SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (68.BÖLÜM)
Bir şeyin varlığına aşırı bağlılık her zaman kuşkuyu bağrında taşır. Ölçüsüzlük, doğru olmamaya da işarettir. İslamiyet’in Allah inancı önemli ölçüde felsefi düşünceye dayanınca, kendiliğinden kuşkuculuğa da düşülmüş olmaktadır. Hz. Muhammed bu nedenle Allah’ın varlığı ve birliği konusunda hiçbir peygamberde görülmeyen bir çaba harcamaktadır. Sıfatlarını saymaktan tutalım, yaşam ve çalışma tarzına, ebedi ve ezeli olmasından tutalım, her şeyi yaratmasına kadar Allah üzerinde durmakta ve tanımlamaya çalışmaktadır. İnsanın şunu sorası geliyor: Bu kadar bilen, yaratan, hakim bir Allah, neden kendini kullarına açık bir izahla kabul ettirmiyor da, son peygamberi yoluyla zor bela kabul ettirmeye çalışıyor? Aslında bu sorunun aradığı yanıt, açıklanmaya çalışılan şeyin esasta yeni sınıflı toplum ve uygarlık çağı olduğudur. Zorluk, yeni toplum ve uygarlığın alacağı biçimlenmenin karmaşık yapısından ileri gelmektedir.
Özellikle yeni politik ve hukuksal yapı, çözüm bekleyen en temel problemlerdir. Çöl kabile kültürüyle cevaplandırılması son derece zor bu kurum karşısında Hz. Muhammed’in zorlanacağı, çok ter dökeceği açıktır. Kurulan sadece yeni bir toplum ve devlet değil, bir çağdır. Bu çağın en üst düzeydeki sembolik ifadesi veya ideolojik kimliği, tanımlanan Allah kavramıdır. Hz. Muhammed çok iyi bilmektedir ki, Allah kavramına ne kadar anlamlı sıfat yüklerse, bu kavramla birlikte kural, yasa, emir gücü oluşturursa; yeni toplumu, dolayısıyla yeni devlet ve çağı da o kadar kolay oluşturup yönetebilecektir. Sümer rahiplerinin kent toplumu ve devleti doğurdukları aşamada yaşadıklarına benzer bir durum söz konusudur. Yeniden örgütlenen toplumun verimliliği, güçlü ve tam inancı gerektiren bir ideolojik kimliğin hem sonucu hem nedeni olması, onları tapınaklarda mitoloji, din üretmeye zorlamıştır. Bunda ne kadar başarılı olurlarsa, yeni toplumun da o denli güvenceye kavuşacağından emindirler.
Dolayısıyla ideoloji üretme ve yayma, üretimle et ve tırnak gibi bağlantı içinde olup, ihmale gelmez. Tüm toplumlarda, tarihte ve günümüzde temel bir toplumsal gerçeklik olarak ideolojik yapıyla üretim arasında kopmaz bir ilişki vardır. Hz. Muhammed’in Allah kavramına aşırı yüklenmesi, hem arka cephedeki tarih boyunca bununla neyin yaratıldığının bilincinde, hem de daha çok geleceğin toplum ve çağının bundan ne kadar güç alacağının da farkında olduğunu gösterir. Aslında sosyolojik düşünmektedir. Bunu çok önemle belirtiyorum. Ama felsefe de işin içine girdiği için, yeni topluma dinin yetmeyeceğinin, rasyonel aklın giderek öne çıkacağının derinden bilincinde olduğu için, çelişki içinde kalmaktadır. Çünkü felsefenin olduğu yerde din, dinin olduğu yerde felsefe kolay barınamaz. Çatışma kaçınılmazdır; bir taraf ağır basacaktır. Grek ve Roma deneyiminde felsefenin öne çıktığı bilinmektedir. Sasaniler de, Mani de felsefeyi öne çıkarmak istiyordu.
Ama sonuçta tutucu din rahipleri etkili oldu. İslamiyet bu tehlikeyi daha başında yaşamaktadır. Din ve felsefenin iç içeliği, Hz. Muhammed’deki kuşkulu kişiliğin en temel nedenidir. Hiçbir din kitabında olmadığı kadar Allah’ın varlığı ve birliğini kanıtlamaya çalışması; doğacak toplumsal düzenin akla uygun yasalarla mı, yoksa daha eski çağın geri toplumsal zihniyet yapısına, kolay etkili olan dini hüküm ve yasalarına göre mi idare edilebileceği sorularını çokça düşünmesinden kaynaklanmaktadır. Allah kavramına bu kadar yüklenme ve bağlanmanın basit bir zihni tatmin olmadığı da, kendi yaşadığı deneyimle gayet iyi açıklanmaktadır. Daha çağdaş bir örneği verirsek, durum daha iyi anlaşılacaktır. Nasıl bir sosyalizm? Birkaç yüzyıldır tartışılmasına rağmen, en iyisi bulunup halen uygulanamamıştır. Bu durum liberalizm tartışmaları için de böyledir. Şunu da önemle belirtelim ki, Hz. Muhammed ideolojik yapıyı oluştururken, son derece inançlı ve yaptıklarının akılla doğrulanacağından emindir. Sahte sofizm asla söz konusu değildir. Kendisinde dinin savunulabilecek bütün değerlerini özümsemek kadar, akılla, felsefeyle izahtan kaçınılamayacak bir çağda bulunduğunun da farkında olarak, İslami sistemi kurmaktadır. Hem dinsel hem felsefi iç içelik çok zor bir sentezdir.
Ama Hz. Muhammed’in en temel bir özelliği de budur. Bununla birlikte sosyolojik bilginin, bir anlamda bilimin de derinde farkında olduğu, sistemini kurarken döneme göre bilimsel davrandığı da çok dikkate değer bir özelliğidir. Böylesine dini, felsefi ve bilimsel olan bir kişiliğin, kendi şahsında peygamberliğin sonunu ilan etmesi anlaşılır olmaktadır. İnsan aklının kendisinden sonra felsefi ve bilimsel düşünceye ulaşacağına inanmak, deha derecesinde bir kişilik gerektirmektedir. Ama ne kadar büyük bir çelişki ve acıdır ki, kendi sisteminin başına en büyük dinsel gericilik belası en erkenden gelip, günümüze kadar ümmetinin akıl ve ruhsal yapısına zamk gibi yapışmıştır. Marx bir dönem Fransa’da kendi zamanında yapılan marksizm tartışmalarını gördüğünde şöyle der: “Je n’ais pas marxist” (Ben marksist değilim.)
İnanıyorum ki, Hz. Muhammed bir kalkıp, kendi ümmetinin çağla yaşadığı çelişkiyi görse, çok daha kesin bir biçimde “Ben İslam değilim” diyecektir. İslam’ın ideolojik kimliğini çözümleme konusunda daha kapsamlı değerlendirmeler geliştirmek mümkündür. Mühim olan tanımlamanın gerçekçi yapılmasıdır. Sadece tarihi doğru kavramak açısından değil, daha çok günümüzde bir Ortadoğu aydınlanması için kaçınılmaz bir görev olmaktadır. Günümüzde Muhammed adına yapılanlar ona hakaret niteliğindedir. Kendisi dönemin dini, felsefi ve bilimsel gelişmesini şahsında en üst düzeyde yoğunlaştırıp, en üretken toplum ve devlet yapısına taşırırken, yine daha yaşamında dünyayı sarsan adımları atarken; kendini bile doğru tanımlamaktan aciz İslam kişiliğini ve toplumlarını nasıl Muhammedi olarak değerlendirebiliriz?
Çok açık ki, Hz. İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’in yaptıklarına benzer bir put kırma hareketini, günümüzün tüm zihniyet ve ruh yapılarında, giderek alt ve üst toplumsal kurumlarında gerçekleştirmek gerekmektedir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER