UNUTMAK İHANETTİR (3.BÖLÜM)
Dersim’de esir alınıp Mecburi İskân Kanununun ruhuna uygun olarak sürgüne gönderilenler sözcüğün gerçek anlamında kılıç artıklarıydı. Sözüm ona Fevzi Çakmak’ın devreye girmesiyle son dakikada makineli tüfeklerin kurşunlarına hedef olmaktan kurtulmuş en son esir kafilelerinin mensuplarıydı. Esir alınıp da katledilmemek savaşçıların teslim olmalarının yolunu da açmıştı. Hayatta kalan esir yakınları kendilerini bir mıknatıs gibi çekmişti. Abdullah Alpdoğan teslim olsunlar diye esir düşmüş yakınlarını dağdaki savaşçılara elçi olarak göndermişti. Artık imha yoktu, bunun sözü veriliyordu. Başka yerlere gönderilecekler, kendilerine ev ve ekecekleri toprak verilecekti. Savaşçılar silahlarıyla birlikte gelip teslim oluyorlardı. Teslim olmayı reddeden ve buna gerçekten bağlı kalan insanlar çok azdı. Bunların devlet için tehdit oluşturmaları söz konusu olamazdı. Korkunç bir kıyım yapılmış, direniş kırılmış, kılıç artıkları denetim altına alınıp sürgüne gönderilmiş, Dersim coğrafyasının büyük bir bölümü insansızlaştırılıp ‘yasak bölge’ haline getirilmiş, Dersim’e mezar sessizliği çökmüştü.
Dersim aşiretlerinin hepsi işgale karşı gelişen direnişe katılmamıştır. Direniş konumuna geçen aşiretler esas olarak Ovacık, Dersim merkez ve Hozat alanındaki aşiretlerdir. Bu dağlı aşiretlerin temel özelliği özgürlüğe olan düşkünlükleridir. Onlar için devlet olgusu tümüyle varlıklarını tehdit eden yabancı bir güçtür; devletin kendilerini yok etmek isteyen herhangi bir düşman aşiretten farkı yoktur. Devleti gerçek anlamda tanımamaktadırlar. Silahlı olmalarına rağmen bu aşiretlerin saldırgan bir karakter taşıdıkları söylenemez. Kendisinden saldırı gelmedikçe devlet güçlerine saldırmamışlardır. 21 Mart 1937’de bir karakola yaptıkları saldırı tamamen misilleme içeriklidir. Bir köyde kadınlara hakarette bulunan askerleri barındıran Pah Karakolunu ele geçirmişler, birçok askeri öldürmüşler, geri kalanları Mazgirt sınırına kadar kovalamışlardır. Mazgirt devletle dağlı aşiretler arasındaki sınır gibidir. Devletin kendi alanlarında kurduğu karakolu ortadan kaldırmışlardır. Askerler halka hakaretlerde bulunmasa ve kadınları taciz etmeye yeltenmese, kısacası kışkırtıcı yönelimler içine girmese belki de karakolun alanlarındaki varlığına göz yumacaklardır. Özcesi barışçıl yaşamları esastır. Devlete karşı duruşları tamamen meşru savunma temelindedir. ‘Vahşi’ olarak tanımlanmaları bir devlet yakıştırmasıdır. Asıl vahşi önüne çıkan her şeyi sel gibi yıkıp geçen devlettir, onun örgütlü ve sistematik vahşetidir, dizginsiz zulüm ve zorbalığıdır.
Direnişe katılmayan aşiretlerin hepsini işbirlikçi ya da devlet yanlısı olarak tanımlamak doğru değildir. Bunların önemli bir bölümü reislerinin yönlendirmesine bağlı olarak direnişten uzak durmuşlardır. Devlet daha önce aşiretler arasında var olan çelişkileri iyi değerlendirmiş, bu temelde bazı aşiretleri en azından tarafsızlaştırmayı başarmıştır. Dağlı olmak, devletçi yaşamın dışında kalmak ve bu yaşama yabancı olmak demektir. Bireysel çıkar çatışmaları oldukça zayıftır. Çelişki belki kabileler arasında olabilir. Buna karşılık devletin eskiden beri kurduğu idari merkezler etrafındaki yerleşim alanlarında yaşam tarzı biraz daha farklıdır. Mülkiyetçi yaklaşım çok daha belirgindir, bireysel çıkarlar gelişme göstermiştir. Aşiretler içinde belli bir ayrışma yaşanmaktadır. Aşiret saflarında eski tarzda birlikten söz edilemez. Hozat, Mazgirt ve Pertek çevresi esas olarak böyledir. Kısacası aşiretleri ortak bir kararla olumlu veya olumsuz bir eyleme kaldırmanın zemini zayıflamıştır. Kuşkusuz devletin karşı propagandaları bu alanlarda daha fazla etkili olmaktadır. Kuşatma altındaki dağlı aşiretlerin ekonomik açıdan yaşadıkları ağır zorlanmalar sonucunda bazen ovaya inip talana başvurmaları, devletin propagandalarının etkili olmasında ciddi bir rol oynamıştır. Kısacası direnişi mümkün olduğu kadar sınırlı tutmak isteyen devlet en küçük bir bile çelişkiyi çok iyi değerlendirmiş, bu sayede istediği sonucu alabilmiştir.
1946 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme’deki soykırım tanımı çerçevesinde bakıldığında, Dersim’de işlenen insanlık suçunun niteliği daha iyi görülecektir. “Sözleşmeye göre ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu tümüyle ya da kısmen yok etmek amacıyla girişilen şu eylemlerden herhangi biri soykırımdır: a- Topluluk üyelerini öldürmek, b- topluluk üyelerinde ağır bedensel ya da zihinsel zarara yol açmak, c- topluluğa, bütünüyle ya da kısmen yok olmasına yol açacak yaşam koşullarını kasıtlı olarak dayatmak, d- topluluk içinde doğumları engellemeye yönelik önlemler almak, e- topluluğa bağlı çocukları başka bir topluluk içinde yaşamaya zorlamak.” Önceden hazırlanmış bir imha planı çerçevesinde Dersim’e karşı düzenlenen sel harekâtında karşımıza çıkan tablo, burada yapılan tanımla tam bir uygunluk arz etmektedir. Bu beş eylem türünden sadece d şıkkındaki eylem hakkında belki fazla bir şey söylenmeyebilir. Ancak öteki dört eylem biçimi bu alanda harfiyen uygulanmıştır. ‘Sel harekâtı’ olarak bilinen işgale karşı gelişen ve iki yıl devam eden Dersim direnişi sırasında katledilen insan sayısını tam olarak vermek mümkün değildir. Kesin bir sayı vermek zordur. Ancak bu on binlerle ifade edilecek kadar korkunç bir sayıdır. Mecburi iskâna tabi tutulan sınırlı bir kesim dışında hedef alınan her kesim ve herkes fiziksel olarak yok edilmiştir. Bunun sistematik bir etnik temizlik olduğu asla inkâr edilemez.
Katliam sürecindeki tek bir olayla, Çukur köyünden Süli ve Hasan Ağa ailelerinin topluca katledilmesiyle ilgili bir ağıtta bile yaşanan şeyin Kurmanclık yasalarının ortadan kaldırılması olduğu netçe vurgulanmaktadır. Toplu kıyımlarla imha edilen ve ateşe verilip yakılan şey Kürt kimliğidir, Kürt kültürüdür, Kürt’ün kendi doğal yasaları temelinde sürdürdüğü sade ama özgür yaşamıdır. Bütün bunların yerini artık Türklük alacaktır. Nitekim aynı ağıtta kaldırılanın yerine yerleştirilen şeyin Cumhuriyet kanunları ve aynı anlama gelmek üzere Türklük olduğu dile getirilir. Bu bir halk ağıtındaki belirlemedir; halkın bizzat kendisinin kendi yaşadıklarını kendi cümleleriyle tanımlamasıdır. Kırım ve kıyımdan geriye kalanlar çareyi unutmakta bulurken, halk ağıtlara dökme tarzında da olsa yaşananları unutturmamaya çalışmıştır. Gerçek budur.
Bir rica sözcüğü olarak algılanması dileğiyle herkesi düşünmeye davet ediyorum. Düşünün: Belli bir topluluğa mensup insanlar kendilerini esir alan güçler tarafından hep aynı yöntemle ölüme yolcu ediliyorlar. Esir alınıyorlar, bir araya toplatılıyorlar, ana kucağındaki bebekten ayakta zor durabilen yaşlıya kadar tümden ağır makineli tüfeklerin karşısına çıkarılıp seri atışların hedefi haline getiriliyorlar. Ölüm kendilerini böyle buluyor. Bundan şikâyet bile etmiyorlar, hiçbirinin ağzından ‘bize acıyın’ çığlığı yükselmiyor, seri atışlar öncesinde dizbağları çözülüp yere yıkılan olmuyor. Küçücük çocuklar bile ölümü büyük bir olgunlukla karşılıyorlar. Hemen hepsi zalimin işi zulümdür, mazlumun yapması gereken şeyse zulme direnmektir diye düşünüyorlar. Ölümden korkarak zalimi sevindirmiyorlar. Zaten inançları da onlara bunu telkin ediyor. Kendi inançlarına göre onlar Kerbela geleneğinin bir parçasıdırlar, Yezit geleneğini sürdürenlerce imha edildiklerinde Kerbela’nın ölümsüz şehitlerine katılacaklar. Ama ne olursa olsun Yezit soyundan aman dilemeyecekler. Bu emsalsiz bir direniştir. Uzaktan gelen zalimin getirdiği ölüm karşısında dağlı özgür yaşamlarına bağlılıklarına yaraşır bir duruş sergiliyorlar. Hep doğru yaşamışlardır, doğru yaşadıkları için de doğru ölüyorlar. Ayrıca karşılarında Azrail benzeri can alan bir güç vardır. Azrail’e “Canımızı alma” demenin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini iyi biliyorlar. Sıra makineli tüfeklerin karşısında sıraya dizilen son kafilelerdedir. Onlarda da aynı duruş görülüyor, ölümden korkmadan ölümü bekliyorlar. Belki de son kez engin bir sevgiyle bağlı oldukları Dersim’in harika doğasına bakıyorlar. Tam da silahların ateş kusmaya hazırlandığı bir sırada uzaktan bir süvarinin çığlığı yükseliyor: “Durun, kimse kurşuna dizilmeyecek, artık kimse öldürülmeyecek!”
Kim ne derse desin, katliamın en dehşet verici, en çılgın anı budur. ‘Emir’ olumlu karşılık buluyor ve hücrelerine dek ölümü karşılamaya hazırlanmış gergin bedenler mermilerle delik deşik edilip süngülenmekten kurtuluyor. İnsan ruhu süvarinin bu haberi karşısında fırtınada alabora olmuş denizdeki bir tekneyi andırıyor, dengesini kaybedip kontrolünü yitiriyor. Beden artık ruha itaat etmiyor. O ana kadar hiçbir gücün zayıflatamadığı diz bağları çözülüyor, bacaklar titremeye başlıyor. Bir süre sonra belki de bu kez ruh bedenin hükmü altına giriyor. Kendi varlığını sürdürme imkânına kavuşan beden, ruhun hapishanesine ve giderek mezarına dönüşüyor. Birkaç saniye öncesinden başlayarak bedenin geçmişle bütün bağları kopuyor. Beden için geçmiş kendi çözülüşüyle gelen ölümdür ve makineli tüfeklerin susturulmasıyla birlikte ölüm bedenlerden uzaklaştırılıyor. Ölümün ruhlar etrafında oluşturduğu kuşatma çemberini daraltması bedenler için daha fazla yaşama imkanı anlamına geliyor. Nasıl olursa olsun yaşamak! Ruhun denetiminden kurtulmuş bedenin yönelimi kesinlikle bu oluyor.
Çok iyi planlanıp uygulanan bu sözde kurtuluş sahnesi toplu ölümlerin soylu anlamı üzerine inen bir kara bulut işlevi görmüş, yaşanan anı en uzak ve en yakın geçmişten koparmıştır. Bedensel ölümün gerçekten uzaklaştığının anlaşıldığı an, unutkanlığın da başladığı ve geçmişten kopuş sürecine girildiği andır. Ölümden dönüş adeta bir bakıma sıfır noktasından bir başlangıç halini almıştır. Daha öncesi yoktur. Daha doğrusu, bedensel çöküşünün durdurulması karşılığında kişi öncesini artık yok sayacaktır. Kurtarıcı ve kurtuluş oyununu oynayanlar içine girilecek bu yeni doğrultunun farkındadır. Cellât sahneden çekilip gitmiştir. O artık bambaşka biridir; kendisiyle ölümü getiren değil bağışlayıp hayata döndürendir. Ellerinde kardeşlerinin kanı hala temizlenmemiş olarak dursa bile, kurtulmuş bedenlerin gözünde bu böyledir. On binleri yeryüzünden temizleyen cellât kurtarıcı görünümüne bürünmüş ve bağışladıkları nezdinde bu yeni kimliğiyle kabul görmüştür. Onurlu bir tiksinti ve nefretin, yerini müthiş tiksindiren bir sevgiye bıraktığı sürecin başlangıcıdır bu. Kurban ile cellâdı arasında yeni bir ilişki kurulmuştur. Sıfır noktasından başlayan hayat, cellâda sevdalandıran hayattır. Her yaştan on binlerin hayatlarının söndürülmesi artık bir yanlışlık olarak bile görülmeyecek, katiller bir hata yaptıklarını bile söylemeyecekler, yapılan katliam öldürmenin en vicdansız ve en hayâsız hali olarak tümüyle yok sayılacaktır.
Kuşkusuz burada Dersim katliamında bazı insanların son anda ölümden dönmüş olmalarına duyulan bir hayıflanma yoktur. Keşke geride kalanlar da öldürülseydi denilmiyor. Ayrıca kimse ölümü de kutsamıyor. İnsan hayatının biricikliğinden, güzelliğinden ve kutsallığından asla kuşku duyulmuyor. Burada Kürt kasaplığına soyunmuş Türk Devletinin akıl almaz zulüm ve zorbalığı sorgulanıyor; onun insanı kendi karşıtına dönüştüren gerçeği gösterilmeye çalışılıyor. Yeniçerilik bu konuda herkesin bildiği bir örnek oluyor. Osmanlının temel askeri örgütlenmesi olan yeniçeriler, ebeveynleri çoğunlukla öldürülmüş Hıristiyan halkların çocuklarıdır. Hâlbuki farkında bile olsa, bunun yeniçeri için fazla bir anlamı yoktur. Onun için devlet her şeydir, kendisinin varlık gerekçesidir, kendi başlangıcı ve sonudur. Yeniçeri örneğinde kurban ile katil arasında yaşanması düşünülen ilişki tersine çevriliyor: Tiksinti ve nefretin merkezine yerleşmesi gereken katil, kurban için sakat bir sevginin öznesi düzeyine yükseliyor. Türk egemenlik sisteminde insanı bu tarzda kendi özüne yabancılaştırıp kendine bağlama adeta sanat düzeyinde bir uygulama gücü kazanıyor. Osmanlının mirası üzerinde vücut bulan TC Devletinin Dersim’de yaptığı şey, bu başarılı deneyimin yeni bir tekrarı oluyor. Kapitalizmin yabancılaştırmadaki büyük gücünü de arkasına alan Türk Devleti, soykırım artıklarını ruhsuz bedenlere çevirerek Dersim’i ikinci kez katliamdan geçiriyor.
Dehşet saçan uygulamalarıyla gözdağı verme katliamcı güçlerin en temel amaçlarından biri olmuştur. Gözdağının esas hedefi direniş içindeki güçler değildir, toplumun direniş mücadelesi dışında kalan kesimleridir. Bu katliama uzaktan yakından tanıklık eden her kesime ve herkese verilen mesaj bellidir: Devlet karşısında isyancı konumuna düşmeyi aklınızın ucundan bile geçirmeyeceksiniz, devletin sizden istediklerine uygun davranacaksınız! Bu nedenle Dersim katliamını işgale karşı direnişe geçen bazı aşiretlerle sınırlı bir kıyım ve kırım harekâtı olarak düşünmek son derece yanlıştır. Esir alınıp bir araya getirilerek kurşuna dizilen insanların bedenlerini delip geçen mermiler direniş dışında kalanların ruhlarına da isabet etmiştir. Nitekim direniş sürecinde bu kesimlerde görülen teslimiyet eğilimi direnişin kırılmasına paralel olarak iyice derinleşmiştir. Bu öylesi bir gözdağıdır ki, hiç kimse bu tür sınırsız ve ölçüsüz bir terörün hedefi olmak istemeyecek, bunun için de katliamcıyla uyum içinde olmaya çalışacaktır. Bunun adeta her istediğine sonuna kadar boyun eğecektir.
“Allah o günleri düşmanımıza dahi bir daha göstermesin!” Derinliğine inip çok yönlü bakılmadıkça, bu temenninin içerisinde gizlenen irade kırılması fark edilmeyebilir. Bu temenninin öncelikle uygulanan zulmün bütün sınırları darmadağın eden karakterine parmak basıldığı kesindir; ancak aynı temenninin bununla birlikte yenilgili bir ruh halini yansıttığı da görülmek zorundadır. Haksızlık mutlak anlamda kınanmakta, ama haksızlığı yapandan hesap sorma hiç düşünülmemektedir. Durum bu olunca, “Ne pahasına olursa olsun yaşamak” gibi ürkütücü bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Elbette yaşamak gerekir, ama kesinlikle onurunu yitirme pahasına değil, özgürlük umudunu katliamda ölenlerle birlikte toprağa gömme pahasına değil, ruhu bedensel canlılığı korumanın sıradan bir hizmetçisi derekesine düşürme pahasına değil. Tek başına canlılığı korumanın karşılığı olarak bunlar son derece ağır bedellerdir ve ne yazık ki yaşanan gerçek de budur. 1970’lerin ortalarında bu korkunç katliamın unutulmaması ve hesabının sorulması gerektiğini dile getirdiğimizde karşılaştığımız tepki ilginçti. İnsanlar “Bize yeni bir katliam mı yaşatmak istiyorsunuz, neden geçmişi karıştırıyorsunuz?” diye kızıyorlardı. İnkârcı sömürgecilik ‘anımsamak yasaktır’ diye buyuruyor, yasağın hedeflediği toplum da onunla uyum içinde geçmişi unutmak gerektiğini söylüyordu.
ALİ HAYDAR KAYTAN
YORUM GÖNDER