BAYRAK VE ÇOCUK
Şırnak’ta, bir panzerin ezdiği çocuğun fotoğrafı, sizin de dikkatinizi çekmiştir mutlaka. Hemen yanı başında da onu ezen panzerin fotoğrafı. İkisi yan-yana getirildiğinde öylesine çarpıcı bir sömürgecilik hikayesi çıkıyor ki insanın içini parçalıyor. Çocuk, fotoğrafta hafif yana kaykılmış afili poz vermeye çabaliyor, büyüklerinden ezbere aldığı ödünç bir duruşla. Gözlerinin içi gülüyor kadraja bakarken. Buğday rengi bir teni, açık kumral saçları, dudağının kıyısına ilişmiş samimi tebessümü ve üstüne büyük bir heyecan ve zevkle giydiği galatasaray forması... Ve kalbinin üzerine gelecek biçimde ayarlanmış, giydiği formayla taşınabilir hale gelmiş türk bayrağı... Panzer ise simsiyah bir ceberrut gibi duruyordu fotoğrafta. Soğuk acımasız, etrafındaki her şeyin içinde kara bir küfür gibi duruyordu. Siyahlığındaki faşizm, soğukluğundaki sömürge buyurganlığı, insana mutlak kötülüğü çağrıştırıyordu. Üstünde ta tepesine işlenmiş o kırmızı beyaz renkler olmasa, o ay yildiz olmasa, bize kötülüğün kimliksizliğini anımsatacaktı. Ama değil, kimliğini dağa taşa kazıyarak hükümranlığını tanrısal bir yazgıya dönüştümeye çalışan bir zihniyetin, faşist sömürgeci türk devletinin işiydi .Ve bir kez daha kahhar olan benim diyordu. Cellat benim yargıç ben. Tepesinde ki o türk bayrağıyla, tekerleklerinin altına alarak çiğnediği o galatasarayli Şırnaklı çocuk... Öldürülmüş onlarca Kürt çocuğun son halkası. Sahi kim çiğnedi o çocuğu; simsiyah, soğuk en hunhar katillerden bile daha duygusuz olan o panzer mi, ya da, o dikkat etme ihitiyaci bile duymayan bu topraklarda kelle başı para almaya alışmış o özel harekat polisleri mi? Yoksa şu en yukarda duran, ordan her şeye yön veren, Yön verdiği her şeyi kutsayan, dokunulmaz kılan o BAYRAK mı? Sen kalbinin üstüne yerleştirsen de, bir müslümanın Kuranı öptüğü gibi öpüp-öpüp başına koysan da, o sana bir sömürgeye baktığı gibi bakıyor işte. Yukardan ve aşağılayarak. O kadar kısa, o kadar açık, o kadar sade, işte o kadar… Resmi araçların Kürdistan’da öldürdüğü çocukları tartışıyor herkes, adını koymadan. Neredeyse herkes o araçların nasıl hoyrat kullanıldığını yazıyor Kürt illerinde. Aşırı hızlarından söz ediliyor bolca. Niçin şöförlerinin cezalandırılmadığını soruyor. İyi niyetli birkaç yazar, hangi tarihlerde kimler nerede nasıl katledilmiş, bunların listesini çıkarıp yayınladı. Herkes cevabını bildiği şeyi sorup duruyor. Niçin bir tek insan bile sorumlu tutulup cezalandırılmıyor diye. Çünkü sorumlu olan ne panzer ne de onun şöförü... Sorumlu olan, yargılanmaz olandır. O bayrakla yapılan ne sorgulandı ki bu topraklarda, bunlar sorgulansın. Bütün katliamlar, bütün talanlar, bütün sistematik tecvüzler bütün yakılan köyler, bütün faili meçhuller, bütün kesilmiş başlar, koparılmış uzuvlar, bütün asit kuyuları hep bu bayrağın altında yapılmadı mı?... Unutuluyor ya da bir yanılsamaya inanarak eşit yurttaş olduğumuz sanılıyor. De-ği-liz. Yurttaş olduğumuz yalan. Eşit olduğumuz mide bulandıran bir riyakarlık demogojisi. Biz tarihin hiçbir döneminde hiçbir sömürgeciyle eşit olmadık, onların yurttaşları değildik. Biz sömürgeyiz ve efendilerimiz bize her fırsatta bunu hatırlatmaktan kaçınmıyorlar. Bir had bildirme konforu… Biz ne yaparsak yapalım yaranamayız. Çocuklarımıza o bayrağı ve ona ait olanı sevmeyi oöğretiyoruz olmuyor. Onlar için kendi insanlarımıza karşı silahlanıyoruz yani onlar için ihanet ediyoruz, olmuyor. Ömrümüzü harcayıp bir memuriyet kazanıyoruz "devlet kapısında" gene olmuyor. Her gün onların varlığına kendimizi kurban da etsek olmuyor. Olmuyor iste, ne yapsak ne etsek olmuyor. Biz istesekte, onlar bunu istemiyor ve her fırsatta aramızdaki dikey farkin uçurumunu gözümüze sokmaktan özel haz alıyorlar. Hakim olmanın, sahip olmanın, hükümran olmanın hazzını...
Her fırsatta kamçılanan kölelerden çok da bir farkımız yok aslında. "İsyan, kölenin onurdur" demişti Nietzsce. Eğer bunu yapamıyorsak hiç değilse ondan nefret edebiliriz. Efendinin adaletine güvenmekten ve onun olan her şeyden ama herşeyden uzak durabiliriz. Onların takımlarını tutmayı reddebiliriz mesela. O takımlar ki, Afrin de öldürülen, tecavüz edilen her Kürt insanı için, asker selamına durmuşlardır. Çocuklarımıza o bayrağı sevmeyi değil, sevmemeyi öğretebiliriz. Buna herkesten cok hakkımız var. Belkide en büyük yetersizliğimiz nefret etmeyi beceremeyişimizdir. Halbuki o kadar kolay ki; yapmamız gereken yegane şey, bu simülatif, bu sanal doğrulardan başımızı kaldırıp yalnızca gerçekleri görmek. O yetecek öfkeden kudurmamıza. Gerçeğin farkına varmak, gerçeğin taşıyıcısı olmak, ve bunu bir ulusal duruşa dönüştürmek gerekir. O panzerlerin ezdiği çocukların intikamını özgürlüğü büyütmekle alabiliriz. Çocuklarımızın sevgisini de nefretini de biz belirleyebiliriz. Onlara ulusal gerçekliğimizi bütün çıplaklığıyla söylememiz yetecek. O zaman savaşmak ve intikam almak için yeterince nefretleri olcaktır. Madem ki sömürgeyiz, madem ki adil değil hiç bir divan; öyleyse, “intikam anamizin ak sütü kadar helalimizdir”... KEMAL GÜLER (KALÊ)
|
YORUM GÖNDER