BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (1.BÖLÜM)
BU KİTAPTA ANLATILAN GERİDE KALAMAYANLARIN ÖYKÜSÜDÜR
Türkiye’de yakın dönemde Kürt sorununa ilişkin yapılan çalışmaların birçoğu sözlü tarihi esas alıyor. Sözlü tarih ürünleri ise bize birçok anlamda tarih kitaplarına girmesi uygun bulunmayan ama Türkiye’deki Kürt Sorununun kökenlerini ifade eden bir nitelik taşıyor. Elinizdeki çalışma, yakın dönemde ortaya çıkan ve Kürt Halkı’nın ‘yaşayan’ bir problem eşliğinde mücadelelerini hangi anılar ve anlatılar üstünden diri tuttuğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Çalışmayı elime aldığımda aklıma gelen ilk şey, Türkiye’deki son dönem sanatsal üretiminin birkaç istisna hariç genel olarak ‘geride kalanların’ hikayeleri üstünden kendini kurgulayışıydı. Kendi tarihlerini yazmak için dağa çıkan o gençlerin, yıllarını ve gençliklerini dağa vermiş tarihlerinin belgeden yoksun olmasıydı. Bizim en büyük eksiklerimizden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Her anlamıyla gerilla ve şehir militanları üstüne yazılan tüm eserler, ikinci ya da üçüncü tekil şahısların anlatılarına dayanıyor. Sinema gibi açık bir alanda dahi gerillanın ya da militanın özne olarak ele alınmasından kaçınılıyor. Bunun üç temel sebebi olabilir.
Birincisi gerillaların ortaya çıkardığı tarihsel dökümün sistematik biçimde işlenmesinin en azından Türkçe yayıncılık bakımından henüz gerçekleşmemiş olması. İkincisi, dağa giderek ve gerillalarla görüşülerek Türkiyeli kimi gazeteciler tarafından yapılan çalışmaların birer ‘sözlü tarih’ çalışması olmaktan ziyade haberciliğin ideolojik kuyusundan su çekmesi olarak gözlenebilir. Üçüncüsü de Türkiye’nin mevcut politik atmosferinde Kürt Vatandaş ya da Kürt Kardeş tanımı altına indirgenmeye çalışılan Kürtlük meselesinin Kürtler’in bir ulus olarak kendilerini tanımlamamaları için her geçen gün daha çok baskıyla karşılaştırılması olabilir. Kürtlük meselesini konuşmadan Kürt meselesini konuşmak, Kürtlük halini, Kürt ulusundan olma halini konuşmadan Kürt bir yurttaş olma halini konuşmak politik anlamda statükonun daha da işine gelebilecek bir perspektiftir.
Bu kitap, bahsettiğim her iki çekinceli perspektiften de kaçınan bir tarih çalışması sunuyor bize. Birincisi özne Kürt olduğu kadar Kürtlük de bu perspektifin bir parçası. Kürtler Kürt olma hallerini bir özne olarak ortaya koymaktan çekinmiyor, Kürt halkının kafasındaki gerilla imgesinin yerine konmak istenen Türkiyeli imgesini bu kitapta görüldüğü üzere akıl ve hissiyat olarak reddediyorlar. Bu bağlamda bu kitabın ‘onurlu’ bir barış ve mücadele kitabı olduğunu söylemek şarttır. Kitabın temel anlatıcısı olan ‘anneler’, günümüzde Kürtler’e yönelik dökümanlarda görülen ‘egzotik yaklaşımı’ kırmak adına doğrudan birer özne olarak yer alıyorlar.
Özellikle görüşülen barış annelerinin söylemlerine baktığımızda, Kürtlük durumunun örgütlü bir biçimde dile yansıdığını ve bu yansımanın Türkiye’de Kürtler’e dair yapılan oryantalist gazetecilik eforlarının tamamını yerle bir ettiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Bu, birçok anlamda moda tabirle ezber bozan bir bakış açısıdır. Başka bir ezber bozucu ifade de kitap boyunca annelerin aldığı ideolojik konumdur. Anneler, barışa ilişkin olarak aldıkları siyasi konumu hepimizden daha net bir şekilde dile getirebiliyor, hepimizden daha eleştirel olabiliyorlar. Terör kelimesi altında kodlanıp öldürülen evlatlarının acılarını asla dışsal bir faktör olarak görmedikleri için, annelerin meseleleri ‘günlük siyaset’ yerine tarihsel bir tecrübeyle ele almaları, yer yer bizim de düştüğümüz hatalardan kendilerini nasıl uzakta tuttuklarını ve bu hareketin kadın unsurunun neden asla ‘geride kalan’ ya da ‘uzaktan izleyen’ olamayacağını bize açık bir biçimde ifade ediyor.
Annelerin evlatlarıyla kurdukları ilişkilere dair anlatıları, hem Kürtlük’ün hem Kürt’ün diline Kürt olmanın ideolojik kaderinin girmesi. Evlatlarıyla aralarında değişken bir öğreten, öğrenen ilişkisi olan bu anneler için kaybedilenin bir evlat olduğu kadar bir öğreten, öğrenen ve paylaşan olması Kürtler’in anadile yaptığı vurgu kadar o dil içerisinde özgürce ifade ettikleri düşünceleri ve kurdukları ilişkinin kutsallığına yapıldığının da bir işareti oluyor. İletişime geçilen annelerin çocuklarının farklı demografik yapılardan geldiğini görmekle birlikte birleştikleri Kürtlük paydasının onları ailelerinin durumları ne olursa olsun sistematik bir ezmeye ve adaletle ilgisi olmayan bir toplumsal yargıya Kürtlük üstünden devletin nasıl mahkûm ettiğini görebiliyoruz. Annelerin gözündeki yaş, görüşmelerde eksilmese dahi sonuç olarak anlatı mağduriyet dilinin yerine gayet dik duruşlu ve politik anlamda kendi bakışını aktarabilen bir ‘kadın’ figürü ortaya çıkarmış.
Kürt mücadelesinin asli unsuru olarak kadın mücadelesinin bu denli gelişebilmesinin arkasında gerillalar ve sokak siyasetini sürdüren kadınlar kadar, sokak siyasetinin sonradan da olsa bir parçası olan Kürt annelerinin devrimci iradesinin de olduğunu görmek mümkün oluyor. Başka bir dilde anneliğin anlatısı kadar, bir işgalin ortasında anne olmanın da anlatısı olması ve bu onurlu insanların hepsinin işgale ve dilsiz bırakılma tehlikesine rağmen anadillerindeki o sonsuz ‘serhildan’ı söylemsel olarak da taşıyabildiğinin kanıtı olan bu çalışma, Kürtlük ve Kürt olmak üzerine düşünenler için çıkılması gereken bir başka güzel basamak olarak önümüzde duruyor.
SIRRI SÜRREYA ÖNDER
Ağustos 2013 - İstanbul
YORUM GÖNDER