HALK BAHR’INDA YEŞEREN ÇİÇEK (3.BÖLÜM)
Hala gözümün önüne getiriyordum, kalabalığın içindeki tüm kadın arkadaşları acaba hangisiydi? Kafam allak bulak oldu ona yakın kadın arkadaş vardı, içlerinde hangisiydi? Rojbin ismi kime ait olabileceğini düşündüm. Ama sonuçta hangisi olduğunu çıkaramamıştım. İçimde bir korkunun bütün bedenimi sardığını sezinliyordum. Ellerim hafiften titremeye başlamıştı. Düşüncem bedenimden ayrılmış ve alıp başını gitmişti, gideceğim görevi düşünemez olmuştum, içime bir kurt düşmüş beni yiyip bitiriyordu. Kimdi acaba? Bu eyleme cesaret edebilecek, bile bile canını feda etmeye, hangi insan cesaret edebilirdi? İnanılmaz! aklımın alamayacağı bir durumla yüz yüzeydim. Sonra bir insanın parça parça, olduğu anı düşündüm ve düşünmesi bile korkutucu geliyordu. Kendimi onun yerine koydum, yapacağım anı düşündüm, o gücü kendimde yaratmaya çalıştım, yüreğim durdu ve nefes nefese kaldım, var olan gücümü de yitirdim. Çokça tehlikeden geçmiştim, her türlü eylemde yer almıştım, ölümü bile göze alıyordum, ama tünelin sonunda görünen ışık hepten beni cesaretlendiriyordu.
Her zaman kurtuluş ve ölüm bir dengede yürüyordu. Bazen ölüm ağır bassa da kurtulma şansıda her zaman vardı. Ama bu farklı bir eylem ve yaşamaya şans tanımayan, yüzde yüz ölümü barındırıyordu. Ölüm ise insanın biyolojik yaşamdan ayrılmasıydı. Ama pratikte bunun yaşamak, bambaşka bir durumdu. Yerinde zamanında eylemi gerçekleştirmek ve o anı yakalamak zordu. Herkeste bunun gereğini yapamazdı. Yapanların birçoğu ise gelişmelerde bir basamak önde olabilirdi. Ama o tarihe iz bırakmak istiyordu. Sıradan bir eylem değildi. Zaman mekân eylem biçimi ise bu tür eylemlerin temel koşuludur. Bunun bilincindeydim.
Yürüdüğüm yolu sanki ayaklarımla değil, duygularımla yürüyordum. Yüreğim duygu deryası olmuştu. Her zaman bu yolda yürüdüğümde takatten düşer yürüyecek gücüm kalmazdı. Ama bu gece farklıydı, yorgunluktan eser yoktu ve gözüme uyku girmiyordu. Birçok karışık duygu kafamı kurcalayıp duruyordu. Birçok soru cevapsız kalıyordu. Kimdi? Arkadaşlardan ayrılmış önde yürüyordum önde yürüdüğüm seyrek anlardan bir taneydi. Fiziğim ağırdı, hızlı yürümekte güçlük çekiyordum ve hep geride kalıyordum. Ayaklarımdaki ağrıyı hissetmiyordum.
Gece karanlığını yıldızlar süslemişti ve saman yolu uzayıp gidiyordu. Yüksek ovanın ışıkları Mergezer’ede kendini göstermeye başlamıştı ve önümüzü görmekten biraz kolaylık sağlıyordu. Sararmış otlar arasında incecik patika uzayıp gidiyordu. Köye doğru aşağıya indik. Görevimiz başarılı bir şekilde tamamlamış, geriye dönüyorduk.
O eylemin yapılması tartışmalarında bende vardım. İki kadın arkadaşın ısrarı karşısında yenik düşmüştü yönetim. Biri diğerinden önce gidip yapmak istiyormuş, işte bunlardan bir tanesi de Rojbin arkadaşmış. Sonradan çokça merak edipte öğrenmek istediğim bir türlü öğrenemediğim ikinci kadın arkadaş ise Berwar arkadaş olacaktı. Kendi kendime keşke o tür tartışmalara katılmasaydım diyordum. Nefesim bir an için olsa bile tutum ve hınçla dışarıya savurdum. Sonra insanın her şeyden daha değerli bulduğu yoldaşını ölüme uğurlamasını düşündüm. Acı bir duygu, gırtlağım düğümleniyordu ve beni nefesiz bıraktığını gördüm. Bu kadarına tahammül edemezdim. Kirpiklerimin ucunda bir damla gözyaşı yüzüme doğru aktı. Gidecek olan insanı hiçbir yerde görmeme ve tanımama rağmen yaşadığım zorlanma neyden kaynaklanıyordu. Bizi birbirimize bağlayan ruhtu ve o ruhun çeşmesi APOCU düşünceden akıyordu . Önder Apo’yu bir kere olsa bile görme şansına kavuşmuş değildim, Önder Apo’nun ruhuyla yaşıyorduk.
Rojbin arkadaşın yüzünü gözümün önünde canlandırırdım, bir insan olarak canlandıramıyor ve tapılması gereken bir melek olarak görüyordum. Sanki öyle bir insan yaşamamış gibiydi. Yol bitmek tükenmek bilmiyordu. Sabaha karşı doğuda yükselen çoban yıldızını arkamıza alıp ilerliyorduk.
Seher vaktinde zeytinli boğazına varmıştık. Cihazda çağrılıyordum. Acilen gölün üzerine gelmem gerektiğini söylediler, arkadaşlar yollarına devam ederken, ben gene yoldan saparak göle doğru yürüyordum. Oraya varmam için dakikalar kalmıştı. Kuşkusuz varır varmaz, ilk bakacağım şey yeşil kazaklı kadın arkadaşın kim olduğuydu. Güneş dağların ardında başını gösterir olmuştu. Taşlara çıkan keklik takımının ötüşü, yeniden çıkmakta olan taze çiçeklerin kokusu beni mest ediyordu. Yorgunluktan bitkin düşmüş, yüzüm sararmış, gözlerim çukura kaçmıştı, adım atacak takatim kalmamıştı. Başımı önüme eğmiş, savsaklaya savsaklaya yürümeye devam ediyordum. Yerli yersiz düşerek yerlerde debeleniyor, acılar içinde silkinerek ayağa kalkıyor ve yürümeye devam ediyordum. Hiç dinlenmeksizin on dört saattir ayakta ve yol yürüyordum. Şimdi ise noktanın altına varmış, önümde normalde beş dakikalık yol kalmıştı. Fakat bu halimle yirmi dakikalık bir yol almıştım. Noktanın altında bir yükselti vardı, ayaklarım beni taşıyacak gibi değildi. Suyun kenarında durarak elimdeki pet şişesini doldurup, içine her ihtimale karşın sürekli yanımda bulundurduğum tuz ve limontuzu koyarak karıştırdım. Biraz olsun ayaklara güç verip, bedenimi kendine getirir diye o karışımdan bir yudum içtim. Aşırı terlemeden kaynaklı, vücudum kurumuş tuz kaybına uğramıştı.
Silahımı ucundan yakalayarak omzuma koydum ve yola devam ettim. Ah şu noktalarımızın önündeki son yükseltiler olmasa diyordum kendi kendime. Hiç mi hiç aşılamıyor, aşılması da hayli güç oluyor diyerek oflanıyordum. Aralıklı dinlenmelerle tepeye vardım. Hafif bir düzlük ardında arkadaşların yanına varacaktım. Bu perişan halimle arkadaşların yanına gitmek istemediğim için elimi yüzümü buz gibi suyla yıkayarak sık adımlarla ilerledim.
Güneşlenmek için taşların üstüne oturmuş arkadaşların yanına giderek selam verdim. Bir yandan Kendal arkadaşla görev hakkın da tartışırken diğer yandan da üzerindeki yeşil kazaklı kadın arkadaşı görmek için etrafa bakınıp duruyordum. Orada sadece erkek arkadaşlar vardı, kadın arkadaşlar ise mangada kahvaltı yapıyorlardı. Geldiğimi duyan kadın arkadaşlardan biri, kahvaltı yapmam için beni mangaya davet etti. Geleceğimi söyleyerek görev tekmilimi verdikten sonra gidebildim. Kendal arkadaşla mangaya doğru yürürken, dün gece baya yol yürümenin verdiği yorgunlukla, uykusuzluk, beni iyicene bitkin düşürmüştü ve açlığın önüne geçtiğini gördüm. Her şeyden önce biraz uyuyarak kendimi toparlamak istiyordum. Aç halimle bunu yapamayacağımı da biliyordum. Bir şeyler atıştırmak ve ardında kıyıda köşede bir yerlere uzanarak yatmak istemi, daha baskın geliyordu.
Yorgunluğumu belli ettirmemeye çalışsam da her halimden belli oluyordu. Manganın önüne vardığımızda Kendal arkadaş müsaade isteyerek bekledik. Buyurun dediklerinde Kendal arkadaş önde ben arkada manganın içine girdik. İçeriye girer girmez gözüme ilk ilişen yeşil kazaklı kadın arkadaş oldu.
Tebessüm ederek kolay gelsin dediğini duymamıştım. Yüreğimde beynimde şimşekler çakıyor ve yüreğim yerinden oynuyordu. Saçlarımın telleri diken diken olmuş, gözlerim dışarıya fırlamış, hiçbir şey ama hiç bir şey düşünemez olmuştum, ayaklarımda dizlerimde derman kalmamış. Sanki beni ayakta tutan gücümü de yitirmiştim. Dehşete kapılmış, konuşmaktan kesilmiş ve gözlerimle olup biteni anlamaya çalıştım. Bir anda her şeyi yanlış gördüğümü sezinledim sadece bir hayal ya da bir sis perdesiydi gördüklerim. Doğru olamazdı yanlış görmüştüm ya da öyle olmasını istedim ve isteğim sadece bir avuntudan ibaretti. Gerçekler ise gözümün önünde bir hayal gibi duruyordu. Boğazıma düğümlenen acıları yutkunuyordum ve kısık nefeslerle dışarıya savuruyordum. Birileri gördüklerimin gerçek değil yanlış görüyorsun demesini ne kadar çok isterdim. Kendimi avutabileceğim bir gerekçe arıyordum. O gerekçenin de bir gerçeğe dönüşmesi bir o kadar isterdim.
İkinci defa kolay gelsin sözü ile ancak kendime gelebilmiş ve cevap verebilmiştim. Halen bakarak gülüyordu. Yeşil kazaklar içinde Sevra arkadaşın parlayan gözlerinin ışıltısını gördükçe dayanılmaz oluyordu benim için. Ama bunun adı Rojbin değildi ki, bildim bileli adı Sevra ve biz Sevra Arap olarak hitap ediyorduk. Belki de kazağı ödünç almıştır diye düşündüm.
Sevra arkadaş, belki çok yorulmuşsun gel de bir şeyler atıştır. Yorgun haline çay iyi gider diyerek tüp üzerinde sıcak kalsın diye konulan çaydanlığı alıp bardakları dolduruyordu. Saçlarını arkada toplamış, kazağın kolunu kıvırmıştı. Şeker kavanozuna kaşığı daldırarak şekerinizi nasıl atayım, diye sorunca, büsbütün utanarak hayır ben atarım diyerek, kaşığı elinden almaya çalıştıysam da boşunaydı, atmakta ısrar ediyordu. Arada bir beni sohbete çekmek için çeşitli sorular soruyor. Ben ise kaçamak cevaplarla işi geçiştirmeyi çalışıyordum.
Kadın arkadaşlardan biri “Rojbin arkadaş anladığım kadarıyla siz eskiden tanışıyorsunuz.” Deyince. Rojbin arkadaşta: “Biz beraber katıldık ve iki yıl beraber kaldık. O zaman çocuk denecek kadar küçüktü ama şimdi baya büyümüş, nerede ise tanımayacaktım. Ama bir yanı var ki hiç değişmemiş, o zamanda öyleydi, şimdide öyle kadın arkadaşlardan fazlasıyla utanıp çekiniyor.” dedi. Ama ben ise sesiz sedasız. Kadın arkadaşın “Rojbin” olarak ona hitap etmesi ve adını böyle ağzına almasıyla tutunduğum son dalı da yitirmiştim. Demek ki adını değiştirmiş Rojbin olarak koymuş ve giydiği yeşil kazak ödünç değil kendisine aitti.
Mutluluğundan kabına sığamıyordu. Sanki bayrama gidercesine heyecanlı, telaşlı ve sabırsızdı. Bu durumun karşısında bir kez daha şaşırmıştım. Ölüme giden bir insanın endişeli biraz olsun korku duyması gerekmez miydi? Ama bu tablo ölüme giden bir insanın çizdiği bir tablo değildi. Adeta onun yerin ben korkuyordum ve o duyguları ben yaşıyordum. Ölüme ben gidiyordum. Gün boyu bütün pratik çalışmalara koşuyordu ve yorgunluk nedir? Bilmiyordu! O durumda bile esprileriyle de arkadaşların gülmesini, üzülmesini istemiyordu. Ve her anını dolu dolu yaşıyordu. O kararını vermişti, kararında keskin ve netti. Bazen gidip mayıncı arkadaşa bombanın yapılışında yardım ediyor, eline alıp bebek gibi tutuyordu. Eksik kalan yanına dikkat çekiyor, biçimine de önem gösteriyordu. Sonra tekrar arkadaşların yanına geliyordu. Sevgi özlem dolu bakış ve davranışlarıyla arkadaşları kalbinin her köşesine saklıyordu.
İçim içimi yiyordu. Kendimi Rojbin arkadaşa bakmaktan alı koyamıyordum. Her hareketini her konuşmasını hafız ediyordum. Anlamlı bir eylemin tarihini yazmak ve o tarihi canlandırmak için nasıl bedeller verildiğine biz de şahit oluyorduk. Rojbin arkadaş her anını da dolu dolu geçirmek ve anlamlandırmak için oturmuyor. Oradan oraya koşuşturuyor. Bir bakıyorsun yemek yapıyor, çay yapıyor. Bir yandan da arkadaşlarla ateşli bir tartışmaya dahil oluyordu. Her sözü bir nasihatti ilgiyle dinliyordum. Konuşmaları su gibi akıyordu beynime ve hafızamda kaydediyordum. Rojbin arkadaş ise arkadaşlarla geçireceği son günlerini yılları sığdırmak istiyor ve anı anına yaşamak için her şeyi yapıyordu. Acele ediyordu. Sanki kaçırdığı bir uçağın randevusundaydı. Onun için her şey anlamlıydı son günün tadını çıkarıyordu.
“Bir an bile olsa ölüm sözcüğünü ağzına almadı. Görüşeceğiz, tekrar bulaşacağız. Üzerine gideceğim eylem benim için ölüm değil yeniden yaşamak yeniden doğmaktır, özgürce bir defa doğacağım kaybedecek hiçbir şey yok ama kazanılacak bir tarihtir. İnsan olma mutluluğu erdemine varmaktır.” Diyordu. Arkadaşlara bakarak içi içini yiyordu. Sanki bazılarıyla yarışıyordu acele etmem lazım ben eylemi önce yapmam lazım, o değil. O dediği bilinmeyen bir isim bir sırdı. O isim gizemliydi ve ilgili çevreler dışında kimse bilmiyordu.
Uzakta taşlardan birine oturmuş onu seyrediyordum. Üzerinde sarı elbise, yeleğini indirmiş rahtı belinde bir o yana bir bu yana koşuyordu. Arkadaşlar müdahale ediyor ve arkadaşları dinliyordu. Vakit kalmamış yapmadığı birçok şeyi ve düşündüğü birçok şeyi yapmaya çalışıyordu. (Bir Kürt’ ten daha çok Kürt. Fizik olarak da Kürtlere de çok benzeyen, temiz bağlı, engin zekaya sahipti) Vakit öğlenden sonra ikindi olmuştu. Elinde fotoğraf makinesi ile gelerek, bütün arkadaşları yanına çağırdı. ben uzaklarda kalarak onları sadece seyretmekle yetindim. Kan ağlayan yüreğimle matemine kapılmıştım. Suçluluk duygusu beni iyice bitiriyordu. Keşke hiçbir zaman hiç tanımasaydım hiç beraber kalmasaydım, görmeseydim. Çehresini gördükçe içim kan ağlıyor, gizlice birkaç göz yaşı döktüm ve görmesinler diye mendille hemen siliyordum. Şimdi aramızda uçup gidecek ve bir daha dönmeyecek kendi ellerimle uğurlayacağım, normal bir eylem gibi yaklaşacağım, bunu kaldıramazdım.
Gizliden kaçıp gitseydim hiç kimseye görünmeden, ya da bir taşın arkasına saklanarak gönlümce ağlamak yüreğimdeki acıyı gözyaşlarımla silmek istedim. Uzakta Rojbin arkadaş “Özgür arkadaş” diye seslendi gel beraber fotoğraf çekelim dedi. İsteksiz ve yorgun bir edayla ona doğru yürüdüm. Gel diyordu elimden kaçamasın diyerek, fotoğraf makinesini Sakine arkadaşa verdi. Berivan arkadaşı da çağırarak beraber fotoğraf çekeceğiz dedi. Ben itiraz ettim. Ama beni dinlemeyerek elimden tutarak ve zorla da olsa götürdü. Artık kıracak değildim ömrümde ilk defa bir kadın arkadaşla fotoğraf çekecektim. Benim için ilklerden bir taneydi. Kamara karşısında sararmış betim bezim atmıştı. Tam fotoğraf çekileceği sırada elini kaldırarak, “vay kurnaz vay” dedi. “Bizimle çekiyorsun ama yine de kenarda duruyorsun, gene ucuzundan sıyrılmak istiyorsun işin içinde, yutar mıyım?” dedi. O kadarına razı olmuş bir halde sessiz sessiz kenarda durarak çekmesini beklediğim anda. Rojbin arkadaşın o müdahalesine şaşırdım. “Hele bak sen şuna diyerek gel gel ortaya gel sen ortada olacaksın senin gidi feodal adam” dedikten sonra beni ortaya koydu.
Ben de bu defa elinize düştüm ama bir daha düşmeyeceğim diyerek ortaya gittim. Fotoğraf çekildikten sonra, beraber farklı açılardan ve ayrı manzaralarda fotoğraf çekimi yapıldı. Yanımızdan ayrılarak bombanın tamamlanıp tamamlanmadığını öğrenmek için eline alıp bakıyor ve kontrol ediyor yerine koyup nasıl patlatacağını öğreniyordu. Kısa bir süre sonra bütün hazırlıklar tamamlanmış gitme zamanı gelmişti. Heyecanlı acı dolu bekleyiş ve hiç bitmek istemediğim bir gün çar çabuk bitmişti. Olanlar ve olacaklara halen inanamıyor ve inanmakta istemiyordum.
ÖZGÜR DENİZ (Devam edecek)
PAJK.ORG
YORUM GÖNDER