TOPLUMSAL CİNSİYET 2.BÖLÜM
TOPLUMSAL CİNSİYET KİMLİĞİ VE CİNSELLİK: İKİ KURAM Freud'un Toplumsal Cinsiyet Gelişim Kuramı; Toplumsal cinsiyet kimliğinin ortaya çıkışı konusundaki belki de en etkili ve çok tartışılan kuram, Sigmund Freu'un kuramıdır. Freud'a göre, bebek ve küçük çocuklardaki toplumsal cinsiyet farklılıklarını öğrenmenin merkezinde, penisin varlığı ya da yokluğu yer almaktadır. 'Benim bir penisim var' deyişi, 'Ben bir erkeğim' deyişine özdeş iken 'Ben bir kızım' deyişi ise 'Benim bir penisim yok' deyişine özdeştir. Freud, buradaki sorunun yalnızca anatomik ayrılıklar olmadığını söylemeye özen gösterir; penisin varlığı ya da yokluğu, erkeklik ya da kadınlık için bir simgedir. ; Bu kurama göre, yaklaşık dört ya da beş yaşlarındaki bir erkek çocuğu babasının kendisinden beklediği disiplin ve özerklik yüzünden, onun kendi penisini kesmek istediğini düşleyerek kendisini tehdit altında hisseder. Çocuk kısmen bilinçli olsa da, çoğunlukla bilinçsiz bir biçimde babasını, annesine duyduğu bağlanmaya karşı bir rakip olarak görür. Annesine duyduğu erotik duygulan bastıran ve babasını üstün bir varlık olarak gören çocuk, kendisini babasıyla özdeşleştirir ve kendi erkek kimliğinin farkına varır. Çocuk annesine duyduğu aşkı, bilinçsiz nitelikteki babasının kendisini hadım edeceği korkusuyla bırakır, öte yandan kızların, 'penis kıskançlığı' duydukları varsayılır çünkü, erkek çocuklarını ayırt eden görünür bir organa sahip değildirler. Annesi, kız çocuğunun gözündeki önemini yitirir çünkü, onun da penisi yoktur ve bir tane bulamıyor görünmektedir. Kız kendisini annesiyle özdeşleştirdiğinde, 'ikinci en iyi'nin farkedilmesinde içerilen boyun eğme tutumunu devralır. Bir kez bu aşama bittiğinde, çocuk erotik duygularını bastırmayı öğrenmiş olur. Freud'a göre, yaklaşık beş yaşından ergenlik çağına kadar olan dönem bir örtüklük dönemidir cinsel etkinlikler, ergenlikte ortaya çıkan biyolojik değişmeler erotik istekleri doğrudan bir biçimde yemden etken hale getirene kadar askıya alınır. Okulun başlangıcıyla ortalarını kapsayan bu örtüklük dönemi, aynı cinsiyetten oluşan yakın arkadaş gruplarının, çocuğun yaşamındaki öneminin en fazla olduğu bir dönemdir. Freud'un görüşlerine, pek çok başka yazarın yanında özellikle feministler tarafından önemli eleştiriler yöneltilmiştir (Mitcheü 1973; Cu ward 1984). İlk olarak, Freud, toplumsal cinsiyet kimliğini, cinsel organların farkedilmesiyle gereğinden fazla eşleştiriyor gibidir; burada kesinlikle başka, daha incelikli etkenler de sözkonusudur. İkinci olarak, kuram, penisin, yalnızca erkeklik organının yokluğu diye düşünülen vajinadan daha üstün olduğu anlayışına bağımlı gibidir. Neden kadın cinsel organları erkeğinkilerden daha üstün olmasın ki? Üçüncüsü, Freud babayı, birincil disiplin edici eyleyen olarak görmektedir; ne ki, pek çok kültürde, anne disiplinin uygulanmasında daha önemli bir rol oynar. Dördüncüsü, Freud, toplumsal cinsiyetin öğrenilmesinin, dört ya da beş yaş civarında yoğunlaştığına inanmaktadır. Daha sonraki yazarların çoğunluğu, bebeklikte başlayan, daha önceki öğrenmenin önemini vurgulamışlardır. Chodorovv'un Toplumsal Cinsiyet Gelişimi Kuramı; Toplumsal cinsiyetin gelişimini inceleyen pek çok yazar Freud'un yaklaşımını kullanmışsa da, bu yaklaşımı kimi önemli bakımlardan değiştirmişlerdir. Buna bir örnek, sosyolog Nancy Chodorovv'dur (1978, 1988). Chodorovv, kendisini erkek ya da kadın olarak görmeyi öğrenmenin, bebeğin erken bir yaşta anne babasına bağlanmasıyla ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Chodorovv, babanın yerine annenin önemini, Freud'un yaptığından çok daha fazla vurgulamaktadır. Bir çocuk, yaşamının ilk dönemlerinde, annenin kendi üzerindeki etkisinin kolayca en baskın etki olması nedeniyle, anneye duygusal olarak bağlanma eğilimi taşımaktadır. Bu bağlanma, ayrı bir benlik duygusuna erişmek için bir noktada kopar çocuk, daha az sıkı bir bağımlılık içine girmelidir. Chodorovv, bu kopuş sürecinin, erkek ve kız çocuklarında ayrı ayrı yollardan gerçekleştiğini ileri sürmektedir. Kızlar, annelerine yakın olmayı sürdürürler örneğin, anneyi kucaklama, öpme ve onun yaptıklarına öykünme olanağına sahip olarak. Anneden kesin bir kopuş olmaması yüzünden, kız çocuk, sonra da yetişkin kadın, başka insanlarla daha bağlantılı bir benlik duygusu geliştirir. Kadının kimliğinin, bir başkasının kimliğiyle kaynaşmış ya da onunkine bağımlı olma olasılığı daha fazladır: îlk olarak annesininkine, daha sonra da bir erkeğinkine. Chodorovv'a göre bu, kadınlardaki duyarlılık ve duygusal sevecenlik özelliklerini ortaya çıkartır. Erkek çocuklar bir benlik duygusunu, kendilerinin başlangıçtaki anneye yakınlıklarını kökten bir biçimde, kendi erkeklik anlayışlarını kadınsı olmayandan türeterek yadsıma yoluyla elde ederler. Onlar, 'kız kardeş gibi' ya da 'anasının kuzusu' olmamayı öğrenirler. Bir sonuç olarak, erkek çocukları, başkalarıyla yakın ilişki kurabilmekte görece daha beceriksizdirler; dünyaya bakmanın daha çözümsel yollarını geliştirirler. Kendi yaşamlarına ilişkin olarak, başarı üzerinde duran, daha etken bir bakışı benimserler; ne ki, kendilerinin ve başkalarının duygularını anlayabilme yeteneklerini bastırmışlardır. Chodorovv, Freud'un vurgusunu, bir dereceye kadar tersine çevirmektedir. Kadınlık yerine erkeklik bir kayıpla, anneye olan sıkı bağlılığın yitirilmesiyle tanımlanmaktadır. Erkek kimliği, ayrılma yoluyla biçimlenmektedir; bu yüzden, erkekler yaşamlarının daha sonraki dönemlerinde, başkalarıyla yakın duygusal bağlar içine girdiklerinde, bilinçsiz olarak kendi kimliklerinin tehlikeye düştüğünü duyumsarlar. Kadınlar, öte yandan, bir başka kişiyle olan yakın ilişkinin yokluğunun kendilerine olan güvenlerini tehdit ettiğini duyumsarlar. Bu kalıplar, çocukların erken yaşlardaki toplumsallaşmasında, kadınların oynadığı birincil rol nedeniyle bir kuşaktan ötekine aktarılırlar. Kadınlar kendilerini esas olarak ilişkiler bakımından tanımlar ve dile getirirler. Erkekler bu gereksinimleri bastırırlar ve dünyaya karşı daha güdümleyici bir tutumu benimserler. Chodorow'un çalışmaları, çeşitli eleştirlerle karşılaşmıştır. Janet Sayers, örneğin, Chodorovv'un kadınların, özellikle günümüzdeki, özerk, bağımsız varlıklar olma savaşımlarını açıklamadığını ileri sümüştür (Sayers 1986). Sayers, kadınların (ve erkeklerin) ruhsal yapılarının Chodorovv'un kuramının ileri sürdüğünden daha çelişkili olduğunu belirtmektedir. Kadınsılık, yalnızca belirli bağlamlarda açığa çıkan saldırganlık ve iddialı olma duygularını gizleyebilir (Brennan 1988). Chodorow ayrıca, beyaz, orta sınıf aile modeline dayanan dar aile anlayışı yüzünden de eleştirilmiştir. Örneğin, anne ya da babadan yalnızca birisinin bulunduğu evlerde ya da çocukların birden fazla yetişkin tarafından büyütüldüğü ailelerde ne olacaktır? Bu eleştiriler, Chodorovv'un önemli olmayı sürdüren düşüncelerini çökertmemektedir. Bu düşünceler, kadınlığın nitelikleri hakkında bize çok şey öğretmektedir ve erkek dile getirememezliği denen şeyi erkeklerin duygularını başkalarına göstermekte çektikleri güçlüğü anlamamıza yardımcı olmaktadır. İNSAN CİNSELLİĞİ: Toplumsal cinsiyet farklılıkları üzerine yapılan çalışmalarda olduği gibi, insanın cinsel davranışı hakkındaki, bunun karşıtı olarak toplumsal ve kültürel etkilerin önemine karşı biyolojinin önemi üzerinde de araştırmacılar anlaşmazlık içindedirler. Toplumsal cinsiyet farklılığı ve cinsellik üzerine yapılan araştırmalardaki önemli bir ortak nokta, her iki alanın da insanları anlayabilmek için hayvanlara bakmasıdır. Öncelikle, biyolojik savların kimilerine ve savların doğurduğu eleştirilere bakacağız. Bunun ardından, cinsel davranış üzerindeki toplumsal etkileri inceleyeceğiz; bu da bizi insan cinselliğindeki çok büyük değişmeleri tartışmaya götürecektir. Biyoloji ve Cinsel Davranış; Cinselliğin biyolojik bir temeli olduğu ortadadır çünkü, kadın anatomisi, erkek anatomisinden farklıdır; orgazm deneyimi de farklılık gösterir. Ayrıca, çoğalmak için biyolojik bir zorunluluk vardır; başka türlü, insan türünün soyu tükenirdi. Kimi biyologlar, erkeklerin neden kadınlara kıyasla uçkurlarına daha düşkün olduklarının evrimsel bir açıklaması olduğunu ileri sürmektedirler. Bunun için öne sürülen sav, erkeklerin biyolojik olarak, tohumlarının hayatta kalma şansını en yükseğe çıkarmak için, olabildiğince çok kadını gebe bırakmaya eğilimli olduklarıdır. Belirli bir anda döllenebilecek yalnızca bir tek yumurtaları bulunan kadınların, böyle biyolojik çıkarları yoktur. Bunun yerine, çocuklarını korumak için kullanılacak biyolojik kalıtın korunabilmesi için istikrarlı eşler isterler. Bu sav, hayvanların cinsel davranışları üzerine yapılan, erkeklerin olağan olarak aynı türün dişilerine kıyasla uçkurlarına daha düşkün olduklarını gösterme savındaki çalışmalar tarafından da desteklenmektedir. Ne ki, daha yenilerdeki çalışmalar, hayvan krallığındaki dişi sadakatsizliğinin gerçekte oldukça yaygın olduğunu ve pek çok hayvanın cinsel etkinliklerinin, düşünüldüğünden daha karmaşık olduğunu göstermiştir. Bir zamanlar, dişilerin yavruları için daha üstün bir genetik kalıt potansiyeli en fazla olan erkeklere eş olduğuna inanılırdı. Ancak, dişi kuşlar üzerine yapılan, dişi kuşların fazladan bir eşi, genleri için değil ancak yavruları için daha iyi bir baba olduğu ve onları yetiştirmek için daha iyi bir yuva sağladığı için seçtiklerini ileri süren yeni bir çalışma bu sava karşı çıkmaktadır. Bu çalışmanın vardığı sonuç şudur: "Çiftleşmede, spermin aktarılmasından çok daha fazlası sözkonusudur. Bu dişiler, geleceklerini düşünüyor olabilirler' (Angier 1994'ten aktarma). Bu tür araştırmaların sonuçları, özellikle insan cinsel davranışı bakımından deneme niteliğindedir. Göreceğimiz gibi, cinsellik bütünüyle biyolojik özelliklere yüklenemeyecek kadar karmaşıktır. Cinsel Davranış Üzerindeki Toplumsal Etkiler; İnsanların çoğunluğu, bütün toplumlarda, heteroseksüeldir duygusal bağlanma ve cinsel zevk için öteki cinse yanaşılar. Heteroseksüellik, her toplumda evlilik ve ailenin temelidir. Yine de, azınlıkta kalan pek çok cinsel tercih ve eğilim de vardır. Judith Lorber, insanlar arasındaki on gibi yüksek bir sayıdaki cinsel kimliği ayırt etmektedir: heteroseksüel kadın, heteroseksüel erkek, eşcinsel kadın, eşcinsel erkek, biseksüel kadın, biseksüel erkek, transvesti kadın (düzenli olarak erkek gibi giyinen bir kadın), transvesti erkek (düzenli olarak kadın gibi giyinen bir erkek), transseksüel kadın (Jan Morris gibi, kadın olan bir erkek) ve transseksüel erkek (erkek olan bir kadın). Cinsel pratiklerin kendileri daha da çeşitlidir. Freud insanlara, 'çokbiçimli sapıklar' demekteydi. Bununla, insanların çok çeşitli cinsel zevkleri olduğunu ve bu zevkleri, belirli bir toplumda, kimilerinin ahlakdışı ya da yasadışı diye görülmelerine karşın, izlediklerini kast etmekteydi. Freud araştırmalarına ilk olarak, pek çok insanın cinsel bakımdan iffet düşkünü olduğu on dokuzuncu yüzyıl sonlarında başlamıştı; yine de, buna karşın, hastalarının cinsel uğraşları inanılmaz derecede çeşitlilik sergilemekteydi. Olası cinsel pratikler arasında şunlar vardır: Bir erkek ya da kadın, kadınlar, erkekler ya da her ikisiyle birden cinsel ilişkiye girebilir. Bu, aynı anda tek kişiyle ya da üç ya da daha fazla kişiyle olabilir. Kişi kendisiyle cinsel ilişki kurabilir (elle doyum) ya da hiç kimseyle kurmayabilir (bakirlik). Kişi transseksüellerle ya da erotik olarak karşı cinsin giysilerini giyen kişilerle ilişki kurabilir; pornografi ya da cinsel oyuncakları kullanabilir; sadomazoşist (bağlanmakla acı çekmenin erotik kullanımı) olabilir; hayvanlarla cinsel ilişki kurabilir, vs. (Lorber 1994). Bütün toplumlarda, kimi pratikleri onaylarken ötekilerine engel olan ya da kınayan cinsel normlar vardır. Ne ki, böyle normlar, farklı kültürler arasında oldukça değişkenlik gösterir. Eşcinsellik buna bir örnektir. Daha sonra tartışılacağı gibi, kimi kültürler eşcinselliği ya hoşgörmüşler ya da kimi bağlamlarda etken bir biçimde özendirmişlerdir, örneğin, antik Yunanda, erkeklerin oğlanlara duyduğu sevgi, cinsel sevginin en yüce biçimi olarak idealleştirilmiştir. Kabul edilmiş cinsel davranış türleri de, cinsel tepkilerinin çoğunluğunun doğuştan gelmek yerine öğrenilmiş olduğunu bilmemizin bir yolu olacak biçimde, kültürden kültüre değişmektedir. Bu konudaki en kapsamlı çalışma, kırk yıl önce, iki yüzden fazla toplumdan elde edilmiş antropolojik kanıtları derleyen Clellan Ford ile Frank Beach (1951) tarafından yapılmıştır. Neyin 'doğal' cinsel davranış diye görüleceğine ve cinsel çekicilik normlarına ilişkin olarak çarpıcı farklılıklar gözlenmiştir, örneğin, kimi kültürlerde, cinsel birleşme öncesindeki, belki de saatler süren ön oyunlar, istenir ve hatta gerekli görülmektedir; başka kültürlerde ise ön oyunlar hemen hemen hiç yoktur. Kimi toplumlarda, çok sık cinsel birleşmenin fiziksel zayıflığa ya da hastalığa yol açacağına inanılmaktadır. Güney Pasifikteki Senianglar arasında, sevişmenin uzatılmasının istenirliği hakkındaki öğütler, köyün yaşlıları tarafından verilmektedir bu yaşlılar ayrıca, ak saçlı bir kişinin her gece çiftleşmesinin meşru olduğuna da inanmaktadırlar! Kültürlerin çoğunluğunda, cinsel çekicilik normları (hem kadınlar hem de erkekler tarafından benimsenen), Batıda kadınların ev dışındaki alanlarda giderek artan biçimde etkin hale gelmeleriyle yavaş yavaş değişiyor görünen bir durum olsa da, erkeklere kıyasla kadınların fiziksel görünüşleri üzerinde daha çok odaklanmaktadır. Bununla birlikte, kadın güzelliğindeki en önemli özellikler diye görülen özellikler büyük farklılıklar göstermektedir. Çağcıl Batıda, zayıf, ince bir beden hayranlık uyandırır; buna karşılık başka kültürlerde, çok daha geniş bir biçim çekici diye görülür. Kimi zaman memeler bir cinsel uyarı kaynağı diye görülmezken, kimi toplumlarda bunlara büyük bir erotik önem yüklenir. Kimi toplumlar yüzün biçimine büyük önem verirken ötekiler gözlerin biçim ve rengi ya da burun ve dudakların büyüklük ve biçimlerine büyük önem vermektedir. Çelişkinin Çıkışı ve Gelişi Seyri(Şamanizm, yaşlı tecrübeli erkek, genç güçlü komutan ve analitik zekayla başlayan tuzaklar “Ataerkil ilkede tanrılar tanrıçalara ait olanı zorla ele geçirir. Yerinden edilen, tehlikeli, olumsuz bir varlığa, şeytana dönüşür. Ana tanrıça karalanır, küçük görülür, hakaret edilir ve kendi oğullarınca yerinden edilir. Her zaman onların mantık şatosunu tehdit eden, onlarca ölü kabul edilen, gerçekte canlı, soluk alan ve yerini almak üzere onları tehdit eden bir güç olarak.” Joseph CAMPBELL Anaerkil sisteme karşı yeni bir bir sistem olan hiyerarşi geliştirilmektedir. Yaşlı erkek, şaman ve güçlü adam (savaşçı) ittifakıyla zigguratlarda bu sistem kendini. kurumlaştırmaktadır. MİTOLOJİLER (farklı bir paradigma): Mitoloji; Mitoloji, efsane bilimidir. Mitos, Yunanca söylence, efsane anlamındadır. Duyulan ya da söylenen sözdür. Bir başka değişle tanrılar, yarı-tanrılar ya da kahramanlarla ilgili masal, destanlardır. Mitoloji, binlerce yıl insanların düşünce tarzı olmuştur. Ve bugün hala zihniyetimizdedir. İnsanların çocukluk çağının düşüncesidir. Dili şiirseldir. Mitolojide insandan çok tanrılar vardır. İnsan-doğa, insan-insan ilişkileri, doğa olayları tanrıların dünyasıyla anlatılır. Bu olgular, tanrıların düşünceleri ve eylemlerinin ürünü gösterilerek bir takım mitoslarla açıklanır. İnsanların yarattıkları her şey tanrıların yaratımı olarak sunulur. Mitolojide, her şeyi tanrılarla başlatma vardır. Her şeyin sahibi olduğu bir tanrı anlayışı vardır. Yani her olayı ayrı tanrısal güçlerin istemine bağlama vardır. Çok tanrılı bir dönemdir. Önem sıralarına göre birçok tanrı sıralanmıştır. Tüm ideolojilerde olduğu gibi mitoslarda içinde doğdukları toplumsal gerçekliğin bir ürünü olduklarını unutmamak gerekir. Mitoloji söylence denilerek bir tarafa bırakılmamalıdır. İnsanlığın binlerce yıllık bir düşünce tarzı incelenmeden toplumlar doğru çözülemez. Mitoslar, ne kadar ozan, yazar, sanatçı varsa o kadar biçim almışlardır. Bu şekilde söylenceye dayandığı için kesinlik içermez. Bir yasa ya da tam bir din hükmü niteliğinde değildir. Mitolojinin katılaşmış hali dindir. Mitolojik düşünce bugün bile hala zihniyetimizdedir. Din, felsefe, bilim, edebiyat, sanat, siyaset, hukuk vb. kaynağında mitolojik düşünce vardır. ‘’Mitolojinin arkasında bir evren anlayışı vardır. Doğanın canlı ve ruhlarla dolu olarak değerlendirilmesi günümüz için her ne kadar çocuksu da görülse, bilimin vardığı seviye göz önüne alındığında, aslında hiç de abartıldığı kadar yanlış bir yöntem değildir. Ölü, cansız ve dinamizmden yoksun yöntem anlayışları mitolojiden daha çok anlam yoksunudur. Mitolojik yaklaşımın yaşamla bağlantısı kesinlikle çevreci, kaderden uzak, determinist olmayıp özgürlüğe açıktır. Doğallıkla uyumlu bu yaşam anlayışı, insan topluluklarını büyük dinler çağına kadar çok renkli ve coşkulu kılmıştır. Efsane, destan ve kutsallıklarla yüklü mitolojiler özellikle neolitik dönemin temel yaşam zihniyetidir.’’ SÜMER MİTOLOJİSİ: Sümerler Neolitik dönemin aşılmasıyla kent devletleri şeklinde kadının yarattığı zemin ve birikim üzerinde yükselirler. Bundan dolayı Sümer’in anlamı “kadının ülkesidir” çünkü neolitik kültür üzerinden yükselir, yüzyıllar boyu oldukça kanlı anaerkil ve ataerkil sistem savaşlarına sahne olur. Yeri bu günkü Irak ve Mezopotamya’dır. Kızgın Fırat ve Dicle deltalarında Ur, Kaş, Kiş, Lagaş, Eridu, Sippar, Şuruppak, Nippur ve Ereç kral kentleri kurulmaya başlanır. Tek doğal kaynak, çamur ve kamıştır. Ağaç ve taşın kuzeyden getirilmesi gerekmektedir. Daha sonra metal çağı başlamakta. Tarihte tuğlanın ilk kez ortaya çıktığı dönemdir. Dünya tarihinde ilk kez tuğladan tapınaklar yapılmaktadır. İlk çivi yazısını bulmuşlardır. Tahılları hesaplamadan dolayı ilk defa muhasebe de gelişmiştir. Bunun gibi birçok ilk icadı Sümerler gerçekleştirmiştir. İlk sınıflaşma gelişmiştir. Devletleşme gelişmiş, elit bir yönetici kesimi doğmuştur. Mitolojik düşünceyi Sümer rahipleri zigguratlarda yaratmışlardır. Sümerlerden sonra çıkarılan yeni mitolojiler Sümer mitolojisinin versiyonlarıdır. Sümer mitolojisinin kaynağında da neolitik Ana tanrıça kültürü vardır. Rahipler, neolitik değerleri kendi sınıf çıkarları için kullanırken oldukça yaratıcıdırlar. Kendisinden önceki binlerce yıllık neolitik değerlerin içini boşaltarak, sınıf, devlet yapılarına göre yeniden şekillendirerek bencil yaklaşmışlardır. Bu nedenle Sümerlerin yarattıkları mitoloji, Ana tanrıçanın komünal değerlerine karşı yeni erkek tanrıların yaratımını temsil eder. Mitos denilen destanların özünde Ana tanrıçalığın yıkılması, yeni erkek tanrıların yaratımı temel konudur. Sümer rahipler, yeni tanrıları yaratırlarken kutsal, muhteşem, yaratıcı bir performans sağlamış. Rahipler, tanrıların evreni ve dünyayı nasıl yarattıklarını, nasıl yönettiklerini sistemli anlatımlarla, söylemlerle yapmışlardır. Sümer düşünüşüne göre; insanlar dünyada tanırsal istemi gerçekleştirirler. Her şey daha baştan tanrılarca öngörülmüş ya da düzenlenmiştir. Sümer mitolojisi, köleci sınıfın ideolojisidir. Bu nedenle tanrı-kul ayrımına dayalı mitolojik bir söylem vardır. Özünde yükselen egemen, efendi sınıfının güçlenmesidir. Mitoloji, bu sınıfın varlığını kutsal, ebedi kılma amacı vardır. Sümer mitolojik düşüncesinin temel biçimi bilmeye değil, inanmaya dayanır. İnanç boyutu olmasaydı köleci sistem meşrulaşmazdı. Sümer rahipleri, gökyüzüne bakarak yıldızların her gün tekrarlanan değişmez hareketlerini olduğu gibi yeryüzüne uyarlarlar. Bu değişmeyen statik bir düzendir. Ezeli, ebediyet inançları kaynağını bu gökyüzü uyarlamasından almaktadır. Hiçbir ideoloji, Sümer mitolojisi kadar insan üzerinde bu kadar etkili olma şansına kavuşmamıştır. Sümerlerin bu mitolojileri nasıl oluşturup teoloji haline getirdiklerine, buna bağlı olarak bir devlet ve ideoloji olarak düzenleyip nasıl daha sonraki tüm dinsel ve felsefi akımların, dolayısıyla bilimlerin dayanağı ve başlangıç kaynağı yaptıklarına, yine edebiyat ve sanatın da saf, ilkel biçimleri olarak nasıl anlam bulduklarına şaşırmamak işten bile değildir. Sümeroloji, tarihin en önemli bilim dalı olarak, her geçen gün önemini ortaya koyduğunda buna şaşırmamak gerekir. Kaynak çok önemlidir. Bu kaynak çözümlenmedikçe, tüm tarihler eksik kalmaya ve yanlış yazılmaya mahkûmdur. Sümer bu nedenle çok önemlidir ve ne yazık ki bu önem yeni yeni anlaşılmakta ve çarpıcı sonuçlar ortaya çıkmaktadır. MİTOLOJİDEKİ TANRI YARATIMI:İSTAR Sümer mitolojisinde, tanrılar yaratılır. Tanrıça kültürü ile tanrı kültürünün çatışması vardır. Sümerler, M.Ö. 3000 yıllarında yüzlerce tanrıya sahiptirler. Bu yüzlerce tanrıdan en önemli olan dört tanesi gök tanrısı An, hava tanrısı Enlil, su tanrısı Enki ve büyük Ana tanrıça Ninhursag’dı. Genellikle dördü tanrı listesinin başında yer alır ve önemli eylemleri birlikte yerine getiren bir grup olarak gösterilirdi. Tanrısal şölen ve toplantılarda başköşeye otururlardı. Yer, gök, hava, deniz, rüzgâr, kasırga, ay, yıldız, güneş, ırmak, dağ, ova, kent, devlet, hendek, kanal, tarla, kazma, tuğla kalıbı, saban vs. gibi oluşumların her birinden bir tanrı sorumluydu. Sümer tanrıları, görünmez, insan biçimli, insanüstü, ölümsüz varlıklardır. Göğü, hava, denizi, yeri yaratanlar yaratıcı tanrılardır. Sümerlerin bu tanrılara verdikleri yaratma teknikleri tüm Ortadoğu da temel inanç dogması haline gelir. Yazman ve şair olan yazarlarının temel amaçları tanrıları ve onların başarılarını övüp yüceltmekti. Başlangıçta tanrıçalar fazlayken giderek erkek tanrıların çokluğu dikkat çekicidir. Tanrıların insan biçimli olması hala güçlü olan neolitiğin insana dost, insan biçimli tanrıçalarından almaktadır. Sümer rahiplerinin tanrı kavramına katkıları; insanları tanrı kulu yapmaları, tanrıları göğe yükselterek toplumun üstüne çıkarmaları ve doğanın temel kuvvetlerini tanrıya yüklemeleri şeklinde olmuştur. İnsanların kendini güçlendirdikleri, toplumsallığının yani kendi düzeylerinin göstergesi olan tanrılardan, insanı kul yapan yeni bir tanrı anlayışına varılması köklü bir zihinsel değişimdir. Tanrılar, insan biçimli olduklarından yemek yer, içer, evlenir, insan gibi giyinir, sevinir, öfkelenirler. Güçlü ya da zayıftırlar. Bir insan gibi algılansalar da insanüstü olmalarından dolayı bazen de insanların yapamayacağı kimi işleri onlar yapar. Sümer mitolojisinde yaratılan tanrılar, hükmeden, cezalandıran, toplumdan kopuk, dışarıdan gelen tanrılardır. Mitoslarda tanrıların evreni yarattıktan sonra yeryüzüne nasıl düzen getirdikleri anlatılır. Mitolojilerde tanrılar önce kentleri yapar, sonra insanları içine doldururlar. Bu insanları yönetmek için de krallar göndermişlerdir. Yapılan kazılarda ele geçen Sümer kral listesinde, kralların gökten gelmesi krallara meşruluk kazandırmaktadır. Sümer mitolojisinde, birçok mitos vardır. En temel olanları üç başlık altında toplayabiliriz; 1- Dumuzi- İnanna mitosu 2- Sümer yaratılış mitosu 3- Sümer tufan mitosudur. En önemli tanrıları: An, Enlil, Enki, Ninhursag’dır. An: Gök tanrıdır. Akadcası Anu’dur. Sümerler binlerce yıl An’a tapmışlardır. Zamanla üstünlüğünden çok şey yitirdi. Bu süreç içerinde güçlerinin çoğu tanrı Enlil’e geçti. An’ın esas tapınağı Uruk kent devletindedir. Ninhursag: Ninhursag, dağ bölgesi tanrıçası olarak bilinir. Öncesi Yukarı Mezopotamya da Star’dır. Sonrasında İnanna olarak tasavvur edilmeye başlar. Ana tanrıçalığın gücünü simgeler. Ninhursag bütün canlıların anası, Ana tanrıça olarak kabul edilirdi. En güçlü tanrı Enki bile İnanna’nın gücünün daha etkin olduğunu bilir. Bu nedenle İnanna ile çatışması uzlaşma ile sonuçlanır. İnanna uygarlığın icatları olan me’lerini Enki’den büyük bir başarı ile geri almıştır. Uygarlık icatları olan me’ler yazgı tabletleri olarak mitoslarda geçer. İnanna’nın me’leri tabletlerde çalındığı ya da zorla ele geçirildiğinden bahsedilir. Bu me’lere sahip olan tanrı evrenin düzenini denetleme gücünü eline geçirmiş oluyor. Sümer mitolojisinde geçen tanrıça Ninmah( yüce kraliçe), Ninlil, Nammu, Nintu isimleri İnanna’nın diğer adlarıdır. Ninmah, Ulu hatun anlamındayken Nintu ise doğuran hatun anlamındadır. Sümer yaratılış mitolojisi: Nammu; Gök’ü ve yer’i doğuran “Ana tanrıça”dır. Nammu adını, evrenin yaratıldığı sudan alır. Gök; An’dır(tanrı). Yer: Ki’dir(tanrıça). Bu ikisinin birleşmesinden Enlil(hava tanrı) doğar. Enlil, Yer ile Gök’ü birbirinden ayırır. Gök, güneş tanrısı Uttu ve ay tanrı Nanna tarafından aydınlatılması sağlandıktan sonra bu kez yıldızlar yaratılır. Kentler, tapınaklar yaratıldıktan sonra insan yaratılır. İnsanın yaratımı mitosu: Tanrı Ea(Enki)’nin önerisiyle bu görev Enlil’e verilir. Bir Sümer mitolojisinde insanların tanrıların dışkılarından yaratıldığından bahsedilir. Bir diğer insanı yaratılış mitosu ise insanlar balçıktan yaratılır. Yaratılan insan akıl ve bedence çelimsizdir.. İnsanlar, tanrılara hizmet etme için yaratılmıştır. Bu çok net ve açık olarak konulmuştur. Mitos da bahsedildiğine göre tanrılar çalışmaktan yorulunca kendileri için yiyecek ve giysi bulmaları için insanları yaratılmıştır. Enlil tarafından daha önceleri iki küçük tanrı olan sığır tanrı- Laher ve tahıl- tanrıça Aşnan, tanrılara yiyecek ve giyecek sağlamaları amacıyla yaratılır. Ama bu iki tanrı sarhoş olup birbirleriyle kavga etmeye başlayınca asıl görevlerini unuturlar. Tanrılar yiyeceksiz ve giysisiz kalırlar. Buna bir çare olarak insan yaratılır. Kadının yaratımı mitosu: Sümer mitoslarının birinde ise kadın erkeğin kaburgasından yaratıldığı anlatılır. Havva’nın Âdemin kaburgasından yaratıldığı tasarımı kaynağını Sümer’den alır. Havva, İbranice “yaşatan hatun” anlamındadır. Kaburga Enki’nin hasta organlarından biridir. Cennet- cehennem kavramları Sümer mitolojisine yaratılmıştır. Cennetten kovulma kavramı o döneme aittir. Cennet- cehennem kavramı, tanrı- insan ayrımı yani sınıf ayrımını gösterir. İnsanın cennetten kovulması ise, insanın sonsuza denk tanrının egemenliğine terk edildiği, insanın doğuştan suçlu, kirli olduğu anlamına gelir. Dilmum, Sümer’deki ilk cennet tasarımıdır. BABİL-ASUR MİTOLOJİLERİ: Babil “tanrılar evi, ya da tanrılar kapısı “ anlamına gelmektedir. Sümer bir tanrıçalar ülkesi iken, Babil’de yerleşen bir ataerkil sistem göze çarpmaktadır. Sistem kurumlaşmış, alt ve üst yapısını oluşturmuştur. Babiller Sami boyundandırlar. M.Ö. Sümerleri işgal ederek, Babil devletini kurmuşlardır. Bunlarda Sümer tanrı ve tanrıçalarını isim değiştirerek almışlardır. Yazılarını geliştirip ticarette kullanmışlar, dillerini özümsemişlerdir. Erkeğin kadına karşı yaşadığı aşağılık kompleksini maddi dünyayı yaratarak, geliştirerek, giderme arayışı Babil’de oldukça çarpıcıdır. Babil ile köleci dönem ve köleci imparatorluklar başlamaktadır. Kralı Hammurabi (M.Ö.1792- 1750)kanunları ile ünlüdür. İlk defa yazılı kanunlar Hammurabi ile kapsamlı yazılmaya başlar. Babil’i dış saldırılara karşı korumak için yüksek duvarlar örülür. Adeta kent surlar içerisine alınır. Babiller önceki tapınakları yıkmamışlar, yenilerini inşa etmişlerdir. 52 tane tapınak vardır. Burada İştar tapınakları da var. Anaerkilliğin etkisi yaşamın değişik alanlarında devam etmektedir. Ticarete çok önem verilmiş ve geliştirilmiştir. Fırat suyu üzerinde yoğun bir ticaret yapılmıştır. Fırat nehrinin üzerine 8 sütünü olan büyük bir ticaret köprüsü yapılmıştır. O süreçte böyle muhteşem bir köprünün yapılması anaerkliliğin yaratıcılığın öğrenen ve bunu kadın aleyhine kullanan egemen gerçeği yansıtmaktadır. Rahipler başkanı aynı zamanda kral ve ülke yönetenidir. Siyaseti de dini de ekonomiyi de o yönetir. Hammurabi süreci Babil ini yükseliş sürecidir. Hammurabinin siyaset gücü oldukça yüksektir. Siyaseti ele alışı ve bakışı uzun vadelidir. Politikada ittifaklar, sözleşmeleri, anlaşmaları ele alır. Babil’i yükselişe götüren bu politik tarzdır. Babil’e karşı savaşan kentleri zamanla birleştirmiş ve egemenliği altına almıştır. Mari uzun süre Babil’e karşı direnir. Mari kentini önemli bir ticaret merkezi yapmıştır. Hammurabi fetihten sonra toplumsal barışı geliştirme amacıyla geliştirdiği politikalar başarıya ulaşır. Ticarete, tarıma, ziraata, mimariye önem verir ve geliştirir. Ele geçirilen zenginlikler, devletin ve onu elinde bulunduran elit tabakanın yerini sağlamlaştırır. Borçluya karşı alacaklıyı kayıran yasalar. Üç yılla sınırlı olmak kaydıyla “borçlar köleliğini “ kurumlaştırıyor. Kendisine “adaletin kralı” unvanını uygun gören Hammurabi yasalarının yazıldığı taşı tahrip edecek kişiye önceden lanetler yağdırır. Hammurabi yasasına göre koca, zina yapan karısının yaşamasına izin verebilirdi. Ezilenler ve köleler en ağır koşullarda çalışmakta fakat karınlarını dahi doyurmamaktalar. Bütün bu saydığımız şah eserleri yaratanlara bu ezilen ve köle kesimler oluyorlar. Kadının siyasetten, sosyal sahadan uzaklaştırılıp köleleştirilmesiyle insanlık baş aşağı gidişlerden kurtulamamış ve daha da derinleşmiştir bu durum. Babil imparatorluk süreci çok kanlı ve trajik savaşlar yaşamıştır. Sürekli Babiller-Med- Asurlar ve persler arasında kızgın savaşlar yaşanmış. Süreç süreç biri diğerine üstün gelmiştir. Asurlar M.Ö. 14 yüzyılda Babil ’i yenerek, Babil ’in tanrısı Marduk’u ülkelerine götürdüler. Babil mitolojilerinde işlenen gerçek şudur. Kadın yarattığı temeller üzerinde yükselen Sümer ve Babil, en büyük darbeyi kadına vurarak ve gelecekte yazılacak tarihi kendilerinden başlatarak, tarihi kadınsız, temel insani değerlerden kopuk bir tarzda yazılmasının öncülüğünü yapmış, imzalarını atmışlardır. Babil yaratılış destanı( Enuma Eliş): Sümerlerdeki Enlil’ in başrolü bu kez Babil’de Marduk’ a verilir. Bu destanın M.Ö. 2000’de yazıldığı sanılıyor. Tuzlu suların tanrıçası Tiamat ile Güneş Tanrısı Marduk’un savaşını anlatır. “Tiamat tanrılarla ve çocuklarıyla savaşmaya hazırlanmıştır. Bütün tanrılar tek tek Tiamat’la giriştikleri dövüşte yenilirler. Yeryüzü tanrısı Ea yenilen tanrıların sessizliğini görünce oğlu Marduk ‘u çağırır ve ona Tiamat karşısında savaşmaya hazırlanmasını söyler ve Tanrı baba Anşar’ın önünde dikilerek şu talepte bulunmasını belirtir. Tanrılar kurulunun toplanmasın, Tiamatı yendiğinde üstünlüğünü ilan etmesini ve tanrıların kaderini kendisini belirleyeceğini söylemesini ister. Marduk bundan hoşnut olur. Anşar tanrılar kurulunu toplar, ekmekli ve şaraplı bir şölen düzenlenir. Efendiler ve öç alıcılar Marduk için bir kral tahtı kurdular. Senin kaderin bundan böyle tanrıların içinde en üstün olmaktır. Yükselmek ve alçalmak senin elinde olacak, senin emrin karşı çıkılmaz, tanrılar arasında karşı gelinmez buyruklar olacak. Seni evrenin kralı olarak selamlıyorum der. O artık kral Marduk’dur. Atlarının adları Katil, acımasız, gezginci ve uçandı, ağızları, dudakları ve dişlerinde zehir vardır. Sağına savaş darbesini, soluna kavgayı, başında korkutucu sarığı sarmış zırhı giydi. Savaş hazırlığını ondan önce Tiamat’la savaşan tanrılarla tartışmış, Tiamat’ın ordusunun zayıf ve güçlü yanlarını tahlil ederek bir savaş planına gitmiştir. Marduk, Tiamat’ ı Babil’de en üstün konuma gelmek için öldürür. Tiamat’ a karşı korkunç bir ideolojik söylem, saldırı söz konusudur. O artık korkunç bir cadı, parçalanması gerekir. Marduk- Tiamat savaşında Marduk, Tiamat’ a öldürücü darbeyi vurur. Tanrıça Tiamat’ ı ikiye böler. Bir parçasından Gök, diğer parçasından ise Yer’i yaratır. Ondan sonra bitki ve hayvanları yaratır. En sonunda ise insan yaratılır. Tiamat’ ın öldürülüşünden sonra Marduk artık diğer tanrılarca Gök’e çıkartılır. Böylelikle en büyük yetkiyi alır. Marduk’ un 50 büyük adı vardır. Marduk ile tek tanrı fikri başlar. Teklik kavramı giderek zihniyetlerde yer edinmeye başlar. Tiamat’ n öldürüşü ile beraber tanrıçalar çağına son verilmiş olur. Artık kadının köleleştirilmesi tamamlanmıştır. Babil kralları, bu süreçten sonra kadınları diri diri toprağa gömerler. Babil efsanesinde yaratılış o kadar çarpıtılmaya uğratılmıştır ki Marduk Tiamat’ı öldürdükten sonra insanı yaratır. Oysa öncesinde toplum tanrıça tarafından yaratılmıştı. Her şeyin yaratanı olduğu gibi tanrıları yaratan da tanrıçaydı. Babil süreci bir ara süreç değildir. Babiller Samilerin barbar bir boyudur yani ataerkildir. Ve işgal sonucu Babil’i kurmuşlardır. Tiamat yenilgiyi kabul etmeyen bir bütün ortadan kandırılamayan anaerkliliğe arayıştır. Buna karşı tüm tanrıların birleşmesi, egemenlerin güç birliğidir. Marduk’un her sözünün harfiyen yerine getirilmesi Hammurab’nin yazılı yasalarıdır. ASURLAR: Semiramis; Asurlar M.Ö. yaklaşık 1500 yıllarında Babil’i fetih ederek ilk Asur devletini kurdular. Sami (Nuh’un kaviminden) kökenlidirler. Yukarı Zap ve Aşağı Zap arasındaki bölgeye yerleştiler. Asurlarda yaratılış destanı Babillerde olduğu gibi erkek tanrı ile başlar. Tanrıları Aşur’dur. Kralları Asur Bani bal adını tanrılardan alır. Bu kral zamanında Asur’daki en parlak günlerini yaşarlar. Kadın yine yoktur, kayıptır. Giderek yerleşen ve gelişen ataerkil sistem her şeyi kadının elinden almıştır. Dünyanın yedi harikası içinde yer alan “Babil Asma Bahçeleri” Asur imparatorluğunu kırk iki yıl yöneten kraliçe Semiramis tarafından yapılmıştır. Semiramis’in anlamı beyaz güvercinden gelen, mutluluk, sevgi ve zaferdir. Efsaneye göre ıssız bir çölde bir güvecinden doğmuş belli bir yaşa kadar güvercin ona bakıp büyütmüştür. Güvercin bütün mitolojilere Ana tanrıçayı simgeler. Güvercin beyazlığı tanrıçanın saflığı, duruluğu, göğsünden akan beyaz süttür. Her zaman adaleti, eşitliği, sevgiyi ve barışı simgeler. Günümüzde de güvercin barışın simgesidir. Asur sürecinde de kadının halen özünün koruma mücadelesi vermiş, anaerkil etkiler tümden yok olmamıştır. Semiramis’e ilişkin değişik mitolojiler geliştirilmiştir. Bu mitolojilerin çoğunun malzemesi Sümer mitolojisine dayanmaktadır. Sümer’in yarı yarıya tanrıça panteonu giderek azalmıştır. Tanrıların giderek güçlendiği çok belirgindir. Sümerce tanrı ve tanrıça isimleri Sami isimli olur. Mısır Uygarlığı ve Mitolojisinde Kadın; isiss; Mısır’da medeniyet M.Ö. 4000-3000 yılları arasında gelişmiştir. M.Ö.3500-2500 tarihleri arasındaki yıllar Mısır’ın siyasal-ekonomik ve sanatsal açılardan olgunluğa eriştiği altın çağ olarak anılır. M.Ö. 3000 yıllarında Yukarı Mısır ve Aşağı Mısır birleşmiş ve o sürecin ilk büyük devletini oluşturmuşlardır. Bu dönemde Mısırlılar “Hiyeroglif” adı verilen bir resim yazısı icat ederek düşüncelerini kaydetme ve böylece yazılı bir mirasa sahip olma imkânını bulmuşlardır. M.Ö. 2500’lerde Güneş tanrısı Ra en önemli tanrıdır. Yaşam, ölüm ve yeniden doğuş tanrısı olan Osiris’e olan inanç çok yaygındır. Ve diğer bütün inançlardan daha önemlidir. Büyük Piramitler inşa edilmiş ve piramit belgeleri dini fikirleri yazılı bir biçimde ortaya koymuştur. M.Ö. yaklaşık 1700’e kadar Mısır’daki medeniyet ciddi bir engelle karşılaşmadan ve kayda değer bir dış etki olmadan gelişir. Mısır siyasal olarak Mezopotamya’dan daha istikrarlıdır. Mısırlılar ekonomik olarak, kendi kendilerine yetebilmektedir. Buna karşılık Mezopotamyalıların çivi yazısı, ticaret yaptıkları pek çok topluluk tarafından benimsenip sahiplenildiği halde Mısırlıların yazı sistemleri diğer insanlar tarafından benimsenmemiştir. İki bereketli nehir arasındaki çevrenin fiziksel özelliklerinin oldukça farklı olması dini bakımından da çeşitli farklılıkları ortaya çıkarmaktadır. Nil nehri önceden tahmin edilebilen bir düzenle taşar sakinleşir. Mısırlılar bu suların tamamen kurumasından ve kültürlerinin yok olmasından korkmuştur. Mısırların tanrı görüşleri Mezopotamyalılarınkinden çok daha ılımlıdır. Mısır’da insan tanrıyla barışıktır. Doğa insana düşman değildir. Yanlıca ondan özveriyi bekler. Sonra ona yine bir güneş yaşamı sunabilsin. İlk zamanlardan itibaren Mısırlılar insanlarda ilahi bir yön bulduğuna ve bir insan öldüğünde bu dünyadaki hayatı terk edip başka bir dünyada hayata başladığına inanmıştır. Firavun kişiliğinde tanrı özelliklerini birleştirmiştir. O hem kral, hem rahip, hem insan, hem de güneş tanrısını oğludur. Sadece mumyalanmış cesetleri değil, bir kralın ölümden sonraki yaşamda kendisine lazım olacak her şey piramitlerde vardır. Cesedin kokmaması için iç organlar çıkarılarak mumyalanır. Mumyalanmasının nedeni yeniden dirileceğine olan inançtır. Yine bundan dolayı diğer yaşamda kendisine lazım olur mantığıyla birçok eşya kralla birlikte gömülür. Zamanla Firavun’un karısı sağ olarak kralla gömülür. Çöl, eski Mısırlıların çevresini saran büyük bir düşmandır. İnsanlar sıcak ve kuru, uçsuz bucaksız bu sahalarda hayatta kalamayacakları için, çöl ölümün simgesiydi. Vahşi zehirli hayvanlar ve pek çok şeytani ruh barındırır. Sanki Mısırlıları sıkıca kavrayıp tehdit ediyormuşçasına pusuda bekler. Her yaz şiddetli sıcak çöl rüzgârları Nil nehrinin daha yavaş ve daha kısıtlı olmasına sebep olur. Mısırlılar nehirlerinin taşma ve çekilme çevriminin önceden kestirilebilir olmasına rağmen kıtlıktan ölme korkusunu hep içlerinde taşımışlardır. Bu nedenle Nil nehrinin yılda bir taşması büyük bir ferahlık getirir ve kutlamalarla karşılanır. Su ölmekte olan toprakların yeniden doğmasını sağlar. İnsanları besler ve onlara yaşam verir. Nil nehrinin taşması, kuruması ve tekrar taşması Osiris’in yaşaması, ölmesi, yeniden hayata dönmesi demektir. Onun ölümü Nil nehrinin kuruması sonucu bitkilerin ölümünü temsil eder. Mısır’da ara süreç mitolojilerinde tanrıları oldukça fazla işler ve ön plana çıkarır. Orada da her şeyi yaratan, doğuran ve bereketi simgeleyen, tanrıça Nut iken, bu gerçek fazla işlenmez, gölgede bırakılarak, tanrı Re ve Osiris ön planda tutulur. Hatta yaratılış tanrı Re’den başlatılır. Oysa burada da tanrı Re’yi, İsisi’i diğer bütün tanrı- tanrıçaları, yeryüzünün gökyüzünün insanı yaratan Nut’tur. Yani kadının kendisidir. Mısırda ataerkil sistemin kadına karşı verdiği savaş oldukça kurnazca ve sinsicedir. Diğer uyarlıkların ara süreç mitolojisinde olduğu gibi sistem savaşı çok açık ve sert değil..Sanki Erkek kadına karşı verdiği mücadelede kadın adım adım uyuşturarak ona hâkim oluyor. Osiris-İsis mitosunda da tanrıça özellikleri Osiris’te temsilini bulur. Tanrıça İsis de öyledir fakat Osiris belirleyici bir güç olarak işlenir. Aslında Osiris Mısır’da anaerkliliği temsil eden erkek tanrıdır da aynı zamanda. Mısır mitolojisinde yer erildir, gök ise dişildir. Yani ana tanrıçadır. Toprak babadır ve gök annenin eşini temsil eder. Gök tanrıça Nut arılığın, saflığın simgesidir. O zaten en yüksektedir. Yükselme tutukusu çağrıştırmaz hiçbir devinimi. Ölülerin ve uyuyanların koruyucusudur. Ayrıca Mısır’da aşk ve bereket tanrıçası Hathor aynı zamanda dansın, müziğin ve şarkının da tanrıçasıdır. Mısırda tarımı başlatan kadınlar takvimi öğrenmek zorundaydı. Nil’in iki taşkın arasındaki süreyi keşfetmek onları günleri saymaya götürdü. Bu defa ekimi takvime göre düzenlemeye başladılar ve sonuçta takvim matematiği gelişti. Bu durumda sürekli gökyüzünü gözlemlemeye de götürdü. Bir anlamda Nil tarımı, tarım takvimi ve takvim matematiği getirdi. Mısır’ın coğrafyasının da özgün bir konuma sahip olması diğer uygarlıklarla uzun süre etkileşim içerisinde olmaması ve yumuşak bir iklime sahip olması anaerkil etkinin uzun süre devam etmesini getirmiştir. Kölecilik döneminin belli bir sürecine kadar dahi bu etki belirleyicidir. Ataerkilliğin gelişmesiyle birlikte özellikle köleciliğin son dönemlerinde kraliçel diri diri firavunla birlikte gömülür. Kadın etkisi ve yaratıcılığı yok edilmeye çalışılır. Anaerkilliğin en uzun süre yaşandığı yer olan Mısır’da en fazla aşağılanan cins Kadın oluyor. Günümüzde dahi kadını sünnet etme en fazla Mısır’da geliştiriliyor. Kadını sadece bir nesne olarak erkeğin hizmetine sunma zihniyeti egemendir. GREK MİTOLOJİSİ: M.Ö. 1500’de oluşturulan bir mitolojidir. Son mitolojik kültürü temsil eder. Grek mitolojisi, Sümer’in üçüncü versiyonu dur. Olympos tanrıları oldukça gecikmiş tanrılardır. Marduk, Zeus’tur. İnanna ise Afrodit’tir. Grek mitolojisi çok karmaşık bir mitolojidir. Grek yarımadası dört koldan beslenmesi bu karmaşık mitolojik örgünün temel nedenidir. Ataerkil değerler çok belirgindir. Ve tanrıları oldukça insan yüzlüdür. Yunan mitolojisinde Marduk’un karşılığı olan Zeus’un kadın yaklaşımı daha sonra şekillenecek erkeğin prototipidir. Kadınları kandırarak ya da zora başvurarak elde eden Zeus’la kanıtlanmak istenen, erkeğin her kadın üzerindeki doğal hakkıdır.. Marduk ve Zeus’la beraber siyaset sanatı, insanlar üzerinde güç kazanma sanatı olmaya başlar. Titanların ve Tiamat’ın mücadelesi ise anaerkil düzenin mücadelesidir. Bu konuda en önemli örnek Prometeus’un mücadelesi olarak mitoslara yansır. Prometheus Titan soyundandır ve Zeus karşısında anaerkil düzenin temsilidir.. Yunanlıların tanrısı Zeus’un, ataerkil yolda ilerlemesi gerektiğinden sayısız yöntemlere başvurduğu görülür. Evlilikler yoluyla ilk saldırılarına başlar. Bu anlamda ilk kurban aklın ve zekânın temsili olan doğruluğun ve bilgeliğin efendisi Metis’tir. Bu Tanrıça kılık değiştirme sanatını bilen ve çok akıllı olan büyük bir tanrıçadır. Zeus onu aldatarak onunla evlenir. Sonra onu yutar. Ve Athena’yı doğurur. Athena baştan sona zırhlıdır. Doğar doğmaz savaş çığlıkları atar. Athena’nın doğuşu ifade eden bu iki mitos önemli iki değişimi içerir. Birincisi yaratılışın kadından erkeğe geçişi, ikincisi ise erkeğin kendine göre bir kadın yaratmasıdır. Kahramanların baş tanrısı Athena’nın Zeus’tan doğması kutsal analığın işlevinin, baba tarafından ele geçirilmesidir. Kadın rahminden doğurduğu gibi, baba da beyninden doğurur. Bu gelişme ile erkek tanrının gücü ile kadına ihtiyaç duyulmadan yaratılan dünya gerçeği başlar. Artık doğuran, yaratan erkektir. Kadının gizemi kaybolmuş, önemsizleşmiştir. Var eden erkek olduğuna göre o doğal egemendir. Athena’nın yaratılışı önemli bir nokta. Athena bir tanrıça ve kadın. Fakat o güne kadar ki kadınlara benzemez. Kadının doğal özelliklerinden oldukça uzak olan Athena heykelleri kadından çok erkeğe benzemektedir. Savaşta tutkulu, acımasız, kazanmak için her hileye başvuran, aşktan ve cinsellikten nefret eden bir tanrıçadır. Bu tanrıça kadını değil, erkeğin istediği, onayladığı kadını temsil eder. Eskisi gibi barışçıl, merhametli kadın yok olmuştur. Bu kadın erkeğin önündeki en temel engeldir. Girit’te görüldüğü gibi kadın olmalıdır fakat erkek dünyasına göre, ona uygun bir kadın gereklidir. Buda Athena’dır. Athena o çağın kadınlarına var olabilmelerinin tek yolunun, mesajıdır. Kadın Athena gibi olursa babasının iyi kızı olur. Yani ‘erkek gibi’ deyimi o sürecin bu güne yansımasıdır. Özünden boşaltılan kadını, en iyi Athena kişiliğinde ve heykellerinde görmekteyiz. Ve günümüzde artık Athena heykellerine bakmamıza gerek yoktur. Savaş çığırtkanlığı yapan, özünden boşaltılmış 21. Yy. kadınlarının büyük kısmı bu ihtiyacı karşılamaktadır. Zeus’un böyle bir kadını yaratma ihtiyacı bize mevcut kadının ataerkil düzen karşısında yoğun mücadele verdiğini göstermektedir. Yine bu mitoslarda kadın, canavar veya şeytan ile temsil edilir. Erkek kendi başına yaratır. Eski mitosların tersi, yaratılış destanı olmuştur. Bir dişi, ancak Afrodit gibi fizik men güzel, Hera gibi sadık, Athena gibi savaş yanlısı olursa kabul görür. Gerisi şeytan, büyücü ve benzeri yaratıklardır. Yunan mitolojisi Mezopotamya’da ve Mısır’daki gibi rahipler tarafından yaratılmamıştır. Mitolojinin sistemleştirilmesini daha çok ozanlar üstlenmişlerdir. Zaten Grek’te rahip kastı yoktur. Aslında tanrılar da öyle bilinmez, erişilmez olmayıp insan tasarımlı- insan biçimlidirler. MİTOLOJİK ZİHNİYETİN ETKİLERİ VE SONUÇLARI: En başta Ana tanrıça kültürü yıkılmıştır. Köleci zihniyet geliştirilmiştir. Uygarlığın sınıf ve cinsiyet köleliğine dayalı devlet yapılanması meşrulaştırılmıştır. Sınıf aklı gelişmiştir. Bu nedenle mitolojiye, analitik zekânın en büyük çıkışıdır denilebilir. Kul yaratmaktan kaynaklı insanın iradesi bastırılmıştır. Her şey egemenler için, her şey tanrı için olmuştur. Bu zihniyet, insanın zihniyetini paramparça etmiştir. En büyük zihin çarpıklaştırılması, anlam kaybı yaşandı. İnsanlar çocuklar gibi kandırıldı. Yalana dayalı bir zihniyet meşrulaştırıldı. İnsan, en büyük aşağılanmaya uğradı. İnsanların bir canı olduğu bile gözardı edildi. Tanrı kralın ölümü ardından tüm mahiyetiyle birlikte diri diri toprağa gömülme töreninde olduğu gibi insanlar tanrıların, kralların bir uzvu olarak görüldü. İnsanların zihinlerinde korkutucu, cezalandırıcı tanrılar egemen kılındı. Bu mitolojik zihniyet doğaya yabancılaşmayı getirdi. Emek, dayanışma, çalışma artık hor görülür oldu. Gasp, çalma yükselen yeni değer oldu. Dogmatik zihniyet gelişti. Tüm dogmaların temelinde Sümer düşünce yapısı vardır. Dogmatik düşüncenin yanı sıra kadercilik de gelişmeye başladı. Bu kadercilik anlayışıyla birlikte artık “her şey önceden belirlendiğine göre ne düşünmeye, ne de her hangi bir hareket etmeye gerek yoktur mantığı” binlerce yıldır insanlığı etkilemeye devam etmektedir. Sitem en büyük gücünü dogmatizmden ve kaderciliğe teslim olmuş bu zihniyetten almaktadır. Mitolojik düşüncenin binlerce yıl etkin olmasının ardında bu gerçeklik vardır. Önderlikten; Tarihin derinliklerinde anlam vermeye çalıştığımızda ilk karşımıza çıkan yöntem, tüm olaylar ve anlayışlara ilişkin mitolojik yaklaşımdır. Dar anlamda mitoloji de bir yöntemdir; hakikati açıklama metodudur. Mitolojinin arkasında bir evren anlayışı vardır. Doğanın canlı ve ruhlarla dolu olarak değerlendirilmesi günümüz için her ne kadar çocuksu da görülse, bilimin vardığı seviye göz önüne alındığında, aslında hiç de abartıldığı kadar yanlış bir yöntem değildir. Ölü, cansız ve dinamizmden yoksun yöntem anlayışları mitolojiden daha çok anlam yoksunudur. Mitolojik yaklaşımın yaşamla bağlantısı kesinlikle çevreci, kaderden uzak, determinist olmayıp özgürlüğe açıktır. Doğallıkla uyumlu bu yaşam anlayışı, insan topluluklarını büyük dinler çağına kadar çok renkli ve coşkulu kılmıştır. Efsane, destan ve kutsallıklarla yüklü mitolojiler özellikle neolitik dönemin temel yaşam zihniyetidir. Söylencenin nesnelle çelişmesi, içeriğinde anlamlı yorumların geliştirilemeyeceği anlamına gelmez. Söylenceler (mitolojiler) üzerine anlam değeri hayli yüksek yorumlar yapılabilir. Tarih bu yönlü yorumlar dışında çok az kavranabilir. En uzun yaşam dönemini söylence biçiminde geçiren insan topluluklarını kavramada temel bir yöntem olarak mitoloji vazgeçilmez önemdedir. Mitolojik yöntemin tam zıddı gibi konulan günümüzün bilim yöntemlerinin de çoğunlukla birer mitolojiden ibaret oldukları yeterince kanıtlanmıştır. Tek tanrılı dinsel dogmalarla onların devamı olarak kesin yasalarla çalıştığı iddiasında olan bilimsel yöntemin alabildiğine gözden düşürdüğü mitolojik yönteme, mitolojik anlamlara itibarı yeniden verilmek durumundadır. Ütopyalarla akraba olan mitolojiler insan türünün vazgeçemeyeceği anlam, zihin biçimidir. İnsan zihnini ütopyasız, mitolojisiz (efsanesiz, destansız) bırakmak, bedeni susuz bırakmaya benzer. Daha iyi anlaşılmaktadır ki, bütün canlı zihinlerinin bir toplamı olan insan zihni, bu kapsamdaki bir zenginliği sadece matematik analitik zihniyete indirgeyemez. Bu, yaşama aykırılıktır. Milyonlarca canlı zihni nasıl matematik bilmezse, onların toplamı olan insan zihni de matematiğe mahkûm edilemez. Kaldı ki, matematik ilk icat edildiğinde bir Sümer uygarlık buluşudur ki, asıl işlevi olan artık-ürünü hesaplamakta kullanılmıştır. Günümüzde insan mantığı neredeyse bir hesap makinesine indirgenmiştir. Peki, milyonlarca canlının zihnini, hatta atom altı parçacıkların hareketini, ölçüye gelmeyen astronomik büyüklükleri nasıl ve neyle kavrayacağız? Matematiğin gücünün bu mikro ve makro evrenlere yetmediği açıktır. En azından kapıyı yeni anlam yöntemlerine açık tutmak gerekir ki, kendimizi peşinen dogmalara boğmayalım. Canlı sezileri küçümsenemez. Yaşam adına ne varsa o SEZİLER’de gizlidir. Bu sezilerin makro ve mikro evrenlerden bağımsız oldukları da söylenemez. Anlayışa daha yakın olan, bu seziler dünyasının evrenin temel bir özelliği olmasıdır. Bu nedenle mitolojik yöntem evreni kavramada pek de değersiz sayılamaz. Belki de en az bilimsel yöntem kadar evreni kavramamıza katkıda bulunabilir. Mitolojik anlayıştan dogmatik dinsel anlayışa geçiş büyük bir aşamadır. Bu geçiş toplumda hiyerarşi ve sınıflaşmaya dayalı bir dönüşümün zihinsel alanı da işgal etmesiyle yakından bağlantılıdır. Hükmeden ve sömüren ilişkisi sorgulanamaz dogmalara ihtiyaç gösterir. Dogmalara kutsallık, tanrı sözü ve dokunulmazlık gibi tabu değerler bahşedilmesi, gizledikleri ve meşruiyet sağlad ZİYARETÇİ YORUMLARIBENZER KONULAR |
YORUM GÖNDER