KÜLTÜR-SANATA KURULAN TUZAKLAR VE APOCU ESTETİK
Şair Nilgün Marmara ise intihar ettiğinde geride bıraktığı notta “yaşamın neresinden dönülürse...
Anti-Kültür Hareketler
Kültür ve sanata dair külliyat, siyasal tartışmalarınkinden az değildir. Buna rağmen beğeni ölçülerinde netlik ve ortaklık sağlamak pek mümkün olmamıştır. Bu biraz da kültür ve sanatın doğasından kaynaklıdır: Dar sınır ve kalıpları tanımazlar!
Beğeni ölçüleri kolay kolay değişmeyen, kesinlikli ve dar kalıpları olan bir kültür tanımı milliyetçiliğin tanımı olup bağrında değişime karşı direnci, egemenlikçiliği, cinsiyetçiliği ve diğer kültürleri küçümsemeyi taşır. Kültürün tanımı insanlığın ürettiği maddi ve manevi tüm değerleri kapsadığında evrenselliği bağrında taşıyan bir karakter kazanır.
Evrenselliği içermeyen her kültür egemenliğe zemin olur. Üstelik aşırı yerelci, içe kapanmacı, diğer kültürlerle bir arada yaşamayı sadece “hoşgörü” düzeyine indirgeyen yaklaşımlar en tutucu göründükleri anda bile liberalizmin bir tek fiskesiyle yıkılıp gidecek kadar zayıf kalmaya mahkûmdurlar. Çünkü insanlığın ortak kültüründen ve diğer halkların kültürleriyle paylaşım ve etkileşim içinde olmaktan kendilerini koparmışlardır. Bu yüzden de dar, zayıf ve güçsüzdürler. Hatta milliyetçiliğe oldukça açık bir zemin sunarak egemenlik sistemleriyle bütünleşirler. Bu gibi yanılgılar liberalizmi ördüğü tuzaklardan kaynaklanmaktadır.
Liberalizmin ideolojik yöntemleri olan cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik ve bilimcilik insanlığın evrensel kültürü karşısında en başta gelen anti-kültür hareketleri olmaktadırlar.
Kültürü kültürsüzlük haline getiren, yaşamı ise yaşanamaz kılan kapitalizmin ideolojisini aşamayan tüm hareketler objektif olarak kapitalizme hizmet etmiştir. Çünkü öyle bir sistemdir ki, karşıtlarını bile kendine bağlamanın yöntemini bulmuş; alternatifini oluşturmadan kapitalizmin eleştirilmesi bile zayıflamasına değil güçlenmesine yol açmıştır.
“Depresyon” ve “Şizofreni” Çağından Moral Çağına Geçiş
Yaşama kasteden zulüm düzeni karşısında Nietzsche Tanrının, Adorno ise insanın öldüğünü ilan ediyordu. Bir anlamda, çaresiz kalan aklın ve vicdanın ölümüydü söz konusu olan. Adorno “yanlış hayat doğru yaşanmaz” diyerek büyük çelişkiler karşısındaki çaresizliğini çok çarpıcı anlatmıştı.
Şair Nilgün Marmara ise intihar ettiğinde geride bıraktığı notta “yaşamın neresinden dönülürse kardır!” diye yazmıştı. Kimisi eleştirdi, kimisi imrendi ama aslında Adorno ile aynı kaderi paylaşıyordu: Çaresizlik!
Yaşam karşısında çözümsüz kalmak “kapitalizmin şerbetini içmiş” tüm entellektüellerin ve sanatçıların ortak trajedisi oluyordu. 20. yüz yılı “depresyon çağı” olarak tanımlayanlar haksız sayılmaz; 21. yüz yılın “şizofreni” çağı olduğunu iddia edenler de haksız sayılmazlar fakat depresyonu da şizofreniyi de yaratan kapitalizmin kendisi olduğuna göre koca iki yüz yılı kapitalizme mal etmek büyük haksızlık olur. O halde mesele nedir? Dünya çapında iki büyük savaş yaşanmış olması ilk akla gelen gerekçe gibi görünüyor ama daha derinlerde yatan nedenler vardı ki bunlar günümüzü de şekillendirmişlerdir.
Dünyanın bilinmesinin antik çağlara dek giden bir geçmişi olsa da sanayi devrimine dek dünyanın bilinmezleri çok fazlaydı. Bilgi ve iletişim hızla geliştiği halde dünyanın sınıflara bölünmüş “yaşanılamaz” hali büyük bir çelişki oluşturuyordu. Bunalımların esas sebebi buydu. Bunalımları aşmak adına “kutsallar” üretildi ve herkes bunlara sarıldı. Fakat sadece korkularını bastırdılar. Sarıldıkları şey aslında gemide usta bir kaptanın bulunduğu hissinin yarattığı güvendi. Bu güvenin sahte olduğunu bilenlerin arayışı vardı ama tam bir sonuca gidememenin derin hüsranıyla karşılaştıkça “depresyonlar” intiharlara davetiye çıkarmaya başladı.
Sürü halinde okyanusa dalıp intihar eden kuşların varlığı biliniyor. Uzun araştırmalar sonunda okyanusun o noktasındaki derinliklerde kuşların anayurdu olan bir adanın yattığı öğrenildi. Ölüm pahasına anayurda dönüş ne demektir? Kuşların sezgisi onları anayurda yönlendirirken belki öleceklerini bilmiyorlardır, amaçları intihar değildir. Fakat insanlar bir gerçeğin peşine düştüklerinde sonunda ölüm olabileceğini bile bile yürürler. Çarmıhlara gerilen ve yakılan hakikat savaşçıları gibi…
Kuşlar sezgiyle, insanlar akıl yoluyla “gerçeklerin kaybedildiği yerde aranması” gerektiğini öğrendiler. Yaşam nerede kaybedildi, nerede yaşanılamaz hale geldi? Nice dinler, nice felsefeler insanlığın sorunlarına çözüm aradı ama tam bir sonuca ulaşamadı. Çünkü insanlığın anayurdu keşfedilmemişti de ondan!
İlk alet kullanımı, ilk sözcüklerin dile gelişi, ilk yerleşik yaşam ve ilk tarımla başlayan nice ilklerin yurdu olan Kürdistan ülkesi sömürge altında olmasa belki de yüz yıl önce insanlık aradığını bulacaktı. Ne var ki ancak PKK direnişi sayesinde Kürdistan’ın, Ortadoğu’nun, insanlığın hakikatleri gün yüzüne çıkmaktadır. Bu nedenle çağımızı hakikat çağı ya da moral çağı olarak adlandırabiliriz. Buna karşın tüm moral değerlere saldıran bir “gölge savaşçılar ordusu” türemiş bulunuyor. “Görünmez el” teorisini ileri sürmüyoruz. Gölge ordusu kapitalizmin icadıdır, kaynağı nettir. Deyim yerindeyse kültür yutucu bir canavar gölgesi olsa da insan gölgesine karıştığı için ayırt edilmesi zordur.
Gölge Savaşı
Kapitalist modernitenin topluma karşı saldırıları genellikle iç-dış düşman tanımlamalarıyla gerçekleşmektedir. Geçen yüz yıla damgasını vuran “komünist düşman” tanımına uygun olarak komünizmle mücadele adına toplumların içine ajan yerleştirilirdi. Günümüzde düşman tanımı değiştiği gibi içe yerleştirilen -inplant- (1) ajan yöntemi de değişikliğe uğramıştır. Teknolojik düzey yöntemleri bir hayli çeşitlendirmiştir. Sinemadan bir örnek verilirse daha iyi anlaşılır olacaktır.
Sinema filminin bir saniyesi için 24 kare gerekiyor. Sinema tekniğinde 25. Kare olarak da adlandırılan “subliminal mesaj” (bilinçaltı mesaj) yöntemi film ve reklam endüstrisinde bolca kullanılmaktadır. Bu yöntemle bilinçaltına hitap edilmekte ve algılar, tercihler yönlendirilmektedir. Böylece kapitalizm mesaj yöntemiyle, her eve ve izleyen herkesin zihnine girmektedir. Bilinçli dikkatle bile hemen fark edilmeyen mesajlardır. Fark edilse bile artık bilinçaltına etkide bulunmuş, hedefine ulaşmış sayılmaktadır. Günümüz olanaklarıyla bunun gibi birçok etkili mesaj taşıyıcı “ajan” kullanılmaktadır. Esas hedef toplum ve bireyinin kültürüne tesirde bulunmak, kapitalizmin üzerinde rahatlıkla at koşturacağı zemin haline getirmektir.
Nerden bakılırsa bakılsın çağın mücadelesi kültür üzerinde yoğunlaşmıştır. Dolayısıyla çağın ajanlığı da kültürel ajanlık biçiminde olmaktadır. Öyle ki “içe yerleştirme” yöntemi artık dışsal bir olgu olmayı aşmakta, gerçekten ve kalıcı olarak içselleşmektedir.
Geleneksel ajanlarla baş etmek zor değildi fakat kültürel ajanlık, toplumların farkında olmadan ve kendi elleriyle “yeniden üretim” süreciyle geliştirildiğinden buna karşı mücadele etmek bir gölgeyle savaşmak kadar zordur, hele ki bu gölge kendi gölgeniz haline gelmişse!
Ortadoğu’ya sokulmuş Truva Atlarının -ulus devletlerin- yerini “gölge ordular” yani kapitalizmin kültürel ajanları almaktadır. Bu da yeni bir ideolojik işgal demektir. Artık halk kimliklerinin, inanç ve kültürlerinin tümden inkârı değil, sistem içine çekilmesi gündemdedir. Yani örneğin Kürtler var olabilir ama hangi Kürtler, hangi ideoloji, hangi çizgi, hangi kültürle? Uygarlık içinde yeri olmayan Kürtler anack kürt olmaktan çıktığında yaşayabiliyor; bu nasıl bir yaşamdır? Hangi güzellik ölçüsüdür ki kimliksiz, kölece bir yaşambazılarınca kabul görebiliyor?
Buradan hareketle hangi estetik sorusunun günümüzün en önemli tartışma konularından biri haline geldiği belirtilebilir.
“Kültür Devrimi Öze Dönüş Devrimidir!”
Liberalizme göre özgürlük, toplumsal kültürle ilgisi olsun olmasın her türlü zevk ve rengin yaşanabilmesidir. Moda deyimle “zevkler ve renkler tartışılmaz” ise isteyen istediği efendiyi seçebilir ve kölece yaşayabilir! Bu söz toplum karşıtlığını ifade ettiği gibi çok köklü bir ideolojik sapkınlık veya ideolojik muğlaklık anlamına gelmektedir. Bu anlayışta sorgulama olmaz, fark yaratma olmaz. Özgürlük ahlakını taşıyan insan tartışır ve sorgular. Aksi halde sistemden köklü bir kopuş ve fark yaratamaz.
İnsanlık tarihinde Fransız devrimi köklü bir alt-üst oluşu ifade ediyordu. Fakat sonuçlarından, halklardan daha fazla kapitalizm yararlanmıştı. İdeolojik ve siyasal sonuçları çokça bilinen Fransız devriminin en önemli sonucu insanların yaşam tarzını değiştirmesiydi. Örneğin dönemin giysilerinin dili birçok şeyi anlatmıştır. Bir ayrıntı gibi duran ama yaşam tarzındaki değişimi çarpıcı ifade eden giysiler adeta yeni kimlik haline gelmiştir: “Kadınlar MERVEİLLEUSE (hayran kalınacak); erkekler ise İNCROYABLE (inanılması güç, harika) giyineceklerdi…” (2)
Fransız devrimi kadını ve erkeği giysilerle tanımlayadursun Önder APO “erkekler KEMAL PİR, kadınlar BERİTAN gibi olacak” diyerek farkı ortaya koymuştur.
Kemal Pir yoldaş Babek’in direniş ruhunu ve bilincini günümüze taşıyandır; Beritan yoldaş ise Önderliğin ifadesiyle “öze dönüştür.”
Kültür hareketimizin özgünlüğü de direniş ve öze dönüş hareketi olmasıdır. Bizim için direniş etiktir, öze dönüş ise estetiktir. Soykırım rejimi bize ait olmayan kölece bir yaşamı “oh be ne güzel yaşıyorum!” dedirtecek kadar halkımıza benimsetmiş; çirkinliği güzellik diye kabul ettirmişti. PKK direnişinin bu gidişata dur dediği biliniyor. Şimdi büyük bedellerle kazanılmış etik, estetik ve moral değerlerimizi yok etme, her şeyi “devrim öncesine” döndürme saldırılarıyla karşı karşıyayız.
Etik-estetik bilinç elimizden alınır veya çarpıtılırsa geriye sadece güdüsel sınırlarda seyreden bir yaşam kalır. Bunun adına da yaşam denilemeyeceği açıktır.
Sanatçı Üçüncü Doğadır
“Toplumu etiksiz ve estetiksiz düşünmek, varlığı ruhsuz ve bedensiz düşünmekten farksızdır… Etik, özgürlük ahlakı ve bilincidir, buna göre zihniyet kazanmaktır; estetik ise özgürlük ahlakı ve bilinci doğrultusunda oluşmak, tarz, tempo ve üslup kazanmaktır.”
Önder APO’nun bu değerlendirmeleri ışığında belirtilebilir ki, etik ve estetik birbirleriyle kopmaz bağlar içindedir. Apocu estetiğin tanımı da budur. Toplum ve bireyin kendi arasında ve doğayla uyumunu esas alan etik, tüm güzel duyguların ve Apocu estetiğin kaynağıdır.
Kant’a göre “güzelin amacı, amaçsız olmasıdır”; Schiller’e göre “Sanat, fiziki ve ahlaki amaçların aracı olamaz, dolayısıyla bilimden ve etikten tamamıyla bağımsızdır. Güzel, özgürdür.” Bu gibi tanımlamalardan anlaşılıyor ki, Avrupa aydınlanmasına damgasını vuran modernizm, etik ve estetiği ayırır, dolayısıyla etiği toplumsallıktan koparıp bireysel varoluşa indirger.
Modernite bir çağın yaşam tarzıdır. Devletli uygarlık çıkışından günümüze çağların tek bir yaşam tarzı olmadığı için modernitenin de en az iki biçimde var olageldiği belirtilebilir. Fakat moderniteyi kapitalizme mal eden anlayış, onu, felsefi temellerini Fransız devriminden alan yeni bir dünya görüşü olarak sunmuştur. Modernitenin kültürel-sanatsal alana uyarlanması ise modernizm olarak tanımlanmıştır.
Modernizm kavramı ortaya atıldığından beri tüm kültür-sanat alanındaki beğeni ölçüleri, kabul ve retler buna göre geliştirilmiştir. Merkezinde bireyin olduğu bu ölçüler o derecede çarpık hal aldı ki kadın bedenini santimetrelerle ölçmeye dek vardırdı.
Sanatta kesinlikli ölçülere, kurallara tepki olarak ortaya çıkan akımlar bile bireyciliği derinleştirmekten başka sonuç vermediler. Bahsini ettiğimiz bu dünyanın “tuvaleti” bile sanat eseri olarak üne kavuşturulmuştur!
yüz yılın başlarında Avrupa ve Kuzey Amerika’nın en önemli sanatçısı bireysel anarşist olarak anılan ve “anti sanat” sayılan “eserler” yapan Marcel Duchamp’tır. İnsan ürünü herhangi bir hazır eşyaya imzasını atıyor ve sanat dünyasında sansasyon yaratıyor. “Çeşme” adını verdiği baş aşağı duran bir pisuar resmi en meşhur sanat eserleri arasına giriyordu.
Güya burjuva anlayışına, kalıpçılığa, kuralcılığa karşı geliyor ama pop kültürün gelişim sürecini de başlatmış oluyordu. Dadaizmin 1922 yılından sonra etkisini yitirdiği iddia ediliyor ama günümüzün pop ve tüketim kültüründe yeniden üretildiği ve bir hayli rağbet gördüğü görülüyor. Hatta daha absürd hale gelmiş bulunuyor: İnsanın iç organları, bağırsakları, cinsel organları sanat eseri diye sunulabiliyor. Pop’un vardığı düzey tam da Dadaizmin karşı çıktığı düzey oluyor! Katkısını inkâr edemeyiz.
Toplumsal zeminden kopuk, onun anlam dünyasına hitap etmeyen bir kültür ve sanat anlayışının dil, din, yeme-içme, giyim-kuşam, spor, mimari vb yaşam alanlarında bir karşılığının olamayacağı açıktır. Bireysel ve toplumsal yaşamı birbirinden kopardıktan sonra ya tamamen toplumsalın boğucu baskısı ya da bireyselin çılgınlık derecesine varan çıkışı ile karşılaşılır. O halde optimal dengeyi yakalamak toplum ve bireyin yaşamını anlamına kavuşturabilir.
Sanat tarihi insanlığın manevi tarihidir; sanatçı maneviyatı en yüksek insandır. Sadece yaşamın yanlışlarını dile getirmez, negatif eleştiri sınırlarında dolanmaz, yapıcıdır, inşacıdır. Beğeni ölçülerini yargılayan
estetik bilinç, sanatçının eserlerinden önce ruhunun derinliklerinde yatar. O, taşı yonttuğunda taşın içindeki “at” dışarı çıkar, özgür kalır!
Sanatçı özgür insandır ve özgür olanın güzelliğinden kuşku yoktur. Sanatçı, doğayla toplumun yeniden uyumuna dayalı olarak inşa edilecek olan üçüncü doğanın ta kendisidir. Geleceği kendisinde inşa edendir. Gücünü toplumdan alır güçsüzlüğü de oradan gelir; yani toplumun çizdiği sınırlara takılıp kalırsa geleneğin kurbanı haline gelir.
Sanat elbette bireysel yetenek ister. Fakat “bireycilik” toplumsal değerlerin içini kemiren kurtçuktur. Çoğu zaman ne yaptığını bile bilmez. Etik-estetik bilinçten yoksun olanların sanat adına ne yaptıklarına, bazı kliplerde duygu adına ne kadar çirkinlik varsa sergilenmesi örnek verilebilir: Genç bir kadın yolda yürüyor. Erkek ardından koşarak onunla konuşmaya, güya sevgisini göstermeye çalışıyor. Kadın dönüp iki eliyle ve var gücüyle adamı itip yoluna hızlı adımlarla devam ediyor ama adam da ısrarlı adımlarla peşinde… Tam bir taciz sahnesi! Belli ki klibi yapanlar, taciz-tecavüz nedir hiç akıllarına getirmemişler veya bu kültürü epeyce içselleştirmişler de ne yaptıklarının farkında değiller.
Benzer örnekler çoğaltılabilir. Bazıları gül yaprağında uyuyup bulutların üstünde uyanmak isteyebilirler ama ne dünya ne de ülke gerçekliğimizde böyle tozpembe hayallerin zamanı değil; soykırım saldırılarına karşı direniş zamanıdır. Salt sloganik, özden ve biçimden yoksun veya coşkuyu, sevinci, başarıyı, güzelliği bir yana bırakıp sadece hayatın acı yönleri üzerine yoğunlaşan ve bunu da neredeyse arabeske vardıran bazı örnekler kesinlikle eleştirilmelidir fakat “direniş kategorisi budur” deyip tersten yaklaşıma da prim verilmemelidir. Direnişten kaynağını almayan veya direnişle bağını kurmayan, hele ki özümüzden kopuk bir kültür-sanat anlayışının liberalizme hizmet dışında kıymeti olamaz. Ancak sanatın özü yaratıcılıktır. Her farklı denemeyi fazla sorgulamadan hatta peşinen “bize ait değil” deyip reddetmek de tıkatıcı rol oynar.
Evrensel nitelik kazanmış bir ekol olan Apocu estetik, dar sınırlara hapsedilemez. Güzellik ölçüsü her kültürde farklıdır, toplumlara göre değişir denilir fakat evrensel bazı ölçüler vardır ve kendi kültürümüzde bunlar Önder Apo sayesinde açığa çıkarılmıştır. Örneğin tarih boyunca güzelliğin kaynağı ve temel ölçüsü olan kadını kozmetikle, iş dünyasıyla, sinemayla allayıp pullayan tüm yaklaşımlara karşılık Önder Apo en özgürleştirici sanatla cevap vermiş, evrensel çapta en güzel kadın kimliğini, özgür kadın felsefesiyle tanımlamış, onun örgütlü gücünü açığa çıkarmıştır. Bundan daha güzelleştirici bir eylem ve bir okul yoktur. Bir anlamda kendini anlamlandırmak isteyen evren, özgür kadın kimliğinde güzelliğe kavuşmuştur. Özgür, yaratıcı ruha en açık olan bu okulun tüm öğrencileri birer sanatçıdır. Yani özünde her PKK’li bir sanatçıdır ve savunma-savaş sanatı başta olmak üzere kendisini çeşitli sanat alanlarına yansıtmaktadır. Kadının öz iradesi ve örgütüne dayalı, tamamen kadın eksenli yeni kültür-sanat ekol ve kurumlaşmaları da Apocu estetik sayesinde inşa edilmektedir.
Apocu estetik ahlaka, direnişçiliğe ve hakikat savaşçılığına dayalıdır. Başka türlü bir güzelliği tanımaz. Önder APO “Devrim her zaman güzel bir biçim, güçlü bir dil, güçlü bir hava ister. Devrimcinin havası, temposu, göz alıcılığı vardır ve bütün bunların anlam ifade etmesi için de büyük gerçekle bağlantısı kurulmalıdır.” der. Yani her türlü şekilsiz, biçimsiz, özden yoksun davranışı ve alışkanlıkları (en başta da alıştırılmış aklı ve yaşam tarzını) terk etmek, etik ve estetik bilincin gereği olmaktadır. Bunun için, kapitalist modernitenin kazandırdığı düşünüş ve yaşam ölçülerini her ayrıntıya varıncaya dek göz önüne getirmek ve aşmak bu okulun tartışmasız emridir.
Apocu Estetiği Sanatla Anlatmak
Yaşamın farkındalıklarından oluşan bilinç, Apocu estetiğin mayasında vardır. Özgür yaşam bilinciyle yoğrulmamış bir estetik anlayışın yaratıcılığı olmaz. Bunun için önümüzde duran görevlerden biri de sanatların estetiğini yorumlamakla yetinmeyip bizzat estetiğin sanatını yapmaktır; estetiğin ne olup ne olmadığını anlatmaktır.
Roman “modern” estetiğin bir ürünüdür fakat estetiğin romanı yoktur. Gericiliğin, ilericiliğin, aydınlanmanın, devrimin, savaşın romanı yazılmıştır fakat estetiğin romanı yazılmamıştır. Bunun nedeni, estetik yorumcularına göre muhtemelen “estetiğin kendi başına bir değer olmamasıdır.” Fakat hem kendi başına bir değer olarak görmez hem de etikten koparırlar! Bu çelişkiyi aşmak ve estetiğin nasıl bir değer olduğunu anlatmak sadece edebiyatın işi olamaz. Örneğin sinema bu boşluğu doldurmaya aday olabilir. Böylece “estetik” nedir ne değildir sorusuna verilen cevaplar görsellikle, sanatla topluma taşırılabilir. Fakat nasıl bir sinema sorusunun yanıtı da henüz yetkince verilmiş değildir. Şehit Halil Dağ arkadaştan sonra mirasını doğru yanıtlarla ve pratikle geliştirmek gerekiyor.
Açık ki sanatın birçok alanında henüz yetkinleşmiş veya derinleşmiş olmasak da bir çaba var. Fakat mimari gibi bazı yaşamsal konularda ise hemen hemen hiç çabamız olmamıştır veya çok cılızdır. Paradigmamızın imar -ve özellikle de sanat alanını ilgilendiren- mimarisi nedir sorusu ya sorulmamış, sorulmuşsa da pratik karşılığı olmamıştır. Ölçüleri kimin, nasıl belirlediği bile bilinmemektedir. Mimari öldürülmüştür. Bu anlamda ekolojik bilincimizle pratik örgütlenmemiz henüz tutarlı bir birlik oluşturmuş değildir.
Bu sorun sanatın diğer dallarında da esaslı bir tartışma konusudur. Örneğin sanatın günümüzdeki bazı yeni alanları söz konusu olduğunda tartışmalar iyice sarpa sarmakta, ikna edici olmaktan uzak kalmaktadır. Hangi beğeni ölçüsüyle yaklaşılacak? Doğrusunu yanlışını kim belirleyecek? Açık ki sanatın özgür ruhuyla gelenek hatta devrimci idealler çatışma halindedir. Apocu estetik üzerine yapılacak sanatsal çalışmalar tüm bu çelişkili durumlara cevap oluşturabilir.
Nasıl ki yaşam tarzımızı demokratik modernitenin gereklerine göre yeniden yapılandırmamız gerekiyorsa kültür ve sanata yaklaşımımızı da bu kapsamda gözden geçirmemiz gerekiyor. Cemal Süreyya’nın gençlik yazılarından birinde belirttiği gibi aslında “Folklor şiire düşman” değildir fakat folklor (gelenek) özgürlüğe nerede engel çıkarıyorsa orada “kanat çırpmaya yetecek kadar geniş bir hava” bir ortam oluşturmamız şarttır.
“Neolitiğe çakılıp kalan” bir halk olmaktan çıkmamız gerektiği ama yenilik adına özümüzden de kopmamamız gerektiği genel bir doğrultu olarak kabul görebilir. Bu yaklaşımın doğru ve gerekli olduğu uzunca anlatılıp kanıtlanabilir. Buna karşılık dogmatik ve çok fazla ben-merkezci olan yaklaşımlar da sadece yeteneklerin sönmesine yol açar.
Demokratik ulus ilkesine göre “herkes kendi toplumsallığını yaşar ama aynı zamanda evrensel olmak zorundadır!” Yenilik kaçınılmazdır fakat indirgeme söz konusu olunca nasıl olacağına dair sorular tam cevabını bulmamakta, biraz ürkekçe bir yürüyüş görülmektedir; bu yönlü cevaplar ve zaman, biraz da sanatçının sergileyeceği hünerle ve toplumca benimsenme düzeyiyle şekillenecek gibi görünüyor. Elbette bu böyledir diye her şey pratiğe ve zamana bırakılamaz; kuramsal çalışmalar da mutlaka ön açıcı olacak, kanat çırpmaya olanak sağlayacaktır.
1-Renata Salecl (Kaygı üzerine)
2- Paul Connerton (Toplumlar nasıl anımsar)
ŞİYAR AMED
YORUM GÖNDER