçeğimizde insan bu kadar olamaz, bu suçtur. “Bu kadarım” diyen kişi her tür boyun eğmeye, her türlü küçüklüğe, hiçliğe ve insanın cüceliğine dair her şeye kapıyı açık bırakmış demektir. Bu bir insanlık suçudur. Çünkü gelişmeyi peşinen mahkum ediyor. Tabii diğeri de bunun zıddıdır. O da birden bire kendini her şey sanmadır. Ucuz komutanlar, ucuz başarı sahipleri, bizde bunların hepsi çıktı, hem de aynı kişilikte. Ve bu saflarımız da yaygındır. Sonuç feci bir şekilde kaybediyorlar, emeklerimizi de çok kötü bir biçimde bitiriyorlar.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER