HAKİKAT YOLDAŞLIĞI (1.BÖLÜM)
"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım." Bruno
Hakikate Kısa Bir Bakış;
Hakikatin kendisini oluşturmakta olduğu süreç, bilebildiğimiz en eski başlangıç noktası olan (öncesinin de olabileceğini gözden kaçırmadan) büyük patlama ile başladı ve işliyor. Bugün bunun adına, evrim (evrenin kendisini yaratma süreci) diyoruz. Özünde bir gerçekleşme, kendi anlamına kavuşma olan bu süreç, evrensel zeka ile yakından bağlantılı bir oluşumu ifade etmekte. Hakikat nesnel gerçekliğin düşüncedeki yansıması olarak ifade ediliyor. Bu anlamıyla tüm evrensel tasarımlar aynı zamanda bir düşünceye tekabül ediyor yani bir hakikate kavuşuyor. Töz, tin, zeka, tanrı-ruh, tanrı-doğa adına ne derseniz, belli bir amaç doğrultusunda, iradi bir gelişim seyrinin kendisini vücuda kavuşturduğu açık. Tamamlandı mı, yoksa anlama kavuşan her gerçekleşme ile kendisini biraz daha kendi amacına mı yakınlaştırıyor?
Bu amaç ne midir? Önderlik; “özgürlük adeta evrenin amacıdır diyesim geliyor. Evren gerçekten özgürlük peşinde midir diye kendime sıkça sormuşumdur” cümleleri ile aslında evren hakkındaki meylini ortaya koydu. Evreni işleten zeka, özgürleşme eğilimi içerisinde her geçen gün kendisini daha fazla gerçekleştirme kararlılığındadır. Her gerçekleşme aslında bu amacın bir sonucu olmaktadır. Amaçsızlık, anlamsızlık, başıboşluk evrende asla kabul edilmeyen ve olmayan bir durumun ifadesi olmaktadır. Ve varlığa kutsallık atfeden de bu gerçekleşme biçimi olmaktadır. Kutsallık bu anlama sahip olma, bu amaca sadık kalma ve bunun gereklerine göre kendini yaratmanın kendisi oluyor. Zıddını ifade eden ise lanetliliğin ta kendisidir.
Tabii evren özgürlük amacıyla kendisini yaratırken, bunun bir ispatının da olması gerektiği açık. Anlam anlaşılma çabasından kaynaklansa gerek. Eğer bir tanık (birbirine tanıklık) olmayacaksa, varlık nedir ki? İnsan, kendisini düşünen evren olarak tanımladığında, evrenin kendisini neden düşünmeye gerek duyduğu sorusu karşımıza çıkıyor. O zaman evren aslında kendisini kendisine kanıtlamaya ve tanıtmaya çalışıyor demek gerekmektedir. Tüm yaratımlar evrenin kendisini tanımasının yolları oluyor. Evren, insan üzerinden kendi kokusunu alıyor, kendi renklerini görüyor, kendi sesini duyuyor, seviyor, üzülüyor, mutlu oluyor ve acı hissediyor; yani kendi farkına varıyor. Bu nedenledir ki insana, kendi farkında olan doğa deniyor.
Toplumsallıktaki Hakikat;
Demek ki kendi farkına varma, kendini bilme bir evren eğilimi, evrensel aklın en temel çabası oluyor. İnsanın kendisini tanımasıyla beraber başlamış olan hakikat arayışçılığı da bu eğilimin bir sonucu. İnsandaki ilk kendi farkına varma ise, insan toplulukları olarak toplumsallığa geçişle beraber gerçekleşen bir durum. İlk klanın düşünüş biçimleri, hakikati en derinden anlama çabaları olmaktadır. Kendisi ve çevresi hakkındaki ilk tahayyülleri, aslında kendisi ve evren-doğa hakkında ulaştığı anlam kırıntıları olmaktaydı. Bu kırıntılar her ne kadar gerçeğin çok sınırlı bir gözlemine ve bilgisine dayansa da, düşünüş biçiminde sezgisellikten kopmamış olmak, onu en temel hakikat bilgilerine ulaştırmaktaydı. Toplumsallık da onun hakikati, yaşayış biçimi olarak şekil almaktaydı. Hakikatin özüne bu yaşam içerisinde varılmış, aidiyetler bu kültür içerisinde vücut bulmuş ve her türlü kavram gücü bu toplumsallaşma içerisinde gerçekleşmiştir.
Toplumla beraber üretmiş ve tüketmiştir. Kimse bir başkasının emeği üzerinde kendisini yaşatmayı aklına bile getirmemiştir. Emeksizliğin insanın tükenişi olduğunu çok iyi anlamış ve çalışmaya ait ne varsa kutsamıştır. Tüm faaliyetlerini toplumsallığın yüceliğine varmanın coşkusuyla, bayram havasında yerine getirmişlerdir. Hayatın kendisi bayram havasında yaşanmıştır. Toplum biçiminde var olmak en büyük mutluluk kaynağı olurken, toplum dışı kalmak, anlamdan kopmakla, lanetlilikle eşdeğerde tutulmuştur. Toplumsallığa ait her şey kutsanmıştır.
Bütün var oluşlar, tek bir birliğin içerisinde kendi farklılıklarıyla meydana gelmiş hakikatler olarak anlamlarına kavuşurlar. Günümüzün bile en karmaşık teolojik, felsefik, sosyolojik disiplinlerinin halen cevap vermekte zorlandıkları bu hakikat konusu, ilk klan insanın kendi yaşam gerçeğinin adıdır. En çocuksu düşünce yapısıyla bile tüm varlıkların kendi anlamları içerisinde bir bütünü ifade ettikleri düşüncesine ulaşılması, klan insanlarının hakikate ne kadar yakın olduklarını, ne kadar hakikatli yaşadıklarını göstermektedir. Yani klan yaşamı, günümüzdekinden çok daha fazla yaratılışın özüne uygun düşmektedir. Çünkü klan yaşamı, hakikatin kendini ispatlama çabası olarak her an daha fazla farkına varılan bir kutsanma hali anlamına gelmektedir. Orada hakikatin yolu, hakkın yoluna o da insana açılan kapıya çıkmaktadır. Bir anlamda da insanın kendisi, hakikatin gerçek yolu demektir.
Kendisini insanlığın ilk hafızası olarak şekillendiren bu zihniyet yapıları, bu düşünüş biçimleri, bu toplumsal gerçeklikler, en derin insan, toplum ve doğa hakikatlerinin oluşmasına neden olmuştur. Bunlar özgürlüğe, eşitliğe, komünaliteye, ortak mülkiyete, paylaşıma ve dayanışmaya dayalı hakikatler olarak şekillenmiş, asla vazgeçilmeyen değerler olarak tüm toplumsal dokularda kendisini yaşatarak günümüze kadar ulaşmışlardır.
Toplumsal yaşamın dayandığı bu zihniyet yapısı, ahlaki ve kültürel değerler, güçlü bir toplumsallığı ortaya çıkarırken, kendisiyle beraber çok büyük maddi değerlerin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. İşte, tarih içerisindeki çatallaşma, bu dönemin arkasından bir takım faktörlerin de oluşması sonucunda ortaya çıkmıştır. Artık tarih, iki ana nehir olarak yan yana akan ve sürekli bir mücadele içerisinde olan iki temel hakikat biçiminde gerçekleşmektedir. Bir tarafta tüm toplum yaratımlarına el koyarak, bu değerler üzerinde kendisini talan, sömürü ve tekele dayalı yaşatan ve toplum yaşamını kendi iktidarına uygun olarak inşa etmek isteyen devletli uygarlık, diğer tarafta ise kendi hakikatini paylaşımda, ortak üretim ve tüketimde bulan, kendi kimliğini toplumsal ahlak ve kültür değerlerinde ifade eden, komünal yaşam ilişkilerinden başka ölçü tanımayan demokratik uygarlık...
İnsanlığı devletin donuk zihniyet karanlığına boğmak isteyen merkezi uygarlık güçleri karşısında, daha ilk elden toplumsal güçler kendi hakikat rejimlerini arama yoluna çıkmışlardır. Doğa-evrenden kaynağını alan ve toplumsal gerçeklikte bir ifadeye kavuşan hakikate dayanarak kendi düşünce sistematiklerini oluşturan ve bu çerçevede toplumsal gerçekliklerini iktidar karşısında korumaya çalışan bir gelenek böylelikle oluşmaya başlıyordu. Tüm çabaları evreni, doğayı, toplumu ve insanı tanıyarak varlığı gerçek anlamına kavuşturmak ve evrenin amacı olan özgürlüğe olanak sağlamak olan bu hakikat arayışlarının ortaya çıkardığı gelenek, komünal toplum yapılarının zihniyet faaliyetlerini oluşturuyordu. Son tahlilde bunlara peygamber, ermiş, bilge, alim, filozof, bilim insanı gibi isimler de verilmiş olsa, bunların özü itibari ile hakikat arayışçıları olarak adlandırılmaları, belki de geleneği daha yerinde tanımlamış olacaktır.
DERLEME
YORUM GÖNDER