SÖMÜRGE ÜRETİM TARZINDAKİ SINIF ÇELİŞKİSİNİN ANALİZİ 2.BÖLÜM
Sömürge ilişkisini çelişkili bir birlik içindeki iki yapının ilişkisi olarak görmemiz, Marksizm- Leninizmin belirli bir ilkesine, yani yapısal bir birlik içindeki çelişkilerin eşit olmayan gelişiminin bilimsel-tarihsel kuralına dayanır. Bu kuralın, prensip olarak, Marx ve Lenin'e göre kapitalist sosyal yapı olan tek bir yapı içindeki çelişkilerin gelişmesiyle alınan forma uygulandığı açıklığa kavuşturulmalıdır. Öte yandan, bu kuralı, bir bütünü oluşturan kapitalist ve sömürgeci sosyal yapılar arasındaki çelişkiyi analiz etmek için teorik bir yöntem olarak kullanıyoruz. Okuyucularımız, bu kuralı iki yapı arasındaki ilişkiyi analiz etmek için kullanmanın geçerliliğini ve böyle bir ilişkinin özel mantığını gerçekten ortaya koyup çıkaramayacağını sorgulayabilir. Önceki analizimizi bunun için yeterli kanıt olarak görüyoruz. Bununla birlikte, bu konuda daha fazla açıklama talep etmek hem teorik hem de pratik düzeyde büyük önem taşımaktadır. Bazıları sömürge ilişkisini anlamak için bu kuralı kullanmamızı yanlış anlayabilir. Eşit olmayan kalkınma yasasını çağırırken, kapitalist ve sömürgeleştirilmiş ya da “azgelişmiş” ülkeler arasındaki yapısal birliği, iki sosyal yapıdan ziyade iki unsur arasında var olan gibi görüyoruz. Eğer durum böyle olsaydı, bu ülkeler arasında tanımladığımız birlik, toplumsal yapının gerçekliği düzeyinde mevcut olmazdı, daha ziyade soyut düşüncenin bir yapısı olurdu. Meselenin gerçeği, kapitalist ve sömürgeci yapılar arasındaki bu birliği, her bir yapıyı içsel, çelişkili gelişim çelişkilerini ortadan kaldıran ve her birini basit, soyut bir bütün ya da çelişkide basit, soyut bir rol oynayan bir öğeye indirgeyen bir tür düşünce yoluyla görmememizdir. Çelişkili bir bütüne böyle bir yaklaşım, belirli bir gerçekliğin ne kadar basit görünse de, sadece yanlış değil, gerçeklikten uzaktır. Bu, karmaşık özünü gizleyerek gerçekliği çarpıtan temelde yanıltıcı, ideolojik bir bakış açısıdır.
Bu yaklaşımı bilgilendiren Hegelci düşünce, çelişkinin kurucu kısımlarını, asla bir çelişki veya çelişkiyi somutlaştıramayan basit karşıtlara indirger. Bu nedenle Lenin, Hegelci çelişki formülasyonunu gerçekliğin özünden ziyade düşüncenin bir yansıması olarak tanımladı. Sömürge ilişkisi, bu basit çelişki kavramının ne kadar yanıltıcı olduğunu göstermektedir. Onu, sömürgeleştiren ve sömürgeleştirilmiş ülkeler arasındaki karmaşık çelişkiyi analiz etmek için bir mercek olarak kullanmak, bu çelişkiyi sadece “gelişmiş” ve “az gelişmiş” ülkeler arasındaymış gibi görünmesini sağlayacaktır. Kapitalist ve sömürgeci yapılar, her yapıda diğer yapının çelişkilerini belirleyen ve belirleyen iç çelişkilerinden sıyrıldıysa, ikisi arasındaki yapısal çelişki “gelişmiş ve az gelişmiş” arasında basit bir çelişki olacaktır. Bu formülasyonda, nedenler görünmez, çelişkiler ise metafizik hale gelir -sadece Tanrı ve burjuva kapitalist ideolojinin ustaca aldatıcı koruyucuları tarafından bilinen gizemli bir sır. Kapitalist ve sömürge yapıları arasındaki yapısal birliği, farklılaşma hareketinin yapılar olarak farklılaşmaları çerçevesinde gerçekleşen iki farklılaşmış yapıdan oluşan bir birlik olarak görüyoruz. Bu karmaşık farklılaşma hareketi aslında bir farklılaşma hareketi içindeki bir harekettir. Başka bir deyişle, her yapının belirleyici çerçevesi ve gelişimi, iki yapının birliği çerçevesi ile tanımlanır. Bir birlik içindeki farklılaşmanın hareketi de benzer şekilde karmaşıktır, çünkü evrensel bir yapısal çerçeve içindeki gelişiminde, her yapının sınırlarındaki farklılaşmanın hareketi ile tanımlanır. Bu yapıların tarihsel birliğinin gelişimindeki çelişkili hareketi karakterize eden bu karmaşıklık, burada yer alan çelişki katmanlarını yansıtmaktadır: Her belirli yapıda yapısal çelişkileri kapsayan temel çelişki vardır; sonra birlik içinde egemen bir yapının varlığının sunduğu karmaşıklık vardır ve son olarak, her yapıdaki çelişkilerin birliğinde, birincil çelişki olan baskın bir çelişki vardır.
Bu, sömürge yapısına özgü sınıf çelişkilerinin tarihsel gelişiminin önümüzdeki analizinde bize daha açık hale gelecektir. İki yapının birliğinde baskın bir yapının varlığı, yapının birliğinde baskın bir çelişkinin varlığının bu yapının çelişkilerinin gelişiminde çatışmanın temeli olması gibi, onların gelişiminde çatışmanın temelidir. Sadece Marksist düşünce, tarihsel gerçekliğin kalbinde çelişkinin karmaşık doğasını yakalar, çünkü Marksist çelişki -Hegelci çelişkiden farklı olarak- doğası gereği karmaşıktır. Marksist bir lens aracılığıyla sömürgeci ilişkinin incelenmesi kişisel bir seçim değil, bilimsel düşünce üzerine tarihsel gerçeklik tarafından zorunlulukla dayatılan bir şeydir. Karmaşık Marksist çelişkinin ışığında, sömürge ilişkisi bize, temeli bir tahakküm ilişkisi olan iki yapının birliği olarak görünür. Buradaki birlik, düz bir düzlemde var olan iki eşit yapı ile tek bir yapısal düzlem arasında değildir. Daha ziyade, gelişme sürecinde birincisinin ikincisine egemen olduğu kapitalist ve sömürgeci yapılar arasındaki bir birliktir. Bu çalışmanın ilk bölümünde gördüğümüz gibi, bu birliğin tarihsel gelişimi iki yapının bir diğerine benzediği bir hareket değil, daha çok birincinin ikincisini ürettiği sömürge yapıyı kapitalist yapıdan ayıran bir harekettir. Kapitalist ve sömürgeci yapıların birliğini geliştiren bu hareketteki farklılaşmanın temelinin, birincinin ikincisi üzerindeki tahakkümü olduğunu şimdi vurgulamak acildir. Bu tahakküm olmasaydı, tarihsel gelişme bir yapısal farklılaşma hareketi olmazdı. Bu farklılaşma hareketinin gerçekte birliğin gelişimi boyunca ortaya çıkan çatışma olduğunu açıklığa kavuşturmalıyız. İki yapının farklılaşmasının yapısal birliklerindeki eşitsizlik olarak tanımlanması, sömürgeciliği “az gelişmişliğin” nedeni olarak tanımlamanın teorik temelidir. Bu durumdaki nedenselliği yapısal olarak anlamalıyız, mekanik olarak değil. Başka bir deyişle onu gelişimi sırasında başka bir (sömürgeci) yapıyı üreten bir (kapitalist) yapı olarak anlamalıyız. Bu yapı tarihsel gelişimin birliği içinde diğer yapıyı kendi içine dâhil ederek
tahakküm kurar. Sömürgeci üretimi, oluşum ve oluş hareketinde kapitalist üretime doğru iten bu “yapısal nedenselliği” netleştirmek, bu çalışmadaki temel mücadelemizdir. Kapitalist yapının atası sömürge benzeri üzerindeki tahakkümü aslında kapitalist üretimin sömürge üretim üzerindeki tahakkümüdür bu bizim açımızdan açık olması gerek bir korelasyondur. İlk elde bu tahakküm dışarıdan ortaya çıksa da öyle değildir. Bu yapılar arasında farklılaşma olsa bile ya da daha doğrusu var olduğu için, hiçbir ayrım yoktur. Burada tahakkümden söz ederken, sömürgeleştirilmiş ya da “azgelişmiş” ülkelerdeki sömürge askeri üslerinin mevcudiyetinde görülen türden bir şeyi kast etmiyoruz, her ne kadar bu mevcudiyet, sömürgeci tahakkümün açık, şiddetli ve son derece tehlikeli bir biçimi olsa da. Burada vurgulamak istediğimiz gerçek tahakküm, sadece bu ve diğer sömürge tahakküm biçimlerinin temeli değil, aynı zamanda onların varlığını mümkün kılan şeydir. Kapitalist muadili ile birlik dışında var olamayan veya varlığını sürdüremeyen ayrı bir toplumsal yapı olarak sömürge yapısının kendisinin oluşumunda ve gelişiminde içkin olan tahakkümden bahsediyoruz. Kapitalist yapının sömürge yapısıyla birliği içindeki egemenliği, üretici güçlerin sömürge üretim tarzında geliştiği yapısal bir çerçevenin varlığında kendini gösterir; yani, sömürge üretim ilişkileri içinde, belirli sınıf ilişkileri olarak. Bu, “azgelişmiş” ülkeler üzerindeki sömürge egemenliğinin, bu ülkelerdeki sömürge üretim ilişkileri olan üretim ilişkilerinde miras kaldığını söylemektir. Gerçek sömürge egemenliği bu ülkelerin sömürgeciliğe bağımlılığının sömürge üretiminin toplumsal düzeninde temsil edilmesidir. Bu ülkelerde öncelikler askeri ya da iktisadiden birinde doğrudan ya da faal sömürge varlığı değil sömürge yapılarındaki özel sınıf ilişkilerinin içinde ortaya çıkar. Bu nedenle sömürgeciliğin doğrudan varlığının sona ermesini sömürgeciliğin sona ermesiyle ilişkilendirmek yanlıştır. Benzer şekilde, şu anki politik söylemimizin etrafında kıpırdanan “neo-sömürgecilik” kavramı doğru değildir. Çünkü sömürgeciliğin teorik olarak yanlış bir tanımlamasına dayanır ve ima eder. Sömürgecilik aslında sömürge ilişkisidir ve sömürge kuran güçlerin ortadan kalkması ile yok olmaz, varlığı, bu ilişkinin aldığı şiddet biçimlerinden yalnızca biridir. Aslında, sömürge ilişkilerinden “bağımsız” olunduğuna inanıldığında dahi, sömürgeciliğe bağımlılık, “bağımsız” “azgelişmiş” ülkede var olmaya devam eder. Açık konuşmak gerekirse, sömürgeciliğin sonu ileride göreceğimiz gibi bir özgürlük devrimi aracılığıyla yürürlüğe koyulan sömürge üretimden sosyalist üretime geçişe yol açan üretimin sömürge ilişkilerinin sona ermesine bağlıdır. Sömürgeciliğin faal ve kalıcı varlığı sömürgeleşmiş ülkeler bunu doğrudan tecrübe etse de doğrudan değildir. Bunun yerine, üretimin sömürge tarzında üretimin tarihsel gelişim güçleri bir toplumsal düzen olduğundan, sömürgecilik üretimin sömürge ilişkileri aracılığıyla var olur. Başka bir deyişle, sömürgeci toplumsal yapıya özgü sınıfların var olduğu biçimde somutlaşır. Bu sömürgeleşmiş ülkelerdeki sömürgeciliğin doğrudan sömürgeci kurallara tabi olsa da gerçek varlığının doğrudan olmadığı anlamına gelir. Bunun sebebi sömürgeciliği kendinde var olamaması ama üretiminde ve etkisinde var olmasıdır. Daha önceki bir argümanı yeniden ifade etmek gerekirse, ürettiği toplumsal yapıda, gelişme süreci boyunca farklılaşan bir yapı içinde var olur. Yapının özgünlüğü onun sömürgeciliğe bağımlılığının içinde uzanır. Bu tartışmada açıklığa kavuşturmak istediğimiz nokta sömürgecilik ve “azgelişmişliğin” bağlantısının yapısal nedenselliğidir. Bu belirgin nedensellik ilişkisi analiz etmeyi hala bitirmediğimiz sömürge ilişkisinin gerçeğidir. Şimdi özel bir sınıf yapısı olarak tanımladığımız sömürgeci toplumsal yapının ışığında bu ilişkiyi düşünelim. Sömürge yapının bir sınıf analizini yaparken teorik zorluk sadece sömürge yapının kapitalist yapıya göre özgünlüğü ve ayırt ediciliği değil aynı zamanda onu analiz eden Marksist düşünceyle olan kararlı ilişkisinden de oluşur. Bu analizde görünüşte eksik olan Marksist düşünce, sömürge yapısıyla gerilim içindedir. Sınıf yapısının Marksist analiz şemasındaki problem kapitalist yapının analiziyle yaratılır. Yine de, bu teorik şemaya kapitalist yapı ile yapısal bir ilişki içinde olsa da bir sınıf yapısı olarak sömürge yapıyı analiz ederken güvenmeliyiz. Bir birlik olarak gelişme hareketlerindeki iki yapı arasındaki farklılaşma, kapitalist yapıyı analiz etmek için oluşturulan bu teorik şemanın, sömürge sınıf yapısıyla kesinlikle kıyaslanamaz olduğu anlamına gelir. Sınıf analizi için tek araç olmasına rağmen, Marksist düşüncenin kendisi gerekli analizi gerçekleştirmenin önünde bir engeldir sanki. Ancak gerçek şu ki, Marksist düşünce ile sömürgeci gerçeklik arasında gördüğümüz gerilim, gerçeği ortaya çıkararak her zaman düşünceyi zenginleştiren diyalektik bir hareket olan bilgi üretim sürecinin kendisiyle zorunlu olarak birliktedir. Zorluk, bu teorik şemanın kendisini bir sınıf analizi aracı olarak sunduğu zorunluluk ile bu şema ile sömürge sınıf gerçekliği arasındaki ölçülemezlik arasındaki çelişkide yatmaktadır. Bu sürecin sömürge toplum yapısı analizimizde işlediğini görebiliriz. Bu yapının temel karakteri kurulu sosyal sınıflar arasında farklılaşma eksikliğidir. Örneğin, burjuvaziden proletaryaya burada sınıf bariyeri ayrımı yoktur çünkü bu iki ana sınıf arasındaki bariyer açıklıkla belirgin değildir. Sınıf farklılaşmasının olmamasının temel nedeni, bu sınıfların sömürgeleştirilmiş ülkelerdeki oluşumlarının tarihsel koşullarında yatar, ki bu aynı zamanda sömürge yapısının oluşumunun koşullarıdır. Farklılaşma eksiklikleri daha önce açmış olduğumuz bir konu olan biçimlenişleri sırasındaki tarihsel gelişimleridir.
Örneğin, sömürgeci burjuvazi -hatalı olarak “milli burjuvazi” denir- ithalat ve ihracat hareketindeki ekonomik faaliyeti tarafından tüketilen, sömürge sanayisini hammaddelerle donatan ve ürünlerini satan ticari bir burjuvazi olan tarihsel biçimi tarafından belirlendi ve hala belirlenir. Bu burjuvazinin gelişimi küresel sömürgeci iş bölümü tarafından yapılandırılmıştır. Onun ticari bir burjuvaziden finansal bir burjuvaziye gelişimin yörüngesi, sanayileşme aşamasından geçmeden bu sınıfı sömürgeci burjuvaziden ayırır. Sanayinin gelişiminin rolü -bu ülkede gerçek bir sanayiden bahsedebilirsek- bir sonuç olarak sömürge yapının kısıtlayan düzeninde sınıf bariyerini aşamayan küçük burjuvazinin hizipleşmesinin sonucu tarafından ortaya koyulur. Bu sınıf durumu işçi sınıfın varlığına ve oluşumuna çarpmaya bağlıdır. Sömürgeci burjuvazinin gelişimi ve oluşumu -sömürge ilişkilerinin kendisinden dolayı- sanayileşme aşamasından geçmediğinden işçi sınıfındaki değişim ihtimali oluşumu boyunca bastırıldı. Belki de bu tür bir farklılaşma için çok dar bir marj olduğunu söylemek daha doğrudur; bu sayede işçi sınıfının, bir sınıf olarak farklılaşması yoluyla, temelde verimsiz bir küçük burjuvazinin bu üretken sektörüyle yüzleşecek bağımsız, eksiksiz bir varlık olarak oluşması zordu. Bu bizi, sömürge toplumsal yapıyı karakterize eden farklılaşmamış sınıf yapısı hakkında temel bir noktaya getiriyor. İşçi sınıfının (küçük burjuvaziyle) karşı karşıya gelmesinin, bir sınıf olarak ortaya çıkmasıyla gerçekleşen farklı tarihsel biçim, sömürge yapısında sınıf farklılaşmasının olmamasının kökenidir. Sömürge burjuvazisinin sömürgeci burjuvazi tarafından ticari-finansal bir sınıf olarak belirlenmesi gerçeği işçi sınıfının, sömürge toplumunda var olamayacağı düşünüldüğünde, Batı'da olduğu gibi kapitalist burjuvaziden ziyade küçük burjuvazinin üretici sektörüyle karşı karşıya kaldığı -anormal değilse de- belirli bir sınıf koşuluna yol açtı. Sömürge ilişkisi -kapitalist ve dolayısıyla metropoliten üretimin sömürge üretim üzerindeki tahakküm ilişkisi olarak- sömürge üretimin yapısını öyle bir şekilde belirledi ki, sınıf farklılaşması hareketini özgürleştirmek yerine onu dizginleyecek ve gerçekten de felç edecek hale geldi. Başka bir deyişle, sömürge toplumlarında sınıf farklılaşmasının işlediği çerçeve, sınıfların gelişimini zorunlu olarak farklılaşmamış bir yapıya yerleştirir. Bunun nedeni, sömürgeci üretimdeki üretim güçlerinin zorunlu olarak kapitalist üretimdeki üretim güçlerinin gelişimine bağımlı olmasıdır. Üretimin sömürge ilişkilerinin gelişim için bir çerçeve olarak şekil aldığı bu anda, kesinlikle gelişimlerini engelleyen özel bir yolla belirlenirler böylece kapitalist Batı’da gördüğümüz sınıf farklılaşmasını yaratırlar. Sömürge ilişkileri aracılığıyla tarımın gelişmesi, onu kapitalist üretime olduğu kadar ithalat ve ihracata da yöneltmesi bu koşulların gerçekleşmesini engelledi. Bu sonuca varırken, toplumsal yapının tarihsel gelişimine ilişkin genel bir Marksist kurala sadece başvururuz. Daha önce alıntıladığımız metinde belirtilen bu kural bir yandan üretim ilişkileri arasındaki benzerliğin varlığı diğer yandan verili üretim tarzındaki üretim güçlerinin gelişim seviyesidir. Bu kurala dayanarak, şunu söyleyebiliriz ki sömürge toplumdaki üretim güçlerinin gelişimi kapitalist toplumlardaki üretim güçlerinin gelişimine benzeyemez, yani onları özgürleştirmek için gerekli olan sanayi devrimini meydana getirecek şekilde gelişemezler. Başka bir deyişle, üretim güçleri yalnızca sömürgeci toplumsal yapıda yürütülen sınıf mücadelesinin farklı biçimi tarafından sömürge çerçevesi paramparça edilerek serbest kalabilir. Bu özel sınıf çatışması tartışmamıza geçmeden önce üretimin sömürge ilişkilerinin yapısındaki sınıfları ya da başka bir değişler sınıf olarak nasıl var olduklarını tanımlamamız gerekir.
Sömürge çerçeveyi farklılaşmamış bir yapı olarak tanımlarken sömürge toplumda sayısız sektör arasında özellikle sömürgeci burjuvazi ve emekçi halk sınıflarının geri kalanıyla arasında bariz eşitsizlikler olduğunu hiçbir şekilde inkâr etmiyoruz. Bu eşitsizlik zorunlu olarak sınıf farklılığını kurmaz, sınıf farklılığının olduğu kapitalist toplumdan daha fazla sınıf eşitsizliği görülse bile. Genel olarak konuşursak, bir yandan Hindistan ve Endonezya gibi sömürge toplumlarında görülen olağanüstü yoksulluk arasındaki karşıtlık diğer yandan gösterişli arabaları ve hizmetçileri olan gösterişli konaklar ise kapitalist toplumlarda bulunmaz. Bunun nedeni Marx’ın söylediği gibi toplumsal sınıflar arasındaki sınıf farklılaşması tüketim üzerinden belirlenmez, toplumsal tüketimi niteliksel ve niceliksel olarak belirleyen toplumsal üretim tarafından belirlenir. Bu nedenle sömürge toplumunun sınıf yapısı, sömürge üretimi düzeyinde ve yapısal çerçevesinde belirlenir. Bildiğimiz gibi, sömürge toplumdaki temel üretim temelde tarımsal-ticaridir. Dahası gelişimi, her zaman kapitalist sömürge üretimini takip eder ve onun bu üretime bağımlılığı sanayileşme aşamasından yoksun olmasıyla belirgindir. Ticari-finansal bir sınıf olarak sömürgeci burjuvazi böylece sömürge toplumunda sömürgeci muadilini temsil eden tüketici burjuvazidir. Sömürgeci burjuvazi açısından faal, bağımsız bir sınıf olmak imkânsız olduğundan, yalnızca temsil işlevi nedeniyle ayrı bir sınıf olarak belirlenmiştir. Sömürge toplumda hayatta kalması bağımsız bir sınıf, yani üretken bir burjuvazi olarak oluşumunu olanaksız kılan koşulların sürekliliğine bağlıdır. Bu, sömürge burjuvazisinin ancak başka bir sınıfı temsil ettiği sürece bir sınıf olduğu anlamına gelir. Bu imkânsızlık, sömürge yapıdaki sınıf farklılığının yokluğunun yapısal temelini sağlayan sömürge ilişkisinin bir sonucudur. Bu farklılaşmama sömürge toplumunun çeşitli hizipleri arasındaki böyle küstah farklılıkların temelidir. Görünüşte kendi içinde çelişkili, bu ifade sağlamdır, çünkü bir sömürge toplumunda gördüğümüz aşırı farklılıklar, üretim değil, yalnızca tüketim düzeyindedir (yani, her bir fraksiyonun tüketme yeteneği arasındaki farklılıklardır). Gerçekten de, bu farklılıkların keskin doğası, sömürge burjuvazinin üreten değil tüketen bir sınıf olarak yapısının bir ürünüdür.
Sömürge üretimi bir sanayileşme aşamasından yoksundur. Sonuç olarak, bu toprak genellikle sömürge toplumunda temel üretim araçlarını oluşturur. Bu tarımsal üretimin sanayi üretimine baskın olduğu anlamına gelir. Bu baskınlığa rağmen, üretimin ‘feodal’ ilişkilerinden bahsedemeyiz. Sömürge ilişkisinin aracılık ettiği tüm tarımsal üretimin (özellikle 'gelişmiş' sektörlerinin) temelde ihracata, yani sömürge kapitalist üretimine yönelik olması nedeniyle köylüler ve tarım sahipleri arasındaki bütün tarımsal üretim (özellikle ‘gelişmiş’ sektörlerindeki) ilişkisinin aracılık ettiği temel olarak ihracata yani sömürge kapitalist üretime yöneliktir. Tarımsal üretim, sömürge ilişkisinin sınırları içinde geliştiği için, tarımsal mülk sahipleri (örneğin Batı'da olduğu gibi) burjuvazinin ayrı bir feodal sınıfını oluşturmazlar, daha çok sömürge burjuvazisinin bir kesimini oluştururlar. Söylemeliyiz ki, bu çalışmanın ilk bölümünde tanıttığımız gibi ticari-finansal burjuvazinin bir fraksiyonudur. Sömürgeci üretimin yapısının farklı doğası, köylülerin (özellikle tarım işçilerinin) sömürünün, hatta aşırı sömürünün yükünü diğer sosyal sınıflardan daha fazla taşıması gerçeğinde bize açıkça görünür. Sömürge üretimin sömürge ilişkileri içinde gelişmesi ve doğrudan ihracata yönelik olmasından dolayı sömürge toplumda sömürgeciliğin temel sömürücü aracıdır. (Sömürge toplumunun ) köylüsü ile sömürgecilik arasındaki sömürücü ilişki dolaylıdır çünkü sömürge toplumda bu, ikincisinin sömürge burjuvazisinin sayısız fraksiyonu olarak adlandırılan temsili ile işletilir.
MEHDİ AMEL 2.BÖLÜM (SON)
YORUM GÖNDER