SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (ÖNSÖZ-1)
Bu çalışmayı, insanlığın doğuşuna beşiklik eden coğrafyamızın ve onun değerli halkının kurtuluşu için kahramanca can veren şehitlerimize adıyorum...
İmralı’daki yargılanmada; dönemin koşulları, komplo temelinde geliştirilen tutuklanmanın doğuracağı şiddetin önüne ivedilikle geçmek, komplocuların ve dayanaklarının temel beklentilerine fırsat vermemek, ayrıca doğru olanı yapmak; çok sınırlı da olsa onurlu bir barış ortamına gidişte katkı sunabilecek çabalara büyük ihtiyaç gösteriyordu. Buna en pratik yaklaşım, geliştirilen savunmaların barış ve demokratik birlik çözümü temelinde olmasıydı. Bu koşullarda ortama siyasi linç havasının egemen kılındığı asla unutulamaz. Öyle sanıyorum ki, Türkiye’nin sağduyulu ve yetkili çevreleri de, o koşullar altında komplonun gelişim mantığını kavramaktan uzaktı veya gelişmelerin bu yönlü akışına hazırlıklı değillerdi. Sağlıklı karar ortamı her düzeyde yoktu veya çok sınırlıydı. Komplo esasta histeri düzeyine varan şovenizme havadan bir paket sunarak, 20. yüzyılda, arenada aslanlara yedirme biçiminde bir Roma oyununu hazırlamıştı. Burada aslında PKK’nin tüm amaçlarını da aşan ve hatta bu amaçlara zıt olan, içinden çıkılmaz bir kör şiddetin derinliğine sahnelenişi söz konusuydu. Ne acı ve ne yazıktır ki, bütün karşıt konumda bulunanlar birbirlerine karşı en intiharvari saldırılar ve direnmeleri en meşru hakları olarak belleme ve buna inanma konumuna gelmiş veya getirilmişlerdi. İşin daha kötü olan yanı ise, tarafların bu oyunu kavramanın çok ötesinde bırakılmış olmalarıydı.
Asrın en büyük ihanetlerinden biri, kendisini halen dost ve özgürlük yanlısı gibi gösterirken, en mazlum ve kahramanlığa layık tavrın sahipleri acımasızca yok edilecekler ve unutturulacaklardı. Meydan pusuda bekleyen ve sayısız defa böyle ortamlardan çıkan her tür hain ve işbirlikçiye bırakılacaktı. Aslında her şey benim ölümüme göre ayarlanmıştı. Ağırlıklı olarak fiziki, bu olmazsa anlam itibariyle yok edilme hedefti. Çok düşünmeme rağmen, bunun dışında başka bir hedefin var olduğunu sanmıyorum. Komplo o kadar derin ve bilinmezlerle doluydu ki, bunu yırtmak gerçekten mucize değerinde çok ileri bir insanlık çıkışını gerektiriyordu. Tüm dünyanın karşı taraf durumuna düşürüldüğü, en yakın dost ve yoldaşların bile hakim inanç ve moral değerlerine göre “şerefli bir ölüm” den başka bir şey beklemedikleri bir acımasızlık kaderine göre düzenlenmişti. Asrın mantığı buydu. Dostun da, düşmanın da mantığı buydu. Duygu ve inançların donduğu nokta da burasıydı. Her şey korkunç bir yalnızlığa mahkum ediyordu. Bir savaş kuralına göre “kurşuna dizilmek” çok uzak bir ceza demeyeceğim, bir hak olarak görülmesine rağmen, bu hak bana tanınmıyordu. Uygarlık başka türlü intikam almak istiyordu. Ben hiçbir zaman kahramanlığa oynamadım. Öyle sanıldığı tür bir cesaretin sahibi de olmadım. Olduğum gibi tanınma isteğime rağmen, en yakın arkadaşlarımda bile buna tanık olmadığımı iyi biliyordum. Ama bir yanım vardı ki, ona ihanet etmeyecektim: Hayallerine ihanet etmeyen çocuk olmayı sürdürecektim. Uygarlığın tanrılarını tanımayacak, kurumlarında erimeyecek, karılarının aile erkeği olmayacaktım. Kişiliğimin diyalektiği böyle bir gelişmeyi başarmıştı.
Mesele Türkiye’nin bir basit iç çelişkisi olmaktan çoktan çıkmıştı. Konumum neredeyse beni çağdaş bir Prometheusçuluğa mahkum ediyordu. İmralı kayalığına çivilenmem, efsanedeki Prometheus’un Kafkasya dağlarındaki çivilenmesinden farkı olmadığı gibi, ne acı ve hazin bir benzerliktir ki, bu da aynı Athena tanrısı Zeus’un torunlarınca gerçekleştirilmişti. Uygarlığın seçkin merkezlerinden Moskova, yetersizlikleri de olsa milyonların sosyalizmine karşı oynadığı eşi görülmemiş alçakça oyunu, benim meselemde de hiç utanmadan bir iki ihale ve birkaç milyarlık IMF kredisi için daha da tanınmaz bir biçimde oynamaktan en ufak bir rahatsızlık duymayacaktı. Roma’da ise, klasik kölecilik arenasıyla modern kapitalizmin ince hesapları hiçbir moral ve hukuk değerini tanımayacak, inanılmaz bir psikolojik terörle beni büyük bir onur savaşına zorlayacak ve gerekeni yapmak durumunda kalacaktım. Athena ise, en değme fahişeliğin bile cesaret ve akıl edemeyeceği, dost adı verilen inancı en alçakça bir biçimde kullanarak, beni Kenya başkentine, yamyamlar diyarına paketleyecekti. 20. yüzyıl uygarlığının en sinsi, en işkenceci, en duygusuz ve çıkar mantığından başka hiçbir insani değere yer vermeyen yüzü her geçen dakika suretini daha da netleştirecek ve ben donakalacaktım. Reflekslerimin donduğu karşı gerçeklik buydu ve bu doğruydu. Farklı tutum bekleyenler, gerçeği tüm yönleriyle kavrayıp iliklerine kadar hissetmeseler, gereken düşünsel ve moral sonuçları çıkaramazlar. Kadere hiç inanmadım.
Ama kader güçlerinin bana biçtiği 20. yüzyılın çağdaş çarmıhında tek başıma ve mezar sessizliğinde bekleyecektim. Yüreğimin en son atışı kadar, bilincimin en son kırıntısını da insanlıktan yana kullanmayı kendi öz erdemim ve anlamım olarak belleyecek ve artık olanı doğallığına bırakacaktım. İmralı duruşumu anlamak isteyenlere bu çok kısa tanımı yaparken, gelişecek olan ne sıradan bir eleştiri ve özeleştiri, ne af, ne de şu veya bu tür yaşam beklentisidir. Bu yönlü gelişmeler, yaşadığımın erdemi ve anlamı olamazlar. Durum daha farklı ve bir orijinaliteyi ve özgünlüğü kavramayı gerektiriyor. Tereddütsüz, çok sınırlı da olsa bir barış ve kardeşlik tavrının en derinden bir öz niteliği olduğundan kuşku duymadığım için; ikinci sırada yer alan, alması gereken siyasi tavır meselesine öncelik vermeyecek veya uygarlığın sağı ve soluna göre tutarlı beklentilerine fazla cevap olmayacak, kendimi alet etmeyecektim. Yüceliği burada arayacak, çağdaş uygarlığın lanetine yenik düşmeyecektim.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER