TARİHTEN GÜNÜMÜZE KADININ ÖZ SAVUNMASI 13.BÖLÜM
9- ÖZ SAVUNMA SİSTEMİNİN PARADİGMASI;
‘‘Kaos dönemlerinin kendine has özellikleri vardır. Eski yapılanmalara anlam veren yasalar çözülürken, yenilerinin uç vermeye başladığı kritik ‘aralığı’ temsil ederler. Bu yaratıcı ‘aralıktan’ neyin çıkacağını yaşam güçlerinin yeni anlam ve yapılanma çabaları belirleyecektir. Literatürde bu çabalara ideolojik, politik ve ahlaksal mücadele denilmektedir.’’(Rêber Apo) Kapitalist modernite yaşantısı ve ulus devlet tam anlamıyla diyebilirizki toplumun öz savunma haklarının tasfiye edilmesi ve savunmasızlaştırılmasıdır. Bireycilik ideolojisi üzerinden toplumsallık ve kollektif değerler, davranışlar bir çözülmeye uğratılarak, gelenek ve ahlak anlamsızlaştırılarak savunmasız bırakılmıştır. Descartes’in ‘Kendinden başka hiç bir şeye muhtaç olmamak’ diyerek yüceltiği birey, bu dünyanın ıssızlığının, yalnızlığının ve zamanın savunmasızlığının nedeni olmuştur. Toplumun bireyinden, bireyin toplumundan koptuğu ve geleneğin gücü olan, bireyin toplumuna toplumun bireyine bağlılık duyma ahlakının yok sayıldığı bir dünyadır bu. Toplumsal değerden düşürülen birey ‘Herkes Herkesin Kurdudur’ anlayışıyla hareket ederek, adeta toplumsal öz savunmanın çözülme kaynağıdır. Bireycilik uğruna toplumsallığından, geleneğinden kaçan ve kapitalist modernite yaşantısına koşan bireyin, kendisini dünyanın orta yerinde yalnız, kimsesiz ve savunmasız bulduğunda farkına gecikmeli vardığı şu gerçek vardır; birey toplumuyla vardır. Ulus devlet kuruluşuna kadar, toplumların yaşadığı köyü, kasabayı ve kenti kollektif ve bireysel temelde savunmaya dayalı silahlanma hakkı vardır. Aşiret ve kabilelerin bölgesel öz savunma güçleri vardır ve özerkliklerini bu yol ile korumaktadırlar. Kapitalizmin sistemleşme önünde engel gördüğü en temel konu, yerelliğini ve özerkliğini öz savunmaya dayalı koruyan toplumun pazarı tekleştirme politikalarını engellemesidir. Kapitalin tüm toprakları ve pazarları ele geçirme yoluyla artırılması için geliştirilen Merkantilist devlet modeli tek pazar politikasıyla yerelliğe savaş açar.
Yerel öz savunma güçlerinin, bireysel öz savunma haklarının, bölgesel orduların feshiyle, tek bir ordu kuruluşuna gidilir ve özerk topluluklar silahsızlandırılır. Silah kullanma yetkisinin sadece devletin ordusunda olduğu bir sistem örgütlenmesiyle, kapitalizme karşı direnişlere karşı bir zor aygıtı olarak kullanılır. Öz savunma hak ve bilinci yerine, milliyetçilik ideolojisiyle felç edilen toplumlar düşmanlaştırılarak, dünya savaşlarının nesnesi haline getirilirler. Öz savunma güçlerini kaybetmeme uğruna büyük isyanlar geliştiren toplumlar ise acımasızca kıyımlardan geçirilmiş, yüzyılları kapsayan direnişlerle toplumlar hala kendilerini savunma haklarını kazanmaya çalışmaktadır. Öz savunmasını kazanmadan varlığını ve doğal hiçbir siyasi hakkını kazanmayacağının bilincinde olan toplumlar öz savunma güçlerini geliştirerek haklarını kazanmanın ve korumanın mücadelesini paralel geliştirirler. 20. Yy devrimlerinin ve halk kurtuluş mücadelelerinin ana karakteri bu nedenle gerilla mücadelesi ve gerilla ordu örgütlenme tarzıyla sömürgeciliğe karşı kurtuluşu başarmaktır. Halk savaşı kuramı bu temelde Latin Amerika'da, Afrika'da, Ortadoğu'da ve Asya'da hayata geçer ve 1960'lı ve 1970'li yıllarda politik etkileri tüm dünyayı saran, sosyal ve ulusal içerikli kurtuluş savaşlarının temel stratejisi olur. Çin, Vietnam devrimlerinin başarısıyla halk savaşı kavramı farklı ülkelerin özgünlüklerine uygun geliştirdikleri taktik ve stratejilerle zenginleşir. Halk savaşı stratejisinin taktiği gerilla savaşıdır. Gerilla savaşı, küçük ve gizli birliklerin düzenli bir orduya karşı yürüttükleri yıpratma savaşı taktiği, zayıf kuvvetlerin güçlüye karşı uyguladığı direniş savaşının unsurudur. Stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı aşamalarından oluşan halk savaşında, gerilla taktiğinin amacı, düşmanı yenmek değil coğrafi şartları işgalci kuvvetlerin aleyhinde kullanmak, düşmana zarar vermek, savaş azmini ve iradesini kırmaktır. Sabit bir bölgede ve cephede muharebe etmeyen gerilla, uzun bir dönemde ve geniş bir coğrafyada ani baskınlar, pusular, sabotajlarla amacına ulaşmaya çalışır. Çünkü gerilla, yıpratma taktiğiyle, halkın savaşa topyekûn katılımını sağlayarak düşmanı uzun süreli halk savaşıyla yenme amacını taşır. Yüzyılın öz savunması ve devrimci tarzı olan gerilla savaşına dayalı halk devrimleridir. Ulus devlet ordularına ve konvansiyel savaşlara karşı halkların dönemin öz savunma tarzı olan gerilla savaşları, halkların ulus devlet modeline dayalı sömürgecilik sistemine karşı kendi kaderini tayin etme ve sosyalist temelde toplumsal sorunlarını çözüme kavuşturma arayışlarını devrimci direniş yöntemiyle geliştirdiği bir yüzyıl olmuştur. Bu devrimler çağına ve gerilla savaşına katılanların nerdeyse yarısını kadınlar oluşturmuştur. Vietnamlı kadınların kent merkezlerinde işgal güçlerine karşı gerçekleştirdiği eylemler en etkili eylemlerdir. Sandinist kadınların bebeğini emzirirken sırtında taşıdığı tüfekli resimleri unutulmaz kadınlık imgelerinden biridir. Dünyayı saran ve etkileyen bu devrimlerin olağanüstülüğünü kadınlar oluşturmaktaydı ve bu durum devrimlerin evrensel karakteriydi. Ancak salt silahlı kurtuluşa dayalı devrim stratejileri bu devrimlerin temel sorunlarını oluşturacaktı. Yerel isyancılık karakterinden çıkışın yaşandığı ve evrensel ölçekte devrimci değişim özelliğinin kazanıldığı bu süreç, kapitalist hegemonya güçlerinin karşı karşıya kaldığı en büyük krizi ifade etmiştir. Kadınlar, kültürler, inançlar, emekçiler, yoksullar, topraksızlar bir ayaklanma içindeydi. Ancak gerçekleşen devrimler yaşanan sorunun bir modernite sorunu olduğunu ve modernitenin bağrında bulunan aydınlanma ideolojisinin paradigmasal çöküşü olduğunu deneyimleyerek öğrenmiştir. Ulusa karşı ulus, sınıfa karşı sınıf ve devlete karşı devlet kuruluşu ile sonuçlanan devrimler toplumsal sistemde kapitalistleşmeyle sonuçlanmış, anti demokratik özellikte derinleşmiş, farklılıklara kapalı tekçiliğe mahkûm olmuştur. Felsefede analitik akılcılığı, bilimde pozitif olguculuğu, sistemde devleti, emekte sınıfsallığı, toplumda ataerkilliği aşamamanın sonuçları, kapitalist modernitenin temsil ettiği kadın, inanç, kültür, emek ve öz savunma sorunlarını devr almak olmuştur.
Öz savunmaya dayalı devrimler kapitalist dünyaya karşı konvansiyel silahlanma, devasa ordulaşma teknikleri ve yapılanmalarıyla kendini korumaya alma politikasını esas alarak, militer ve cinsiyetçi bir toplum kuruluşunu geliştirmiş, erilliğe dayalı ideolojik algılar derinleşmiştir. Ekim Rus devrimi, Çin, Vietnam, Küba, Nikaragua, Angola devrimleri büyük umut hareketleri olmasına rağmen bu nedenle kaçınılan hakikatlerin en fazla kendini açığa vurduğu sorunlu alanlar olmuştur. Bu devrimlerin en temel handikabı toplumsal farklılıkları göz ardı etmeleri, merkezi devlet ve savunma politikalarıyla ulus devlet tarzını tekrarlamaları, kadın sorununu gündemleştirmemeleri ve gerçekleştiricisi olan kadınları devrim sonrasına ötelemesidir. Kadınsız devrimler artık devrim değil, erkek sistemleriydi. Kadın sorununu temel çelişki olarak ele almamak, sınıf, devlet, öz savunma ve emek sorunlarının kaynağına inememek, bu sorunları üreten ataerkil sosyal yapılanmayı aşmamak, cinsiyetçiliği devam ettirmektir. İşin hazin yanı, devrimi devam ettirmek için sosyal gerilikler ve ataerkil zihniyetle
uzlaşma politikasına başvurulmuş, kadın aleyhine aile, çalışma ve mülkiyet hukuku oluşturulmuştur. Sokaklarda, meydanlarda ve siperlerde devrimin kalp atışları olan kadınlara evin yolu gösterilir. Devrimin önder erkekleri tarafından parti vb organlarda kadınlar küçümsenerek dışlanmış ve kadın mücadelesi burjuva davranışlar olarak mahkûm edilmiştir. Düz ilerlemeci, belirlenimci bakış açısıyla ezilen sınıfın sorunları çözümlendiğinde kadın sorununun da çözüme kavuşacağını belirtmişlerdir. Sosyalizm her sorunu kendiliğinden çözecekti. Ama bu sosyalizm hangi aklın ve hangi cinsin sosyalizmiydi sorusu sorulmadı. Sonuç, devrimlerin ataerki, devlet ve erkeğin iktidar organı haline getirilen parti üzerinden kapitalist ilişkiler sağlanarak bir kapitalistleşme ile son bulmasıdır. Kapitalistleşmeyle son bulan sürecin temel nedeni sosyalist ve kurtuluş hareketlerinin, zor teorisini temel tarih ve toplum yapma yöntemi olarak ele almalarıdır. Zor veya çatışma ve savaş gerçeğini politika yapmanın, toplumsallığını geliştirmenin, devletleşmenin biricik yolu olarak ele almak çağın temel toplumsal sorunu olmuştu. Bu nedenle Rêber Apo toplumsal ve tarihsel kuruluşu yani toplumsal inşayı temel yöntem olarak belirler ve meşru savunmaya, toplumsal öz savunmaya dayalı bir güvenlik politikasını, direniş biçimini geliştirir. Bu çağın krizini değişimin nedenlerinden biri olarak ele almasını şu değerlendirmeyle dile getirir: ‘‘Devlet sorununun sosyalist ideolojide de tam özümlenememesi bulanıklığı artırıyordu. Fakat sorunun ağırlaşmasında -ulusların kendi kaderini tayin hakkında- her ulus için bir devlet düşüncesi temel rol oynuyordu. Devlet deyince de işin içine zor ve savaş giriyordu. Meşru savunma gereği savaş değil, politik amaç için genel olarak savaşın mubah görülmesi konuyla bağlantılı diğer önemli bir sorundu. Savaş, hem de uzun süreli bir savaş olmadan ulusların kurtulamayacağı, uluslar kurtulmadan sınıfsal kurtuluşun da olamayacağı bir stratejik düşünce olarak benimseniyordu. Tüm özgürlük mücadelesi tarihinde büyük sapmalara yol açan bu savaş ve iktidar sorunları PKK’nin de giderek daha çok gündemine girecekti.’’ Çağın devrimci hareketlerinin paradigma düzeyinde yaşadığı tıkanmaların demokratik uygarlık güçlerinde yarattığı bunalım Postmodernist (Modern ötesi-sonrası) tepki hareketinin doğmasına neden olmuştur. Bu postmodern durum demokratik modernitenin ideolojik dağılmasına, parçalı hakikatler haline düşmesine yol açıyordu. Otoriterliği, iktidarı, bütüncülleştirici ve tekleştirici uygulamayı ret etme adına toplumsal birlikten, evrensel hakikat birliğinden ve ortak değerlerden bir kaçış popüler hale getirildi. Aşırı göreceli yaklaşımla herkesin ayrı bir hakikati olduğunu dile getirerek ‘benim hakikatim’ fanatizmi yaşandı. Kapitalist bireyciliğin farklı bir tezahürü yaşanmaktaydı ve bu tavır devrim, toplumsal kurtuluş, örgütlenme, ideolojik birlik, ahlak vb kavramları duymak bile istemiyordu. Bu gerçeklik içinde kadın hareketleri ve Feminist hareket bu devrimlerde en fazla hayal kırıklığına uğrayan kesim olmuştur. Kadın sorununu ve mücadelesini sistem karşıtı hareketler içinde daha görünür ve etkili düzeye çıkarmış olmalarına rağmen yukarıda belirttiğimiz paradoksu aşamamalarından kaynaklı kendileri de bir tıkanmayla karşı karşıya kalmışlardır. Reel sosyalizme ve militarizme dönük eleştirileri yerinde olmasına rağmen kadın kurtuluş mücadelesini kapitalist modernite yaşantılarının liberalizminden kurtaramamaları bu gerçeklikle alakalıdır. Aydınlanma ideolojisini aşamayan feminizmler sistem içi çözümler olan erkek ile eşitlenmek fikrini, erilliği reforme etme tarzını ve salt kadın hakları mücadeleciliğini aşamamış ve liberalizmi bir ruh olarak özümsemişlerdir. Postmodernist tavırlı feminizmler ise kadın özcülüğüne, tekilliğe düşerek, evrensel olan birliği ret etmiş, otoriter rejimler eleştirisini gerekçe yaparak ideolojiyi, sistemleşmeyi ve kuram birliğinin dışına çıkışı çözüm görmüştür.
Kent orta sınıf ve batı eksenli düşünüşlerin etkisinin yoğun olduğu bu feminizmler kapitalizm ve dayandığı sosyal zemin olan ataerkilliğin aşılması için gerekli olan yöntemi radikalleştirme yerine liberalize etmişlerdir. Kadın sorununu tanımlayan ama çözümü için gerekli olan evrensel birlik ilkesi, alternatif sistem önerisi ve ortak kurtuluş programını açıklayamamak feminizmin temel sorunlarıdır. Parçalılığı ve egemen erkek sistemine karşı bir toplumsal hareket geliştirmedeki isteksizliği, salt kadın hakları tavrı ile kapitalist moderniteyi aşamamaktadır. Feminizmin egemen erkek sistemini paradigmasal düzeyde aşma ve karşı sistem inşa ederek yaşadığı liberalizmi aşması gerekirken, dönemin hâkim paradigması neyse onun üzerinden bir özgürleşmeyi tercih etmesi ayrıca bir kadın sorununu üretmiştir. Sol feminizm, liberal feminizm, kültürel feminizm, postkolonyalist feminizmler zamanın hâkim erkek aklını, düşünüş mekaniğini ve yaşantılarını kendi gerçekliğine uyarlamaktır. Kendi hakikatini açıklayamamak sorunudur bu. Kadın doğası ve toplumsallığını, evrensel hakikat birliğini açıklamaktan bir kaçış yaşanmaktadır. Geleneksel toplumcu anlayışın ataerkil ve cinsiyetçi dayatımlarına duyulan öfke, ret ve tavır, kadın toplumsallığını, doğasının hakikatini de tanımlamaktan alıkoymaktadır. Kendinden kaçış, çözümü bireyselleşmeye dayalı haklar üzerinden geliştirmekte, toplumsallıktan kaçışla sonuçlanmaktadır. Bu durum kadını ve özgürlük sorunlarını savunmasız bırakmaktadır. Yani sıra feminizmin batılı olmayan dünyalara bakışına sirayet eden oryantalizm nedeniyle halkların ve kadınların verdiği kurtuluş mücadelelerine antimilitarist gerekçeyle mesafeli yaklaşılmış, kadın gerillacılığında somutlaşan öz savunmayı eril karakter diye kuşku altına bırakmıştır. Son otuz yılda neo liberalizmin inşa ettiği ‘terör’ kavramı etrafında pasifizm örgütlendirilerek, BM, AHİM, AGİT, UNESCO kurumlarıyla sistem karşıtı hareketler liberalize edilmek istenmiş, batılı olmayan batılılaştırılmaya çalışılmıştır. Batı feminizminin politik olandan uzak durmasının elbette yaşadığı uygarlığı karşısına almamasıyla ilgisi vardır. Bu uygarlığın egemen erkek zihniyetine yakın kalmasının, batının batılı olmayanı az gelişmiş görmesinin ideolojik etkilemesidir. Beyaz kadın feminizminin siyah feministi geç algılaması, doğu kadın hareketlerinin şüpheli görülmesi, Afrikalı kadının görmezden gelinmesi biraz da bu durumla alakalıdır. Batı feminizminin batılı olmayan toplumları değerlendirme biçimi ‘modernleşmemiş, bireyselleşememiş ve gelenekselliği aşamamış toplumların kadınları ve kadın sorunu’ tespiti temelinde olmuştur. Batılı feminist tutum dünyanın farklı feminist hareketlerini etkilemiş, batı eksenli ideolojik şekillenişlerine yol açmıştır. Bu durumdan kaynaklı toplumsal gerçekliğine yabancı ve marjinal kalan, batı kaynaklı çözüm dayatımlarıyla gelişemeyen feminist adacıklar düzeyi aşılamamaktadır. Kendine batılı olanın gözü ve aklıyla bakmak kadın çelişkisini modernleşme, dolaysıyla kapitalistleşme yoluyla çözüme kavuşturma yanılgısına götürmüştür.
Bireyselleşme, insan hakları hak mücadelesi, pasif sivil toplumcu yöntemlerle cins haklarını gündemleştirme duruşu kapitalist moderniteye eklemlenmenin bir biçimi olmuştur. Bu aydınlanma ideolojisinin uygarlaştırma metodu ile ilerleme sağlama zihniyetidir. İşte bu akıl karşısında kadın mücadelesi savunmasız kalmıştır. Uygarlaştırmaya karşı duramamak, kadın uygarlığının değerlerini bir çözülmeye maruz bırakmıştır. Uygarlık sisteminden değil toplumsallıktan kaçış, bireycilikten değil komünal yaşamdan uzaklaşmak, egemen erkek politikasını değil dışlanmayı sorun yapmak kadın çelişkisini kadın sistemini yapılandırarak çözüme kavuşturmayı engellemiştir. Dışlanmayı aştıkça sisteme entegre olan kadın ve mücadele biçimi erkeğin katına ulaşabilir ama erilleşerek, sistemiçileşerek. Paradoks gibi görülebilir ama kadın zihni, ekonomisi, kültürü, kollektif yaşam ve ahlaki değerlerini geliştirmeyen her kadın tavrı erkeklikle ancak uzlaşımlar yaşayabilir. Anti uygarlıkçı, antikapitalist ve anti sömürgecilik ile tamamlanan kadın uygarlığı ve mücadelesi egemen erkeğin gerçeğini aşabilir. İktidar-devlet-sınıf temelli hegomonik uygarlığa karşı kuramsal, politik, öz savunmalı mücadele kadın çelişkisini çözebilir. Feminizmin kaçındığı şey budur ve bu kadın mücadelesini apolitikleştirerek, kendisini liberalizme karşı savunmasız bırakmaktadır. Kadınların, ezilenlerin ve halkların devletçi uygarlığa karşı geliştirdikleri eşsiz direnişlerin, muazam sistem karşıtı hareketlerin ve devrimlerin, devletçi uygarlığı aşacak alternatif sistemi açığa çıkarmamış olması, Önderliğin paradigma değişiminin hareket noktasını oluşturmaktadır. Sosyalist devrimlerin devletleşme ve kapitalistleşmeyle sonuçlanmasına neden olan sorun Aydınlanma ideolojisini aşamamalarıydı. Devleti, sınıfsallığı, akılcılığı ve pozitif bilimi gelişme ve ilerlemenin araçları olarak devr alan reel sosyalizmin akıbeti kapitalistleşme olmuştu. Devlete karşı devlet, sınıfa karşı sınıf diyalektiği tekleşme ve tekelleşmeyle sonuçlanmıştı. En önemlisi de tarihsel çözümleme yönteminin, devletin ve sınıfın doğuşunu uygarlaşma, sınıf çatışmasını tarihselleşme ve ilerleme temelinde kuramlaştırmasıydı. Kadın tarihini ve sosyal yapıların çeşitlerini ve farklılıklarını yok sayan determinist (Belirlenimci) yaklaşım reel sosyalizme egemen olmuştu. Ezilen sınıf proletaryanın diktatörlüğüyle tüm toplum eşitlenecek ve eşitlik kendiliğinden özgürlük getirecekti düşüncesiyle toplumun tüm farklılıklarını yok saydı. Tekleştirme ve tekelleştirme buydu. Adına Demokratik Uygarlık dediği yeni paradigma kuruluşunun gerekçesini, Rêber Apo bu sorunlar temelinde açıklamakta ve çözümü üç temel ilke üzerinden tanımlamaktadır: Alternatif zihinsel inşa, alternatif tarihselleşme, alternatif sistemleşme. Rêber Apo paradigmasının üç ana ilkesini ifade etmektedir. Zihinsel inşa özgürlük sosyolojisi temelinde kadınların, ezilenlerin, halkların kendi bilim, felsefe, teoloji ve sanat kurumlarını, araçlarını geliştirdiği ve iktidarcı zihinsel yapıların yöntem ve araçlarını aştığı alanı ifade etmektedir. Devletçi ve iktidarcı güçlerin dogmatik düşünsel yapılarına ve yöntemlerine alternatif düşünsel yöntem ve yapıların inşasını önerir. Yaşanılan an’ın özgürlük düşüncesini ve sosyal eğilimini yakalayan, olasılıkçı, sezgisel ve analitik aklın birliğine dayalı yaklaşımla zihin dünyasını inşa etmektir bu. Özgürlüğün Sosyolojisi bu anlamda yeni bir sosyal bilim olarak, ezilenlerin alternatif felsefe ve bilim yapma yöntemidir. Tek bir hakikat tek bir yöntem yoktur, hakikat farklılık ve çeşitlenmeye dayalı özgür seçim ilkeli birliklerin bütünündeydi. Önemli olan bu hakikat potansiyelinde oluşum an’ını yaşamak, olasılığın en doğru olanını özgürce seçmek ve farklı olanla özgürce birlikleşmektir. Bu anlamda kadın bilimi-jineoloji ile zihniyet dünyasının sosyolojisinin yapılmasını önerir Rêber Apo. Kadın sosyal bilimi jineoloji tarih, politika, etik- estetik alanlarında bilginin sosyolojisini yapacak, hem hakikat rejimlerinin krizini hem bu hakikat rejimlerinin neden olduğu sosyal krizlerin egemen erkek iktidarcılığıyla olan bağını açıklayacaktır. Hakikati parçalanmış ve iktidar nesnesi yapılmış kadın gerçeği zihinsel hakikatlerini açıklayarak toplumsal varlığını savunabilirdi. Aynı zamanda kadın sorunu, kadın hareketleri ve sunduğu çözümler, eleştirel kuramının alternatifleşme kuvveti, kadın gerçeğini zamanın özgürlük sosyolojisinin öznel değeri yapmaktadır. Önderliğin ‘‘21. Yüzyıl kadın yüz yılıdır’’ tespiti bu gerçeği ifade eder. Önderliğin jineolojiyi önermesinin nedeni, yaptığı özgürlük sosyolojisi analizleriyle, zamanın özgürlük eğilimini temsil eden düşünce gücünün ve sosyal değişimler ihtiyacının kadın tarafından temsil edilmesidir. Bu gerçeğin bilimini yapmak doğal olarak çağın bilimini yapmak anlamına gelecektir.
Bu anlamda Önderliğin zihinsel inşa yaklaşımı doğanın ve toplumun öz savunma sistemlerinin en yetkin biçimde gerçekleşmesini önerir. Canlıcılık, olasılık, farklılık içinde birlik yaklaşımı her olgunun kendisini özgür yaşamasını gerektirir ve onu dokunulmaz bir hakikat değeri olarak ele alır. Özgürlük kuralı uygulanmadan bu felsefenin uygulanması mümkün olmadığı gibi, bu felsefe özgürlük felsefesinin kendisidir zaten. Özgürlüğün felsefesi öncelikle her insanın ve sosyal grubun kendi yaşamını savunma hakkını tanır ve öz savunma seçimlerine saygı duyar. Aksi durumda yaşanan özgürlük değil yeni bir iktidar biçimi olur. Tarihselleşme; klasik tarih yaklaşımına hâkim olan iki temel yöntem bulunmaktadır; birincisi, toplumun da doğa yasaları gibi yasaları olduğunu ve doğa yasalarının keşfedilip yönetilmesi gibi, toplumun da yasalarını araştırıp keşfetmenin mümkün olduğunu düşünen yaklaşımdır. Bu düşünceye göre belli yasaların doğal gelişim ve ilerlemeleri sonucu tarih meydana gelmekteydi. Tarihsel toplumun bu yasaları anlaşıldığı takdirde, tarihe ve topluma yön verilebilirdi. Belirlenimci tarih anlayışıdır bu ve tarihsel toplumu toplumsal mühendislik yöntemiyle yaratabileceğini, ona müdahalede bulunabileceğini düşünür. Pozitif sosyal bilimin tarihe uyarlanmasının sonucu gelişen bu belirlenimci tarih yaklaşımı, her gelişen yeni sınıf gelişmedir, her yeni gelişen sınıf önceki sınıfı aşarak ilerleme kaydeder düşüncesine yol açmıştır. Düz ve ilerlemeci tarih yaklaşımıdır ve olaysal tarihin ilerici sınıfın çatışmalarıyla meydana geldiğini düşünür. Zor teorisi bu anlamda bir tarih yapma yöntemi olarak belirlenir.
İkinci yaklaşım, tarihin tikel olay ve olgulardan meydana geldiğini düşünür. Dinler tarihinin tanrının iradesinin tecellisi olduğunu, iktidar güçlerinin tarihin, devletin oluşumu ve gelişimi olduğunu, kapitalist tarihin bireylerin iradesiyle oluştuğunu belirtir. Yukarıdaki tarih anlayışları toplumsal tarihin oluşumunun ve gelişiminin dayandığı öz savunmaya dayalı insani ve kültürel yapılanmaları inkâr eder. Birey, sınıf ve devletin eylemlerine dayandırdığı tarihsel gelişme anlayışı ile toplumların varoluş mücadelesini anlamsızlaştırır ve değersizleştirir. Geliştirdiği mantık şudur ‘madem tarih ve toplum bireylerin ve devletin eylemlerinden ibarettir o zaman bizim yapacağımız bir şey yoktur’. Eylemsizliğe, kendiliğindenliğe, iradesizliğe ve savunmasızlığa sevk eden bu mantık edilgen toplum gerçekliğine yol açar. Devletin veya toplumsal yasaların tarihi meydana getirdiği düşüncesi toplumun ya her şeyi devlete havale etmesine ya da her şeyi zaten yasalar belirliyor diyerek kaderine razı olmasına neden oluyor. Kurtarılmayı beklemek, kadere boyun eğmek ve acizlik göstermek temel davranış olmaktadır. Kendi kaderini kendisinin belirleme gücü olmadığına inanır ve kendisini tarih yapıcı değil, tarih nesnesi gibi ele alır. En temel değerlerine saldırılan toplumu kendini savunma refleksinden alıkoyar. Çünkü kendisini tarih yapıcı görmemektedir. Tarihi yani oluşumu ve kaderi belirleyen devlet-kanun ise ona tabi olmayı mantıklı bulur. Bu durum devletin ve egemen sınıfın şiddetini tarih yapıcı ilke görmesine ve iktidarın meşrulaştırılmasına neden olduğundan, öz savunmasını sağlayan toplumu tarih dışına alır. Yunan kent-devlet uygarlığının yayılmacılığına karşı direnen halklara barbar, kapitalizm saldırılarına karşı öz savunmasını alan toplumlara ilkel ve uygar olmayan dünya, ulus devlete karşı ayaklanan halklara modernleşmemiş ve gerici tanımları yapar. Hegemonik tarihe ve şiddetine direnen demokratik uygarlığı tarih dışı göstererek anlamsızlaştırır. İlerlemeci sınıf teorisi bu nedenle toplumun öz savunma sistemini en fazla tahrip eden teori olmuştur. ‘Ortaya çıkan her yeni sınıf ilerlemecidir, devletleşme ile uygarlık başlamıştır’ der; sınıflaşmayan, devletleşmeyen toplumları tarih dışı gerilemeler olarak tanımlar, uygarlaştırılması gereken bir süreç biçiminde ele alır. Yani toplumun devletleştirilmesi ve sınıflaştırılması ilerleme olarak tanımlanır ve her iki olguya karşı geliştirilen öz savunmayı devreden çıkarır. Zor teorisi burada devreye girer ve her yeni gelişmeyi ilerleme olarak kaydeder. Buna göre her yeni gelişme eski ile uzlaşmaz biçimde çatışır. Bu çatışmada yeni eskiyi yok edinceye kadar ilerlerlemeye devam eder ve bu uzlaşmaz çatışma yeni bir gelişme açığa çıkarıncaya kadar sürer. Burada öz savunma ve meşru savunma yoktur çünkü ilerleme diye kaydettiği sınıflaşmanın şiddet ve savaş araçlarını tarih yapıcı görmektedir.
Uygarlık ilkel toplumu, feodalizm köleciliği, kapitalizm feodalizmi zor araçlarıyla aşmıştır. Proleterya da kapitalizmi zorunlu olarak bu araçlarla aşacaktır düşüncesi tüm toplumsal ve tarihsel yapıların bir sınıfın iktidarlaşması temelinde tekilleştirilmesine yol açmıştır. Kapitalizm ulus devlet aracıyla, reel sosyalizm proleterya diktatörlüğü aracıyla kapitalist ve proleter olmayan tüm toplumsal çeşitleri silahsızlandırdı. Öz savunma araçlarını elinden aldı. Direnme davranışlarını gericilik diye tanımladı. Bir sınıfı devlet yoluyla sınırsız silahlandırma, toplumu ise sınırsız biçimde silahsızlandırma ve savunmasızlaştırma ilerlemeci tarih kuramının sonuçlarıdır. Son iki yüzyıl bu nedenle öz savunması neredeyse yok edilmiş bir toplum açığa çıkarmıştır. Bu durumdan kaynaklı demokratik uygarlık güçleri tarihselleşmede belli yetenek kaybına uğramıştır. Çünkü öz savunma imkânlarını kaybetmiştir ve kendini savunamamaktadır. Lakin tarihsel toplum öz savunma imkânlarını geliştirerek kendisini gerçekleştirir. Rêber Apo tarihi kültürel ve sosyal hakikatleri bütünlüklü ele alarak ve tarihi olasılıkların özgürlük eğiliminin kendisini açığa vurduğu an temelinde yorumlayarak tekilleştirici tarih inşasını eleştirir. Bu toplumsal tarih yöntemidir; tarihin sınıfa, devlete ve bireye dayandırılarak anlaşılmasını değil, toplumsal hareketler ve anlamlara dayanarak tarihin anlaşılmasını önerir. Tanrı, devlet, hanedan ve sınıf temelli tarih yorumuna dayalı tarihsel toplum açıklamasına karşı, tarih yorumunu kadın toplumsallığına dayalı demokratik uygarlık analizine dayandırır. İnsanı evrensel zekânın evrimsel gelişiminin özeti olarak ele alan, kadına dayalı toplumsallık olan doğal toplumu toplumsal tarihin başlangıcı görür ve bunu demokratik uygarlık olarak tanımlar. Egemen erkek gelişiminin araçları olan ataerki-sınıf-iktidar temelli toplumsal bölünmeleri devletçi uygarlık olarak tarif ederken, toplumsal çatışmaların nedenini kadın sorunuyla ilgili meydana gelen iktidarlaşma olarak açıklar. Toplumsal çözümleri bu nedenle kadın özgürlüğüne dayanan tarihselleşme temelinde açıklayan bir tarih yöntemidir. Bu tarihselleşme yöntemi, kadın sorununu ataerkil, devletçi, sınıfsal uygarlığın sonuçları olarak açıklarken, kadın özgürlüğünü ataerkil-iktidarcı-devletçi uygarlığın aşılması temelinde belirtir.
Bu temelde, tarih demokratik uygarlık güçleriyle devletçi uygarlık güçlerin çatışması biçiminde bir çatallaşmanın ifadesidir. Bu tarihselleştirme metodu, demokratik uygarlık ve devletçi uygarlık analizi ile toplum sosyolojisini demokratik modernite ve hegemonik moderniteler olarak tanımlar. Kadın, gençlik, kültür, inanç, entelektüel ve sanat hareketleri, sosyal gruplar, etnik yapılar, tekelci olmayan ekonomik güçler, kır ve kent demokratik hareketler, ezilen sınıflar demokratik modernite güçleri olarak, devletçi uygarlığın hegemon modernitesi olan ataerkil aile, iktidar güçleri, egemen sınıf ve devlet güçlerine karşı bir özgürlük mücadelesi hattını temsil eder. Sınıfın, devletin, tanrının ve ataerkin doğuşuyla toplumsal tarihin meydana geldiğini belirten tarihselleştirme metotlarını, egemenlik zihniyetini inşa eden metotlar olarak ret eder. Rêber Apo bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır;‘Sosyolojiyi tarihleştirmek, tarihi ise sosyolojileştirmek anlambilimde ilerlemenin baş koşullarındandır. Bu yöntemin diğer bir avantajı, tarihi oluşageldiği gibi yorumlamaya daha yakın durmasıdır. Spekülatif düşüncenin önemini inkâr etmiyorum. Bilakis bu düşünce tarzının yararlı olabilmesi için, tarihsel gelişmeler nasıl akmışsa öylece yakalamayı bilmesi gerekir. Kalkıp “Tarihi altyapı belirliyor” veya tersine “Tarih devletin eyleminden ibarettir” demek, ne kadar olay sıralansa ve çözümleme yapılsa da, tarihin gerçek anlambilimi açısından saptırılması ve çarpıtılmasından öteye bir sonuç vermez.’
DERLEME 13.BÖLÜM
YORUM GÖNDER