ÖZGÜRLÜK İÇİN SAVAŞMAK
Kürdistan, insan toplumsallığının yaşamasına analık, gelişmesine beşiklik eden coğrafyadır. İnsanlığın filizlendiği ve mayalandığı yeryüzü cenneti olduğu ise kutsal kitapların anlatısıdır. Kürtler; bulutların dans ettiği görkemli dağ doruklarında, derin vadilerin balta görmemiş ormanlarında, bereketin anası ovalarda, kimi yerlerde yatağına sığmaz haşin, kimi yerlerde durgun akan nehir kenarlarında yaşamı örmüştür. Yaşadıkları beşik, kan deryasına dönüştürülse de Kürtler özgür yaşam tutkularından asla vazgeçmedi. Tarih, bütün işgal ve istila saldırılarına rağmen Kürt halkının kendi beşiğinde yaşama olan tutkusuna, toprağına olan sevdasına şahittir. Kürtler dağlarını bırakıp, modern uygarlığın kirine bulaşmadı. Tarih, bu büyük öz savunma aşkının destanını nice acılarla örülü olsa da hep yazmıştır. Çünkü dağlar Kürtlerin öz savunma kalesidir.
Her canlının, varlığını koruması ve sürdürmesi için doğal olarak öz savunması vardır. Varlık tehlike, tehdit ve saldırı altında kalırsa kendisini savunmak için öz savunma pozisyonuna geçer. İnsan toplumsallaşmasının kök hücresi olan Kürtlerin, yüz yüze kaldığı fiziki ve kültürel soykırım karşısında; var olması, varlığını koruması, varlığını sürdürmesi için öz savunma savaşı içerisine girmesi, en doğal hakkıdır. Bundan daha meşru ve doğal bir hak olamaz. Öz savunma, evrensel bir hak ve hakikattir. Evrenin, dili aynı zamanda haksızlığa ve zorbalığa karşı direnişin de dilidir. Belki de evrenin en narin bitkisi olan gül ile diken gerçeği bu evrensel savunma hakikatinin en yalın ifadesidir. Minik bir kuşun kanadının, bir arının iğnesinin olması da öz savunma mucizesidir.
Her canlı kendini savunur
Egemen güçlerin Kürdistan özgürlük hareketini terörize ederek suçladığı biliniyor. Peki, Kürtlerin öz savunma savaşını vermesi, nasıl suç olabilir? Tersine, Kürtlerin köleliği kabul edip de savaşmaması, insani, ahlaki ve evrensel suçtur. Bu kadar açık, somut, net olan bir duruma rağmen Kürt halkının, özgürlük hareketi öncülüğünde geliştirmiş olduğu savaş, nasıl terörizmle suçlanabilir? Aslında yaptıkları bu suçlamalarla; Kürt halkına ‘Neden sizi soykırıma uğratmak isteyen soykırımcı faşist Türk devletine karşı öz varlığınızı koruyorsunuz, fiziki soykırıma, kültürel soykırıma uğratılmaya karşı neden direniyorsunuz, bırakın sizi istedikleri gibi öldürsünler’ demek istiyorlar. ‘Eğer savaşırsanız; suçlusunuz, teröristsiniz’ diyorlar. Oysaki insanın varlığını, dilini, kültürünü, yaşamını, evini ve toprağını savunması nasıl suç olabilir ki? Zalimlere ve zorbalara karşı öz savunma yapmak terörizm değildir. Aksine insanlığın kutsal değerlerinin savunulmasıdır.
Bir halkın varlığını koruması ve sürdürmesi için kaçınılmaz ve alternatifsiz olan savaş kutsaldır. Tarih Kürtleri; niye savaştıkları için değil, inkar, imha ve soykırımla karşı karşıya bulunduklarında niye savaşmadıkları için suçlar ve lanetler. Hiçbir canlı varlık, yok edilmek istendiğinde, saldırılar karşısında tepkisiz kalmaz. Kendisini, ne olursa olsun bir biçimde savunmaya çalışarak, korur. Bu, canlı olmanın, canlı kalmanın en doğal sonucudur.
‘Allah sizi muvaffak etsin’
Kürtlerin bir halk olarak varlıkları ortadan kaldırılmak istenirken, buna karşı durmaları ve direnmeleri gerekiyordu. Ve bunu 15 Ağustos 1984 tarihinde yaptılar. Kürtlerin direnişinin adı 15 Ağustos’tur. Kürt gerillaları ilk dağlara adım attıklarında kiminin gözünde bir avuç maceraperest, kiminin gözünde ise deneyimsiz talebelerdi. Herkes onlara: ‘Siz deli misiniz; mevcut sayınızla, elinizdeki bu derme çatma silahlarla milyonluk ordusu ve her türlü silahı olan vahşiliği ve barbarlığı yedi düvel tarafından bilinen Türk devletine karşı nasıl savaşacaksınız’ diyordu. Hatta kimi yerlerde onlara: ‘Ay’a giden insanlar’ denilmiş, alaya alınmışlardı. Kimi kişiler ise onları altın arayıcısı sanmıştı. Hatta: ‘Eviniz, anneniz, babanız var mı’ sorularıyla da karşılaşmışlardı. İyi niyetli bazı kişiler ise sadece iyi dilek temennisinde bulunarak: ‘Allah sizi muvaffak etsin’ demişti. Ama onlar tıpkı her yana doğru giden ve yeni bir yaşam matrisi inşa etmeye çalışan deli moleküller gibi bölünen ülkelerini yeniden birleştirmeye, yeni bir toplumsal ve kültürel evren oluşturma çalışmalarından geri adım atmamışlardı.
Yani düşünceleri ve dağlara attıkları ilk adımları, bir ütopya olarak görülüyordu. Ama inanmışlardı. Onlara göre ütopyalar gerçekleşmesi imkansız düşler değildi. İnsanlığın sahip olduğu en asil düşlerdi. Ve düşler ancak mücadele ile gerçeğe dönüşürdü. Bu yargılara verdikleri yanıtlar ise tıpkı deli moleküllerin doğasında yaşananlar gibiydi: ‘Doğru, devletin milyonu aşan ordusu var. Ama bizim de haysiyetli öfkemiz var. Sömürgecilik altında kölece yaşamaktansa özgürlüğümüz ve onurumuz uğruna ölümü kabul eden bir hakikatimiz var’.
Kim bilir belki de birbiri uğruna yaşamak, evrenin varlık ve oluşum gerekçesidir. Evrende her şey birbirine paralel yaşar. Nehirlerin suyunu içtiği görülmüş müdür? Ağaçlar da kendi meyvelerini yiyemezdi. Rüzgar kendisi için esmezdi. Bulutlar kendi yağmurlarında ıslanmazdı. Çiçekler kendileri için koku saçmazdı. Güneş kendisi için ısıtmaz ve aydınlatmazdı. Yıldızlar kendileri için ışıldamazdı. Karanlık rengini bilmezdi. Ancak bütün bunların birlikteliğinin, yaşamı yaratabildiğini görüyoruz. Ortada olan hakikat, evrenin bencil olmadığına dairdir. Çünkü bencil olanın hiçbir uyumu ve aşkı olamaz. Evrendeki her şeyin uyumu ve aşkı, gezegenimizi yaşamsal kılar.
15 Ağustos ile öze dönmek
Gerillaların tıpkı evrende olduğu gibi kendileri için olmayan hayat tarzları, evrenin bu en temel yasasını ifade ediyordu. İnsanın kaybettiği, bu gönül hazinesiydi. Toprak, yağmur, tohum, güneş olmasa hangi ağaç çiçeklenip, meyve verebilirdi ki? Ve o meyveyi canlılar tüketmese meyvenin oluşu neyi ifade ederdi ki? Evrenin ve doğanın özgürlüğe adanmış sorumluluk ilkesi, birbirini özgürce yaşatmanın dostluğu, paylaşımı ve ruhudur. Evren ve doğa birbirinde var olmak ve yaşamaktır.
Yani evrenin ve insanın doğası zulme karşı direniş ve devrim iklimine her zaman uygundur. Evrenin, atomların, hücrelerin akışkan ve özgür bir öznellik inşasına çağrıda bulunduğu bir zamandı. Ne yapılacaksa tam vaktiydi. Ne de olsa tarih gecikmeyi asla af etmezdi. Kürt halkının varlığını savunmaları, özgürlüğünü sağlamaları, onurunu kazanmaları, yaralarını sarmaları, dağ doruklarında direniş ateşini yakmalarıyla olasılık dahilinde olacaktı.
Kavganın ve direnişin önderliğini yapan, yaşamlarını yitiren arkadaşlarını yaşatmaları, ancak dağların doruklarından sömürgecilere doğru susmayacak namluların kurşunlarıyla mümkün olabilirdi. Ama daha yolun başındalardı. Hiçbir şey sanıldığı gibi kolay olmayacaktı. Döktükleri kan, çektikleri acı ve direnişleri insani değerlere olan büyük tutkunun harmanında boy verecek miydi? Dağların ve vadilerin koyu sisinin içinde özgürlük savaşının tohumları yeşerecek miydi?
Evet, ütopya görülen, Egîd’lerin 15 Ağustos 1984 tarihinde sömürgeciliğe sıktığı kurşun ile gerçek hakikatine kavuştu. Özgürlük tohumu yeşerdi. PKK hakikati Kürdistan toplumunun en derin köklerine nüfuz etti.
Özgür yaşamın miladı
Bugün Zap, Avaşîn ve Metîna da verilen savaş 15 Ağustos ruhunun görkemli zirvesidir. Evet, Türk devleti, Kürt ve Kürdistan’a dair hakikati, kendi zalim yalan düzeninin içinde yok edip bitirme histerisinden vazgeçmiş değildir. Pislikte, alçaklıkta, çirkinlikte, korkaklıkta, canilikte, hiçbir mikrobun, Türk devletinin tozuna bile yetişemediğini, kullandığı kimyasal ve nükleer silahlardan görüyoruz. Fakat hiçbir silah, Tanrının göğün altında yaşayan herkese verdiği bir nimet olan özgürlük düşüncesini yok edemez. Çünkü 15 Ağutos direnişi Kürdistan’da özgür yaşamın miladı olmuştur.
Kürdistan’da ki özgür yaşam paradigması, yoksulların, haksızlığa uğramışların, köleye dönüştürülmek istenenlerin kurtuluş pusulasıdır. NATO ve BM’nin Türk devletinin, Nükleer ve kimyasal silahlar kullanmasına sessiz kalmalarının nedeni insanlığa umut olan özgür yaşam paradigmasından duydukları büyük korkudur. Ama Kürtler gerillalarının peşinde artık kendi hayatlarının yaratıcısıdırlar. Dağların arasında süzülen Avaşîn, Xabur ve Zap suları gibi Kürtler, devletten, iktidardan, modern uygarlıktan daima uzak durdukları gibi ahlaki politik toplum paradigmasıyla özgürlüğe akıyor.
İSKAN AMED
KAYNAK: RAPERİNAGEL
YORUM GÖNDER