UNUTMAK İHANETTİR (1.BÖLÜM)
Tarif etmekte zorlandıkları acılarla yüklü anılarını anlatmaya başlamadan önce, hemen hepsinin ağzından aynı cümle dökülüyordu: “Allah o günleri bir daha düşmanımıza dahi göstermesin!” Yaşadıkları ve tanığı oldukları çılgınlıkların tarif edilemezliğini bu temenni cümlesiyle özetliyorlardı. Kendi insanına ve kendine yapılanı düşmanı için bile istememek, yapılanların akla sığmaz boyutlarını tanımlamak açısından çok çarpıcı bir ölçüydü. Düşmanın başına her türlü kötülüğün yağması dilenir. Düşman çoğunlukla yok olması istenen bir varlıktır. Kötülük dilemenin uç noktası bu yok olmadır. Bu anlamda dilenen kötülüğün de belli bir sınırı, bir ölçüsü vardır. Oysa onların görüp yaşadıkları tüm sınırlar ve ölçülerin ötesindeydi. Uç, sınırın en uzak noktası sayılır. Buna rağmen uçta seyretmek yine de belli bir sınırda durmaktır. Onların yaşadıkları ise uç bile değildi; insanın hayal sınırlarının ötesine taşıyordu. En azından onlar açısından durum buydu.
İnsanların yakarıp bir daha gerçekleşmemesi temennisinde bulundukları günler Dersim katliamının görülmemiş bir vahşetle dolu geçen günleriydi. Onlar uzak sayılmayan bir geçmişte, hatta geçmiş bile sayılamayacak bir zamanda yaşanmış ve tanımlamakta zorlandıkları bir kıyımın canlı tanıkları olarak konuşuyorlardı. Korkunç kıyımdan bir rastlantı eseri kurtulmuşlar, esir düşüp tehcir edilerek mecburî iskâna tabi tutulmuşlardı. Aradan yıllar geçtikten sonra kendi topraklarına dönmelerine izin verilmiş, onlar da yeniden Dersim’e dönmüşlerdi. Başlangıçta kendi köylerine yerleşmeleri mümkün olmamıştı. Çünkü kendi köylerinin bulunduğu alan hala ‘yasak mıntıka’ydı. Ama yine de Dersim’de olmaları önemliydi. Döndüklerinde birkaç yıl başka köylere sığınıp yaşamışlar, en sonunda kendi köylerine kavuşmuşlardı. Sahip oldukları hiçbir şey yoktu. Yaşamı yeni baştan kuruyorlardı. Geri dönüş sonrasında yaşadıkları zorluklar onlar için önemsizdi. Önemli olan atalarının ruhunun bulunduğuna inandıkları topraklara geri dönmüş olmalarıydı. Artık yine kendi kutsal topraklarındaydılar.
Dersim’e giren Türk ordusu 1937 yılında ve 1938 yılının son çeyreğine kadar ele geçirdiği her insanı istisnasız katletmişti. İsyancı olarak adlandırılan tüm aşiretlere karşı izlenen yaklaşım buydu. Beşikteki bebelerden ölüm döşeğindeki yaşlılara kadar herkesi aynı akıbet bekliyordu: Ölüm. Toptan imha edilmek istenen aşiretlerin hiçbir üyesi TC vatandaşı değildi; sorduklarında askerlere gösterebilecekleri bir TC kimlik kartı taşımıyorlardı. İnanç bakımından İslamiyet’le görünür bağları da yoktu. Köyleri camisizdi, namaz kılıp oruç tutmuyorlardı. Bunlar katledilmelerini kolaylaştıran etkenlerdi. Avrupa’nın silahlı çapulcuları da ilk ayak bastıkları Amerika’da benzer bir durumla karşılaşmışlardı. Buranın yerli halklarının Hıristiyan Avrupalıyla hiçbir ilgileri bulunmuyordu. Eski ve Yeni Ahit kendilerinden hiç söz etmiyordu, öyleyse Tanrının yarattıkları olamazlardı. Bu nedenle temizlenmeleri çok kolay olmuştu. Türk askeri de karşılaştığı bu ‘vahşileri’ yok ederken aslında bu Avrupalı hemcinsleriyle aynı ruh halini yaşıyordu. Hatta bu dinsiz vahşileri öldürmeyi, tarihin dışında kalmış bu barbar toplulukları ortadan kaldırmayı sevap kazanmak ve medeniyet getirmek olarak görüyordu.
Dersim katliamının en belirgin özelliklerinden biri de eli silahlı direnişçilerden çok azının çarpışmalarda yaşamını yitirmesiydi. Doğayla yüksek bir uyum içinde yaşayan bu insanlar coğrafyayı mükemmel değerlendirmişler, kendilerini korumayı başarabilmişlerdi. Her biri birer suikastçı ya da bir keskin nişancı gibi savaşmış, işgal güçlerine ciddi kayıplar verdirmişti. Bu konuda ilginç bir olaydan söz ediliyordu. Kendilerine ateş açılan bir noktanın üzerine yüklenen Türk askeri birliği, noktayı ele geçirip yerdeki boş kovanları saydığında, atılan tek bir merminin bile boşa gitmediğini fark etmişti. Kullanılan mermi sayısı kadar ölüleri vardı. Üstelik kendilerine ateş eden kalabalık bir grup değil, tek başına direnen bir aşiret savaşçısıydı. Dersim’de katledilen insanların yüzde doksan dokuzu masum sivillerdi; kadınlar, yaşlılar ve çocuklardı. Halkın kendisi bunları esir diye tanımlıyordu. Esirler her yerde boyunları ve elleri birbirine bağlı bir biçimde topluca kurşuna dizilmişlerdi. Kurşunlanıp yere yığılan insanlar bu kez askerler tarafından defalarca süngülenmişlerdi. Süngüleme cesetlerin yakılmadığı yerler için geçerliydi. Birçok yerde vurulanların üzerlerine benzin dökülüp yakıldıkları söyleniyordu.
Tek bir kelime Türkçe bile bilmeyen Dersimlilerin konuşmalarında kullandıkları bazı Türkçe kelimeler vardı: ‘Ağır makineli’, ‘sürgün’, ‘otuz sekiz’, ‘kırım’ gibi. Esirler hemen her yerde benzer biçimde toplanıp infaz mangalarının değil ağır makineli tüfeklerin karşısına çıkarılmışlardı. Atış yapıldığında bu tüfekler erken ısınıyordu; onun için de bazen ateşe ara verip silaha su dökerek soğutuyorlar, ardından yine ateşe devam ediyorlardı. Herkes yere yığıldığında bu kez sürgüleme başlıyordu. Makineli tüfek atışı kimilerini anında öldüremiyor, düşenler ağır yaralanmış olarak yerde yatıyorlardı. Bunların işini bitirmek için mermi kullanılmıyordu. Zor ulaştığı için mermiden tasarruf yapılıyor, bu yüzden süngülemeye başvuruluyor, defalarca inip kalkan süngü darbeleriyle sonuca gidilmeye çalışılıyordu. Bunların hemen hepsi silahsız ve savunmasız insanlardı. Kurşunlanan insanlar düştüklerinde üst üste yığıldıkları için, en altta kalan yaralılardan bazıları gece karanlığında cesetlerin altından çıkıp savaşçılara ulaşmaya çalışıyorlardı. Bazıları gerçekten de savaşçılara ulaşıp hayatta kalmayı başarabiliyordu. Cesetlerin altından çıkıp kurtulmuş, vücudu mermi ve süngü izleriyle dolu böylesi birçok insan gördüm.
Çocukken köylülerimiz bir araya geldiklerinde anlattıkları tüyler ürpertici olayları anlamaya çalışırdım. Birçok şeyi kafamda canlandırır, anlatılanlara kendimce bir anlam yüklerdim. En çok anlam veremediğim şey topluca katledilen insanların cesetlerinin üst üste yığılıp üzerine benzin dökülerek yakılmasıydı. Öldürülmüş bir insanı yakıp bir avuç küle çevirmeyi asla kabul edemiyordum. Bunun nedenini daha sonraları anladım. Ortada akıl almaz bir insanlık suçu vardı. Hamile kadınların karınlarını deşerek gün yüzü görmemiş bebeleri süngülerin ucunda sallandırmanın, kundaktaki yavrularımızı öldürmenin, ayakta bile duramayan ak saçlı nenelerimizi ve aksakallı dedelerimizi kurşuna dizmenin devlete karşı isyana kalkışmakla izah edilir bir yanı olamazdı. Bu hiçbir kitaba sığmayan, hiçbir gerekçeye dayandırılamayacak vahşi bir kırım ve kıyımdı. Ortada dünyanın fazlaca haberdar olmadığı, dikkatlerden uzakta işlenmiş affedilmez bir insanlık suçu vardı. Ağır ve onarılamaz suçlar işleyenler geride yargılanmalarını gerektirecek bir ipucu bırakmamaya çalışırlardı. Dersim’de de yapılan şey işte buydu. Caniler katliamın tüm izlerini silmeye çalışmışlardı. Tüm izleri silmek için çaba harcamanın bir diğer nedeni de ‘hatırlama’ denilen insan yetisini harekete geçirerek geçmişe dönüp bakmasını sağlayacak her şeyi ortadan kaldırmaktı. Ortada geçmişi hatırlatacak dikili bir mezar taşı bile olmamalıydı. Mezarlıklar toplum ve geleneğin çok önemli bir parçası olarak toplumu bir arada tutan önemli bir olguydu. Geride bir mezarlık bile bırakmamak, ‘hatırlamak yasaktır’ uyarısına göre hareket eden soykırımcılar için bu nedenle ciddi bir anlam ifade ediyordu.
Dersim’e giren ordu birlikleri ilkin köyleri, evleri ve ekili tarlaları ateşe vermişler, bütün hayvanlarına el koymuşlardı. Kendi deyişleriyle taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmamakta kararlıydılar. İsyancı denilen aşiretler toptan dağa çekilmişlerdi. Savaşçılar açısından belki fazla sorun yoktu. Ama silahsız yaşlılar, kadınlar ve çocuklar toplumun zulmün ağırlığını en fazla yaşayan kesimleriydi. Onlar ağırlıklı olarak askere görünmemek, bunun için de saklanmak zorundaydılar. Ne yazık ki kucaktaki çocuklar uyarıdan hiç anlamıyorlar, en büyük tehlike anında ağlayarak kendi cellâtlarından saklananların yerlerini deşifre etme riski taşıyorlardı. Nitekim askerlerin çok yakında olduğu sırada bir bebek ağladığında bütün gözler hemen anneye çevriliyordu. O anda onlarca insanın hayatının kendisine bağlı olduğunu iyi bilen anne, memesini çocuğun ağzına koyup gövdesiyle üstüne bastırıyor ve çocuğunu sessizce öldürüyordu. Bunlar çocukları uyutan bir masalın dramatik ayrıntıları değil, anlatılan ve tanıkları hala yaşayan hayatın dayanılmaz gerçekleriydi. Bir anne çocuğu hayatta kalsın diye gözünü kırpmadan ölüme gidebilir; ancak bir anne gözünü kırpmadan emzirdiği çocuğunu öldüremez. Burada olduğu gibi evlat sevgisinin anıtlaşmış sembolü olan bir anneyi daha konuşmasını bile öğrenememiş kendi öz çocuğunu öldürmek zorunda bırakmaktan daha ölçüsüz bir zulüm düşünülebilir mi?
ALİ HAYDAR KAYTAN
(KAYNAK: NÛÇE CİWAN)
Devamı gelecek…
YORUM GÖNDER