SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I.CİLT (60.BÖLÜM)
Bir Arabistan yarımadası tasarımı olarak Allah, yaklaşık M.Ö 2000’lerde bir ideolojik kimlik olarak bütün Semitik kabilelerin zihninde yer edinmektedir. Esasta kabile içi farklılaşmaya ve tekdüze doğa düzeninden esinlenmeye dayalı bu kimliğin giderek yükselmesi, yaygınlaşması ve güç kazanması, kabilelerin gelişim düzeyini de yansıtmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında ve tüm İslam ülkelerinde temel kavram olarak Allah’ı daha yakından görmekte büyük yarar vardır. Öncelikle kavramların gücünü iyi bilmek gerekir. İnsanlığın çocukluk aşamasında yeni kavramlar adeta gerçeğin kendisiymiş gibi büyüleyici bir anlama sahiptir. Kavramla gerçeklik aynıymış gibi algılanmakta, kavram gerçeğin yerine konmaktadır.
Hatta Eflatun gibi bir filozofta esas varlık olarak “idea” lar dünyasına öncelik tanınmaktadır. Maddi dünya basit, hayal meyal hatırlanan bir gölge değerinde anlam bulmaktadır. Şüphesiz bunun en temel nedeni, insanın kavrama ve mantık gücünün gelişmesi ve güçlenmesidir. Bu düzeyde bir anlama gücü yeni bir olgudur ve harikulade görülmektedir. Anlam çağı başlamıştır. Beyin ürün vermektedir. Tek tanrılı din tasarımlarıyla felsefi düşünce tarzı anlam gücünü doruğa çıkarmıştır. İnsanlık bununla delikanlılık çağına girmektedir.
Hangi kavram toparlayıcı, birleştirici ve izah edicilikte elverişliyse, o kavram tanrısal bir anlama veya bir felsefi ekole zemin olmaktadır. Kavramları üretmek ve pratiğe elverişli hale getirmek, rahip ve yeni doğan filozofların en temel ve kutsal işidir. En çok işe yarayan, toplumun birleşme ve güçlenmesine yol açan bir kavram, en değerli bir meta, bir değişim aracı olarak işlev görmektedir. İnsanlık dilin kavramlaşmasının, usun gelişmesinin en parlak çağını uygarlaşmayla birlikte daha etkili yaşamaya başlar. Uygarlık, bir anlamda temel kavramların ve yansıttıkları olgunun farklılaşması ve toplumsal zihne yerleştirilmesi eylemidir. Daha genel olarak toplumsal gelişme, dil ve kavram düzeyinin gelişimiyle at başı yürür. Dil ve anlık us gerçeği, toplumun kendini adlandırma, farkına varma ve yeniden üretmeyi bilinçli yürütme olayıdır. Toplum ussuz, anlıksız kendini yeniden üretemez.
Ancak hayvanlar düzeyinde içgüdüsel bir çoğalma seviyesinde kalır. Toplum olma ve yürüme, dil ve usla mümkündür. Dil ve usunu yitiren bir toplum bitmiş veya başka bir şey olmuş sayılmaktadır. Dolayısıyla bir toplum için temel olan, bir hayvan gibi maddi varlığını sürdürmeden öteye, dil ve us gücüyle toplumsal hafızaya, geleneğe, dine, felsefeye, bilime ulaşmaya zincirlemesine yol açan zihinsel gelişmedir. Din ve kavram toplumun zihinsel gelişmesinin, hafızasının temel taşlarıdır. Bu taşlara sahip olmadan, hiçbir toplumsal faaliyet inşa edilemez. Ekonomiden politikaya kadar tüm kurumların oluşması ve yürümesi; dil, kavram ve bunlara dayalı düşünce gücüyle mümkündür. Bu düşünce gücü gelenek biçiminde, toplumun hafızası olarak töre veya ahlaki davranış biçiminde, temel kurum olarak ilk varlık kazanan yasadır, değerdir. Geleceğe ilişkin tasarım ütopyalar, hayaller biçiminde sürükleyici bir değer kazanır. Toplumun dini, hem gelenek ve ahlak olarak geçmiş hafızayı, hem gelecek umudu ve hayali içermesi nedeniyle temel ütopyayı birlikte temsil etmekte, bu nedenle en temel toplumsal kurum olarak başlangıcından beri önemli bir yer tutmaktadır. Dinle toplum arasında böylesine hayati diyalektik bir bağ söz konusudur. Temel sosyolojik anlamı böyledir.
Dinsel kavramlaştırmaları bu içerikle değerlendirdiğimizde, bunların toplumun anlam gücü oldukları ortaya çıkar. Kaba bir materyalist anlayışla meseleyi “Din bir safsatadır, tanrı yoktur” biçimine indirmek, son derece tehlikeli ve en az “Tanrı şöyledir, şurdadır” demek kadar bir safsatayı, bilimdışlığı ifade etmektedir. Doğru olan, dinin toplumsal gerçeklikte hangi rolü oynadığı, ne tür bir gücü, kurumu teşkil ettiğidir. Daha sonraları geliştirilen “Evreni ne yönetmektedir?” sorusu felsefeyi, din felsefesini ilgilendiren bir konudur. Bilimsel aşamaya gelindiğinde ise, bu sorulara verilecek yanıtlar, bilim yasaları biçimindedir. Birbirlerini doğuran süreçlerdir. Bu anlam gelişmesi sonsuza dek sürüp gidecektir. Asıl gericilik, tutuculuk ve safsata, bir dönemin anlam düzeyini mutlak doğru olarak kabul edip zorla herkese dayatmaktır. Dini dogmatizm ortaya çıktığı gibi, engizisyon süreci de bu anlayışın doğal sonucudur. Toplumda din olgusunun kaba bir inkarı, bu tip süreçleri besleyen karşıt uçlar olarak olumsuz işlev görmektedir. Sosyolojinin bir bilim katına yükselmesi, ancak toplumsal gerçekliği bu çerçevede ele almasıyla; anlam ve kurumlaşmaların nasıl ortaya çıktığını, hangi işlevi gördüklerini, ne tür bir güce sahip olduklarını cevaplamasıyla mümkündür.
Allah kavramlaşması da bu çerçevede ortaya çıkan, sürekli gelişen ve güç kazanan en temel toplumsal dini kurumlardan biridir. Sümer ve Mısırlılarda bu kavrama yaklaşılmıştır. Yine Zerdüştlükte de benzer bir gelişme gözlemlenmektedir. Toplumda güç merkezileşmesi geliştikçe, temel düşünce biçimi olarak dini kavramlarda tanrı tekliğine, tevhide doğru bir ilerleme gelişmektedir. Dönemin asli düşünce biçimi din olduğundan, kavramlardaki gelişme en son tek tanrıyla sonuclanmaktadir. Yerde kral, gökte tanrı formülüne ulaşılmaktadır. Arap yarımadasındaki tek tanrılaşma Allah’la kavramlaştığında, aslında birçok önemli toplumsal gelişmeyi ihtiva etmektedir. Bu kavram her şeyden önce önemli oranda Sümer ve Mısır geleneğinden kaynaklanmakla birlikte, karşıt ve özgün bir yana da sahiptir. Sümer ve Mısır kültüründe insan-tanrı bileşimi vardır. Nemrut ve Firavunlar kendilerini çoğunlukla tanrı-krallar olarak ilan etmişlerdir. İlkçağ köleliğini tanrı-krallar olarak yürütmüşlerdir. Piramit ve Sümer mezarlarından da kanıtlandığına göre, kulları kendilerinin eki gibidir. Öldüklerinde onlar da ölmüş sayılmakta ve kendilerine en gerekli olanlar canlı canlı toprağa gömülmektedir. Bu dehşetli bir durumdur. Bir çare bulma, insanlığın en temel görevidir.
Belki de tarihin en uzun süreli ve kutsal mücadelesi, kendilerini en büyük kutsal sayan tanrı-krallara karşı verilen ideolojik savaşımdır. Hz. İbrahim’in büyüklüğü ve tüm kutsal dinlerin atası sayılması, esasta bu özelliğinden ileri gelmekte, öyle varsayılmaktadır. İbrahim’in putları kırma eylemi, aslında tanrı-kral kavramına en öldürücü darbeyi teşkil etmekte, bu nedenle de sürekli kutsanmaktadır.
Çünkü canlı canlı mezara gitmenin önlenmesi ancak böylesi bir tavrın başarısıyla mümkündür. Halen Urfa ellerinde ‘erkek bin defa yaparsa hovardadır’ diye meşru görülmesi, ama kızın arzulu bir gözle baktığında töreye göre ailenin ölüm fermanıyla karşılaşması, bu Nemrut yasasının en son kalıntılarından biridir. Beş bin yıllık bir gelenek, tanrı-kral anlayışı hükmünü icra etmekte, en doğal bir insan davranışını mezara gömmekle cezalandırmaktadır. Demek ki, Hz. İbrahim boşuna bu topraklarda doğmamıştır. Onu doğuran, Sümer ve Mısır’ın belki de daha eskiye dayanan en tehlikeli kulluk anlayışının sürüngenlere mahsus yasalarıdır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER