BİZ DE KENDİ KENDİMİZİ YÖNETEBİLİRİZ
Her şeyden önce, dönem itibarıyla harekete geçmeye hazır hangi güçler söz konusudur? Bunların düzeyi, durumu nedir? Çizilen amaçlar, perspektifler hangi eylem programımıza hem gereklilik, hem de olanak tanıyor. Hangi örgüt ve eylemlilikle bunlara ulaşacağız? Buraya kadar ki tüm çalışmalarımız değerlendirilecektir. Partinin örgüt düzeyi, kitlelerin uyanışı, ilgi düzeyi önemlidir ve ele alınacaktır. Diğer objektif etkenler, düşmanın durumu, halkın dayandığı objektif şartlardan yola çıkılacaktır. Partinin amaçları, özellikle de belli bir dönem için amaçları nedir? Hangi zeminde ve daha ayrıntılı dönemler göz önüne getirildiğinde nasıl bir uygulamayla gerçekleştireceğiz? Tüm bunları değerlendirmek gerekecektir.
Her şeyden önce devirmek, bunun için adım adım geriletmek durumunda olduğumuz faşist sömürgeci rejimin güncel durumuna bakmak gerekiyor. Bu Parti edebiyatımızda sıkça üzerinde durulan bir husustur.
Gelişme dönemine daha yetkin tahlillerle karşılık vermekteyiz. Bugün sadece kendi değerlendirmelerimizle yetinmemek gerektiğini biliyoruz. Düzenin en sağ partileri bile “her düzeyde derin bir bunalım yaşanıyor. Bunu sadece bir hükümet bunalımı olarak değil, tüm alt ve üst yapıda değerlerin alçalması, yozlaşmasıyla birlikte, maddi alandan bütün manevi alanlara kadar yansıyan bir bunalım olarak görmek gerekir” diyorlar. Şüphesiz buna temel teşkil eden alt yapıdır.
Rejimin alt yapısı, günümüz için her karşıdevrim hükümetinde ve onun yönlendirdiği rejimlerde olduğu gibi, kitleler üzerinde baskı ve sömürüyü görülmemiş biçimlerde artırılmasında ifadesini buluyor. Ekonomiden, devletin en temel politikalarına kadar yansıyan tutumlarında görülüyor. Ekonominin çözmek durumunda olduğu sorunlar daha çok güncel sorunlardır. Tam bir bunalım ekonomisi haline gelmiştir.
12 Eylül faşist rejimi, esas itibarıyla gündemleştirdiği sorunları çözmek için, daha çok Türkiye tarihinde kapitalist gelişmenin emperyalizme bağımlılığı ile, Ortaçağ kalıntılarını iç içe geçirmiştir. Baştan itibaren tekelci bir avuç kapitalistin tekelleşmesi doğrultusunda yoğun çaba vardır. Bunun için yönlendirilen mali sermayenin bir kaç banka etrafında yoğunlaştırılarak, devletin yoğun desteğiyle dış rekabetten ve içten ise diğer sınıfların taleplerinden koruyarak, para politikalarıyla oynayarak ayakta tutma çabaları vardır. Olup biten her şeyi aslında bir avuç kapitalistin gelişmesi uğruna harcanan çabalardan, politikalardan ibarettir. Başlangıçta ticari ve mali olan sermayenin daha sonra sanayi sermayesine dönüşüm vardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuruluş yılları esas itibarıyla Türk tüccar ve milli sermaye sınıfı ortaya çıkarmak, bu temelde yaratılan sınırlı bir birikimle sanayiye yönelmek, bunu da dışa karşı sert bir korumayla gerçekleştirmek için harcanan çabalarla doludur. Bu anlamda M.Kemal dönemi, bir kapitalist gelişmeye sonuna kadar imkan tanıyan dönemdir. Sermaye palazlanır, devletçilik yoluyla sanayileşmenin yolu atılır. Bu tam bir soygundur.
Şunu belirtelim ki, TC’nin kuruluş yılları işçi sınıfının ve daha çok da köylülüğün amansız sömürüsünün gerçekleştiği yıllardır. Tekeller biçiminde üstte bir yoğunlaşma vardır. Kentte her türlü sendikal çalışma, kırsal alanda ise köylülerin toprak ağalarına karşı toprak istemleri sert baskı yöntemleriyle bastırılıyor. Yeni bir sınıf bir kurmayın eliyle geliştiriliyor. II. Dünya Savaşında bunlar daha da palazlanıyor. Soygun ve el koymalar bu dönemde daha da artmıştır. Sermaye büyümüştür ve büyüyen bir burjuvaziye tanık olunuyor.
Eskiden Türk milli burjuva çıkarlarını koruyan devlet, yavaş yavaş büyük burjuvazinin çıkarlarını korumaya yönelik bir sınıf temeline kavuşuyor. Bildiğimiz CHP-DP ayrışması, bunun üst yapıya yansımasıdır. DP iktidarı yılları, TC’nin emperyalizmle ilişkilerinin daha da artması, ABD bağımlılığının gelişmesi, küçük burjuva ve orta kesimlerin payının azalması yıllarıdır. Halkın emekçi kesimlerinin de daha çok geriletilmesi biçiminde bir dönüşümdür. Bu konuda kırsal alanda olsun, ticari, mali ve giderek de sanayi alanında olsun, burjuvazinin palazlanması sürecinin bir adım daha ileri gitmesidir. Bunun sonucunda uluslararası tekellerle işbirlikçilik gelişiyor, toprak kapitalizmi gelişiyor. 1960’larda ortaya çıkan durum böyleydi. Bu dönemde işbirlikçi tekelci kapitalist gelişme sağlanmış ve buna karşı orta ve küçük burjuvazinin eskiden devlet içinde yer almış olan kesimlerin muhalefetine yol açmıştır. Bu muhalefetin ordu içindeki temsili ve CHP’nin buna kol kanat germesi söz konusudur. Bu 27 Mayıs hareketinde ifadesini bulur.
27 Mayıs daha önce devletten pay alan, orta ve küçük burjuva ile bürokrat burjuva kesimlerin gerilemelerine bir tepkidir. Bunlar 27 Mayıs Anayasasıyla tekrar kendilerine, başta ordu olmak üzere bürokrasi içinde bir yer, bir olanak elde ediyorlardı. Bunun için burjuva anlamda bir demokratik açılımdan bahsedilir. Yani tekelci gelişmenin biraz dizginlenmesi söz konusudur. Fakat kısa bir süre sonra, tekrar AP ve CHP koalisyonları, ardından tek başına iktidar olan AP’nin uluslararası sermayeyle, emperyalizmle ilişkileri geliştirmiştir. Sömürü yoğunlaştırılmış, sınıfsal ayrışım daha da hızlandırılmıştır.
Bu dönemde Kürdistan’daki kapitalist gelişme de açılım kaydeder. Mali sanayi sermayesi toprak kapitalizmine göre daha ileri bir duruma geçer, hatta ticaret burjuvazisinin de önüne geçmeye çalışır. Bu da bir rekabeti doğurur. AP hükümetleri döneminde ortaya çıkan bu durum, üstten bir çekişmedir. Yoğunlaşan sömürü emekçilerde de bir kıpırdanmaya yol açar. Orta kesim bu konuda biraz hareketliliğe geçer. Kendi konumlarını sürdürmek açısından emekçilerin hareketine göz kırpar, onlardan destek arar. Bu bildiğimiz radikal gençlik, devrimci gençlik hareketinin de doğuş zeminidir. Bu zeminde belli bir hareketlilik ve devrimci uyanış başlar.
12 Mart daha çok mali ve sanayi burjuva kesimlerin palazlanmasına olanak vermek amacıyla, gelişen devrimci gençlik hareketini bastırmak için geliştirilir. Daha sonraki süreç, 12 Mart’ın çerçevesinde kısmen gelişir, ama zaman zaman bu onu aşar. Özellikle devrimci gelişmelerin mevcut çatlaklarından yararlanarak geliştirilen bir süreçtir. Bunlar, bir yandan CHP, bir yandan AP ve diğer iki küçük parti arasındaki çelişkilerdir. Bu bir koalisyon dönemidir ve daha sonraki süreçte, daha çok 12 Eylül’ün tepki duyduğu bir dönemdir. Bu koalisyonlar siyasal denetimin zayıflamasına yol açar. Bu temelde birçok grup ortaya çıkar.
Hemen söyleyelim ki bütün bu süreç, TC’nin bünyesinde tüm çelişkilerin açığa çıkması anlamına geldiği gibi, hepsi de zayıf bir çelişki durumundaydı. Üstten devleti yönetenler önemli oranda yönetemez duruma düşmüşlerdir. Orta kesimler kendi durumundan rahatsızdırlar. Emekçiler rahatsızlıklarını bilinçli örgütlülüğe doğru taşırmaya çalışırlar, ama hepsi de zayıftır. Bu durumda en güçlü, en organize kurum yine ordudur. Türk devletinin temel etkeni olan ordu, bu konuda komünist kollama hareketi için her zaman görev başındadır.
Öyle bir notaya gelinir ki, normal sivil kurumlarla, parlâmentoyla, partilerle TC’yi yürütmek mümkün değildir. Partiler yetmez duruma düşmüşlerdir. Parlâmento çözüm üretemez durumdadır. Hükümetler hızla kurulup dağılmaktadır. Halk muhalefeti denetimsizdir. Fazla örgütlü olmasa da gelişme göstermektedir. Bu bir dönemin sona erişi anlamına geliyor. Üst yönetimde düşülen zaaf, altın homurtularıyla birleşince bir devrimci durum ortaya çıkıyor, ama bu devrimci durumu değerlendirecek devrimci bir örgüt olmadığı, kırk yamalı bohça gibi olan sol grupların, bırakalım devrimci bir örgütün ihtiyacını giderme, işi daha da çıkmaza sürükledikleri için bir sonuca gidilememiştir.
Sivil kurumlar da bu gelişmeye çare olmadıkları için tek yıpranmamış kuvvet olarak duran ve aynı zamanda güçlü bir siyasi etkisi olan, faşist bir kurumlaşmayı kendi içinde yürüten, disiplinli ve planlı ordu gücü devreye girmiştir. Aynı güç biraz planlı bir çabayla kendini tek alternatif hale getirmiştir. Sivillerin toplumu yönetemez durumda olduklarını kanıtlamak için gelişini biraz geciktirmiştir. Özellikle Demirel başta olmak üzere, sivillerin denetiminde orduyu yıpratmamak için, göz göre göre sivilleri yıpratmaya yönelmişlerdir. ‘Ordu yıpranacağına siviller yıpransın, toplum sivillerden nefret etsin’ planıyla hareket etmişlerdir. Bunların hepsi işbirliği halindedir.
Sivillerin orduya karşı demokratik bir kurum olma durumu da yoktur. Fakat artık işleri döndüremez hale gelmişlerdir. Toplumun bunlardan kurtulması için veya toplumun orduyu arzu etmesi için, bunların yönetemez, kargaşayı önleyemez bir güç olduğunun kanıtlanması gerekiyordu. Demirel’in çokça yakındığı ve “denetimimiz altında çalışmıyorlar, bizi yıpratmaya çalışıyorlar ki, halk kendilerini kurtarıcı ve müdahale etmesi gereken güç olarak benimsesin” biçimindeki sözleri doğrudur. Sivil kurum, parlâmento kendini üretemez durumda olunca, ordunun bunu daha da körükleyeceği ve onları daha da iş göremez duruma düşüreceği açıktır. Buna bir defa niyetlenmişlerdir ve 78’lerden itibaren programlarında bu vardır.
Buna bir de tabandaki durum ve özellikle de Kürdistan’da gelişme istidattı gösteren Ulusal Kurtuluş Hareketi eklenince, cumhuriyeti yeni temeller üzerinde üretmek, yeni alt ve üst yapı kurumlarına kavuşturmak zaruri bir görev olmuştur. Bunun için, eski sivil kurumlarını önce denetim altına almak, sonra yasaklamak, parlâmentoyu, bütün partileri ve hatta liderliklerini tasfiye etmek, irili faklı bütün devrimci gruplar üzerinde amansız bir terör uygulamak ilk yönelimi olmuştur.
Halk kitlelerinin kendi beklenti ve umutlarına cevap vermeyen burjuva yönetimler dışındaki arayışlara düşmemeleri için, söz konusu hareketler üzerinden adeta silindir gibi geçilmiştir. Kitlelerin “biz de kendi kendimizi yönetebiliriz” düşüncesine kapılmamaları için, önce uyarı, daha sonra da ezme yöntemlerini geliştirmişlerdir. Uygulanan baskının yanı sıra, muazzam bir ideolojik etkilenme altına alma yöntemiyle kendilerine karşı koyabilecek bir kişi bile bırakmamışlardır. Kitlelerin umutları adeta doğduklarına bin pişman ettirilerek başlarına yıkılmıştır. Tek kurtuluş yolu olarak ordu öncülüğü, Kenan Paşa’nın benimsenmesi politikaları ve uygulamaları söz konusudur. Hatırı sayılır bir desteği, bu baskı ortamında, propaganda ve pasifikasyon yöntemleriyle geliştirilmesi söz konusudur.
12 Eylül’ün gelişi, pastırmacılığı ve kendini yeniden kurumlaştırması durumu vardır. Oluşturulan Anayasa, Partiler Yasası ve demokrasiye dönüş taktiklerinin tümü, 12 Eylül’ün kurumlaştırılmasıdır, bunun sivil maskeyle sürdürülmesidir. Demokrasiye geçiş, özellikle de uluslararası emperyalizmin ve NATO’nun da desteğini almak için bir maskedir. Alt yapıda, ekonomide tekelleşme ve holdingleşme, gelişmiş uluslararası tekellerden alınan payları yoğun bir biçimde artırmıştır. Buna karşı içte kemerleri sıkma ve iç tüketimin kısıtlanması, ticaretin geliştirilmesi yöntemiyle, dış tekellerin çıkarları da gözetlenerek, sermayenin bir avuç tekelcinin elinde yoğunlaştırılması için politikalar geliştirilmiştir. Bu, daha insafsız bir sömürüyü getiren ve sömürüyü gerçekten bütün sağ partilerin de söylediği gibi, bir talana kadar götüren politikanın adıdır.
Bu dönemde geliştirilen Özal ekonomi politikacılığı, sonuna kadar uluslararası sömürüye açılmış bir Türkiye demektir. Emekçilerin daha önceki ücret düzeylerinde %35’lere varan düşme, köylülüğün ürünlerine biçilen baş fiyattaki düşme, memur maaşlarını dondurma yaşanmıştır. Hatta içte sanayi kesiminin payının bile azaltılması ve tüm bunlardan edinilen payların bir avuç ihracatçı ve mali tekellerin emrine, uluslarasın sermayeye verilmesi durumu vardır. Bu politikayı esas alan ANAP’ın kuruluşu, ANAP’la bu ekonomi politikanın sürdürülmesi ve Milli Güvenlik Konseyi ile ortaklaşa bir iktidarın bunlar tarafından götürülüşü söz konusudur.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER