HAKİKAT ALGISIYLA BÜYÜYEN YAŞAM, EN ZOR ACILARI BİLE MUTLULUĞA DÖNÜŞTÜREBİLİR(4.BÖLÜM)
2- Burjuva Toplumu ve Cumhuriyetle Tanışma, Kuşkular ve Devrimci Tavır;
1963’te ortaokula Nizip’te başlamam, yaşamımın ikinci dönemini başlatır. Aynı zamanda büyük bacım Gülsüm ve anneannem Havva’nın yanında, akrabalık ilişkilerinin son zayıf imkânları üzerinde yürümeye çalışacaktım. Nizip, dayı ve teyzelerimin barındığı yerdi; bölgenin en hızlı gelişen şehriydi. Kargamış’ın köleci Sümerler için anlamı ne idiyse, ona yakın bir yerde kurulmuş olan Nizib’in de Cumhuriyet koşullarındaki rolü aynıydı. Kapitalizmin taze bir kolonisi gelişiyordu. Ama geçmişin inkârı üzerinde yanı başındaki tarihsel Kargamış ve Belkıs-Zeugma harabelerini ancak bir antika avcısı olan dayım Mustafa’nın şafak vaktinde gidip getirdiği şişe ve heykelciklerden anlayacaktım. Okulda özle bütünleşme yeteneğimin pek olmadığını hissetmekle birlikte, şeklen en önde olmayı başaran bir çizgide yürüyebilecektim. Anneannem Havva’nın sert ve ekmekleri dilediğim kadar yiyemeyeceğimi hissettiren tavrı kendini gösteriyordu. Karşılıklar dünyasıyla yüz yüze geldiğimi anlıyordum.
Öğretmenlerin gözde ve çalışkan öğrencisiydim. Dikkatlerini çekmiş, güvenlerini kazanmıştım; peş peşe iyi notlarını alıyordum. Ama feodal özelliklerin kalıntıları ve teşne olamayacağımı fark ettiğim burjuva yaşam özelliklerinin zayıflıkları, fazla umutlu olmamı engelliyordu. Ortaokuldan sonra öğretmen okulunu değil liseyi tercih ediyordum. Paralı olmasına güç getirmek zordu. Parasız lise veya meslek okulu önümde duran seçeneklerdi. Fakat asıl tutkum askeri liseydi. Yaşımın tutmaması belki de en büyük hayal kırıklığına uğramama yol açtı. Bu olay toplumu güçle dönüştürme hayalime sanki büyük bir darbe olmuştu. Dini ve askeri alanda gelişemeyeceğim anlaşılınca, siyasal alanı hedef belleyecektim. Bu amaçla kazandığım Tapu Kadastro Meslek Lisesi bir geçiş aşaması olacaktı. Bu okul Ankara’nın merkezindeydi. 1966-1969’da okudum. Sınıfları başarıyla geçtim. Lise ikinci sınıfına kadar dinsel ideoloji ağır basıyordu. Namaz gruplarımı lisede de oluşturmaya devam ettim. Ülkü Ocakları ve Komünizmle Mücadele Derneklerine gittim. Süleyman Demirel’in de geldiği bazı konferansları burada dinledim. İdeolojik yönden en çekici etkiyi Necip Fazıl Kısakürek’in konferansında hissettim. Bir gece yarısına kadar konferansını dinlemem riskliydi. Burjuva toplumuna tepkime duygusal bir yanıt veriyor; başka yolların mevcudiyetine işaret ediyordu.
Bu dönemin en etkileyici hocalarımdan birisi edebiyat öğretmeniydi. Harp Okulunun da edebiyat hocası olan Binbaşı Faruk Çağlayan bana olağanüstü bir ilgi gösteriyordu. Kompozisyon yazılarımı cebinde taşıyıp örnek göstererek öğretmenlerle tartıştırıyor, sınıf öğrencilerine de bana değer vermelerini önerecek kadar güven veriyordu. Beni özel doktoruna götürdü. İlgisi kendime güvenimin gelişmesinde bir kilometre taşıydı.
Sola ilgim son sınıfta gelişti. Bunun ilginç bir öyküsü vardır. Sağcılık-solculuk bir moda gibi ortalığı kaplarken, ben temkinliydim. Anlamadan karar veremeyecek kadar sınırlı bir bilince ulaşmıştım. Bir gün yatağımın ucunda bulduğum Sosyalizmin Alfabesi kitabını okuyup bitirince, adeta şöyle mırıldandığımı hatırlıyorum: “Muhammed kaybetti, Marx kazandı.” Bilgilerim her iki konuda da sınırlıydı. Dogmatizmi aşacak güçte değildim. Ama yine de köklü bir yol ayrımına 1968’lerde girdiğimi belirtebilirim. Solun ayak seslerine 1969’da ölen Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenaze törenine katılmakla yanıt verecektim. Artık pratikte de solcu sayılabilirdim. Bütün bu olağanüstü gelişmeler bir iki yıl içinde oluyordu. Beynim tam bir kuşkuculuk merkezine dönüşmüştü. Sağa veya sola sempatizanlık beni tatmin etmiyordu. İdeolojik açlık içindeydim. Sloganlarla hareket edecek biri değildim.
Anlayışta ikna olmadan yaşamam her geçen gün zorlaşıyordu. Kuşkuculuk had safhaya varmıştı. Her şeyden şüpheleniyordum. Sınırlı felsefi bilgiler şüpheyi daha da arttırıyordu. Sıradan solcu bir militan olamazdım. Militan bir sağcı olamadığım gibi, bu hava içinde 1970’te Diyarbakır’da Kadastro ve Tapulama Teknisyeni olarak göreve başladım. İlk defa bol para kazanıyordum.
Solcu tartışmalara Kürtçülük de katılmıştı. Diyarbakır tümüyle Kürt olan bir şehirdi. Dolayısıyla ulusal sorunun ciddiyetini daha çok dayatıyordu. Orada amacım lise fark derslerini verip üniversiteye gitmekti. Bunu başardım. Aynı zamanda Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi diplomasını aldım. Üniversite için yetecek parayı biriktirdim. O yıl üniversite giriş sınavında İstanbul Hukuk Fakültesini kazandım. Tayinimi İstanbul Bakırköy’e aldım. 1970’in sonuyla 1971’i İstanbul’da geçirdim. DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları)’nun hızlı bir üyesi oldum. Feodal kökenli önderlik gelişmeyi köstekliyordu. Bu önderliğe eleştirel yaklaştım. Buna rağmen ciddi bir adımdı. İleri gelen bir üyeliğe hızla tırmanırken, 12 Mart 1971 darbesi oldu. Bu darbe biraz daha geç gelseydi, beni de götürebilirdi. Dolayısıyla sıyırdı geçti.
Musa Anter ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetleri İstanbul’da tanıdım. Musa Anter DDKO’nun ruhu gibiydi. Tecrübelerini aktarıyordu. “Oyuna gelmeyin” diyordu. Hikmet Kıvılcımlı’dan bizzat “Mezopotamya’nın çocukları, mücadelenizde başarılar dilerim” sözünü duymuştum. Fakat bende en köklü tercihe yol açan şey, yılın son günlerinde, illegaliteye çekilmesine çok az kala, Mahir Çayan’ın İTÜ’de kürsüye tek başına çıkıp (eleştirdiklerim çoğunlukta olmasına rağmen), gür ve oldukça inanç, kararlılık ve bilinç arz eden sesiyle “Revizyonizm bir gerçektir, karşı çıkılmalıdır. Kürt sorunu örtbas edilemez, kabul edilmelidir. Oportünizm tavırlarında ısrar ederse, bağlar kesilmelidir” anlamındaki konuşması, sol sempatizanlığımı derinleştiriyordu.
1971-1972 öğretim yılında yirmincilikle kazandığım Siyasal Bilgiler Fakültesine burslu olarak kayıt oldum. Artık amacıma kavuşmuştum. Siyaseti SBF’nde öğrenecektim. Önde gelen sol militan olmam zor değildi. 12 Mart darbesiyle önde gelen militanlar tasfiye edilmeye ve tutuklanmaya uğrayınca, önümüz bomboş duruyordu. Sınırlı bilinç ve tecrübe ile Ankara’da daha önce geçirdiğim üç yıl, hızla sivrilmeme katkıda bulunacaktı. Doğal olarak THKP-C sempatizanı gibi hareket edecektim. Fakültede onların ağırlığı hakimdi. Uzun süre gerçek THKP-C’lileri bekledim. Umduğum çıkışları görmeyince, yavaş yavaş kendi yolumun üzerinde yoğunlaşıyordum. Kürt ulusal sorununa dayalı hazırlıklara başlamıştım. Türk solu ile birlikte yürümek, şoven yaklaşımlardan dolayı zorlaşıyordu.
Mahir Çayan ve arkadaşlarının şahadeti ve ilk boykotu bu vesileyle gerçekleştirmemiz, yedi aylık bir tutuklanmaya yol açtı. Şahit eksikliğinden 15 yıl yemekten kurtulmuştum. Deniz Gezmiş ve iki yoldaşının idamı gerçekleşmişti. İbrahim Kaypakkaya işkenceyle öldürülmüştü. Sol oldukça ezilmişti. 1972 sonlarında Mamak Cezaevinden çıktığımda, kendimi tümüyle bağımsız grup çıkışına hazırlayacaktım. Kürt sorununun çözümüne dayalı ilk grup toplantısını altı kişiyle 1973 Nisan’ında Ankara’da Çubuk Barajında gerçekleştirecektim. Kürdistan’da sömürgecilik tezlerini esas alıyordum. Bu özgün bir çıkıştı. İlk yıl bir düzineye yakın üniversiteli kazandırdık. Haki Karer, Kemal Pir ve Duran Kalkan da Türk kökenli olarak aramıza katılmışlardı. 1974-1975 yıllarında ADYÖD (Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği) Başkanlığını yürütmem grubun gelişim şansını arttırıyordu. 1976’da Türk soluyla daha köklü kopuşmamızla Kürdistan’a açılma kararına varacaktık. 1976 Dikmen Toplantısıyla ilk defa Haki Karer Ağrı’ya, Mazlum Doğan Batman’a doğru yola çıkacaklardı. Düzenle köprüleri atıyorduk. Daha o zaman Apocular olarak adlandırılacaktık.
1977 Antep’te Haki Karer’in katledilmesi komplosuna yanıt olarak Program hazırlığı, Kesire Yıldırım ile tehlikeli, duygusal ve maceralı birlik, Diyarbakır’a sona gidiş amaçlı bir yöneliş, Fis Köyünde 23 kişilik toplantı ve parti olarak hareket etmeye karar veriş bir dönemin sonunu noktalıyordu. Türkiye 12 Eylül Darbesine doğru giderken, ya dışarıya çıkış ya da taş çatlasa birkaç aylık veya yıllık dağ direnişiyle onuru kurtarmak seçenekler olarak ortaya çıkıyordu. Şahin Dönmez ve Yıldırım Merkit’in yakalanıp çözülüşüyle Kesire’nin talepleri, 2 Temmuz 1979’da Ortadoğu’ya hicreti kesinleştirdi. Bir kez daha Hz. İbrahim’in yolundan gidiliyor; Urfa’dan, Urfalı olarak, aynı kutsal amaçlar ve adalet peşinde, eşitlik ve özgürlük için başka bir kutsal diyara yol alınıyordu.
1960-1980 arası Cumhuriyet Türkiye’si üzerinde çeşitli yorumlar yapılabilir. Türkiye toplumunun kapitalizm tarafından sarsıldığı, klasik devlet ve toplumun dar kalıplarına sığmadığı belirtilebilir. Derin bir demokratik arayışın gündeme girdiği de doğrudur. 27 Mayıs Anayasası sorunların özgürce tartışma imkânını vermişti. Fakat soğuk savaşın hüküm sürdüğü bir dünyada en kritik yerdeki bir ülkede iç dinamikler kendi başına sonuç verecek güçte değillerdi. Cumhuriyetin hızlanan oligarşik dönüşümünü halk lehine demokratikleştirmek ancak güçlü bir halk devrimiyle mümkündü. Dış dengeler ise bu tür devrime imkân vermiyordu. Gençliğin halk adına yürekli hareketi statükonun duvarlarını parçalayacak güçten yoksundu. Dünyadaki gençlik hareketleri kısa soluklu olmuştu. Reel sosyalizmdeki tutuculuk aşılmadıkça, demokratik çıkışların şansı fazla yoktu. Bu dönemde Türkiye’de en kapsamlı bir halk devrimi de olsa, dünya emperyalizminin yardımıyla bastırılması zor olmayacaktı. Nitekim 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 rejimleri emperyalizmin yardımıyla rahatlıkla oturtulmuştu. Bu darbeler ortada ağır sorunları olan bir ülke görünümü bırakmışlardı. Devrimci mücadele başarılı olamadı. Ama darbeler, oligarşik hükümet ve meclisler de Türkiye’yi giderek daha da ağırlaşacak sorunlardan kurtaracak yetenekte olmadıklarını fazlasıyla kanıtlamışlardı.
Ulusal ve toplumsal bir kişilik olarak hiç de hazır olmadığım bir kaos içine girmiştim. 1960-1980 Türkiye’sinin ne burjuva tarzı gelişmesine, ne de oldukça maceralı, önderlerden yoksun, çizgisi ve pratiği net olmayan devrimci gelişmesine kimliğim, öz bilinç ve irademle katılabilecek durumdaydım. Bir bütün olarak Cumhuriyet kurumlarını özümseme yeteneğini gösteremiyordum. Sanki ölçüler çok farklıydı. Aldığım eğitim ezbere dayanıyor, sadece memuriyeti kurtarmayı amaçlıyordu. Türkiye Cumhuriyeti Kürt kimliğini inkâr etmekle aslında kendini özümsetme şansını da yitirmişti. Yok saydığınız bir olguya ne diyebilirsiniz veya tek taraflı iradeyle testereyle yontar gibi “Ben seni şöyle doğrayıp şekillendireceğim” derseniz, ne tür sonuçlarla karşılaşırsınız? Karşınızdaki ağaç değil, insandır. Bu anlayış ancak MÖ 3000’lerde yeni doğan Sümer ve Mısır rahip devlet düzenleri için geçerlidir. Onlar da tebaalarını mutlak ilahi iradenin bir gereği olarak, tek taraflı ve ancak sürüngenler arasında geçerli bir anlayışla yönetirlerdi. İnkâra dayalı resmi ideolojinin adı cumhuriyet de olsa, bundan daha farklı bir anlam içermesi mümkün değildi. Batı uygarlığı tarzı bir sömürgeci asimilasyon biçiminde gelişseydi, belki bir anlamı olabilirdi. Kaldı ki, Sümer ve Mısır rahip düzenlerinde dil yasakları akla bile gelmezdi. Türkiye yönetiminde iş bu zırvalığa kadar vardırılmıştı.
Problemli olan doğuş, kaostan da beter bir inkâr düzeni karşısında tabii ki bocalayacak, kuşku ve endişelere düşecekti. Eğer azıcık onurlu bir insan özelliği varsa, olup bitenler karşısında sorgulamalar yapacak, neden inkâr edilmek istendiğinin anlamını çözmeye çalışacaktı. Bu ise, karşıdaki resmi toplum ve devletin sorgulanması anlamına gelecekti. Geleneksel isyancı özellikler aşırı bir dogmatizme yatkın olacaktı. Kabul edeceği her ideolojik çıkışın imanlı bir müridi haline gelmek artık işten bile değildi. Oligarşik cumhuriyetin devrimci gençlik ve Kürt kimliğiyle gelişen çatışması dönemin temel özelliğiydi.
Bunun sonucu ise, faşizmin yapılanmasıdır. Cumhuriyetin önünde 27 Mayıs Anayasasıyla bir demokratikleşme olanağı belirmişti. Fakat objektif koşulların yeterince olgunlaşmayışı, daha da önemlisi bilinç ve irade gücü olarak cevap olabilecek bir halk iradesinin beliremeyişi, bu olanağın çarçur edilmesine yol açtı. Halkın uyanma tehlikesini sezen oligarşi, tarihsel tecrübesine ve Batılı müttefiklerine dayanarak, eskisinden daha sert bir yapılanmayı gerçekleştirmekte zorlanmayacaktı. Artık sistem bol kurban yiyerek besleniyordu. Devrimci grupların eylemleri ve şahadetler, oligarşinin yetkinleşmesine ve yiyiciliğine gerekçe yaratıyordu. Devrimci yetersizlik, karşı-devrimin yeterliliği anlamına geliyordu.
Bu gerçeklik karşısında oligarşik cumhuriyetle uzlaşma aramak mümkün olamazdı. Çünkü tümüyle gerici ve inkârcıydı ve kan içiciliğe dayanıyordu. Buna yanıt tek kelimeyle zora karşı zor tercihi olabilirdi. Başka tür bir yanıt imkânı yoktu. Ya tamamen teslimiyet, ya da direniş tek yol olarak karşıya dikiliyordu. Türkiye solu giderek dağılan yapısıyla başarılı bir yanıt vermekten uzaktı. Saptırılmış sağ-sol çatışmasıyla faşizm kurumlaşıyordu. Sol ne kadar kahramanca dirense de, çağdaş bir Bedreddincilikten, Pir Sultan Abdalcılıktan öteye gidemeyecekti. Nitekim Deniz, Mahir, İbrahim gibi önder devrimcilerin akıbeti bu anlama gelecekti. 1980’lere doğru devrimci şiddet aşırı bir tekrardı. 1970’lerin daha gelişmiş bir sonucunu yaratmaktan öteye gidemeyecekti. Dönemden oligarşik cumhuriyet zaferle çıkacaktı. Sol ise kendini çürümeye terk edecekti. Düzenden bulabildiği kadar yaşam olanakları arayacaktı.
Kişi olarak giderek derinleşecek bir yalnızlıkla karşılaşmam kaçınılmazdı. Kesire maceracılığı işin tuzu biberi olacaktı. Becerebildiğim şey, tüm çağdaş ulusal demokratik tecrübeyle Türkiye Solunun birikimlerinden Kürt kimliğinin nasıl yararlanabileceğini araştırmak ve bir umut imkânı yaratmaktı. O kadar devrimcinin anısına ve çabalara verilecek en anlamlı karşılık bu olacaktı. Aslında Kürdistan adına ideoloji, siyaset ve örgüt çizgisi yaratmak, stratejik bir ayrılığı değil, özgürce birliğin taktik bir aracı olarak düşünülüyordu. Birleşmek için ayrışmak ihtiyacı netti. Hiçbir çağdaş temeli olmayan, ilke ve kural tanımayan, Osmanlı’dan bile çok daha geri zoraki bir birliğin hiçbir anlamı yoktu. Cumhuriyet kendini inkârcı bir milliyetçi dogmaya mahkûm etmişti. Bununla ne sağlıklı bir halklaşma, ne de uluslaşma mümkündü. Faşizm de en çok milliyetçiliğin bu şoven tarzı üzerinde yükseliyordu. Atatürk milliyetçiliğini kullanabilecek koşulları yakalamışlardı. Atatürk milliyetçiliği de inkâr ediliyordu. Dolayısıyla cumhuriyetin başlangıçtaki çağdaş iddia ve birikimleri gericiliğin hizmetine koşuluyordu. Bu bir oligarşik komploydu ve iyi tutmuştu. Kürt feodal ve kompradorları da oligarşi içindeki yerlerini daha da sağlamlaştırmışlardı.
Bu gerçekler karşısında Cumhuriyeti özde değil, biçimde tümüyle hedeflemek kaçınılmazdı. 1980’lere doğru kişi ve PKK olarak şekillenirken, karşımdaki Cumhuriyet olgusu belirleyici etkendi. Kürt kimliğini kabul etmek bir yana, mezara gömmenin her türlü yol ve yöntemi gündemdeydi. Döneme göre oluşmuş sınıf ve kültürel kimlik bilincimle yapabileceğim tek anlamlı çalışma, hiç olmazsa Kürt potansiyelinden bir şeyler ortaya çıkarabilmekti. Türkiye devrimcilerinin anısına ve özellikle grubumuzun değerli şehidi Haki Karer’e bağlılığımızı da ancak böyle kanıtlayabilecektik. Durum hiç yol açılmamış vahşi bir ormanda yürümeye benziyordu. Tarihin bu tür anlarında hep benzer çıkışlar yapılır. Öyle fazla hazırlığı ve stratejisi yoktur. Meçhule bir adım atacaksınız. Yeni olan ancak böyle doğacaktır. Hz. Muhammed’in Mekke çıkışıyla Hz. İsa’nın Kudüs yürüyüşü özünde aynı anlama sahiptir. Ya dönemin cehalet ve inkârcılığına teslim olacaksınız, ya da üzerine üzerine yürüyeceksiniz. Başka türlü tarihsel gelişme olmaz. Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun çıkışı da böyledir. Başlangıçta stratejisi, programı ve örgütü yoktur; ama tarihsel yol açabilecek tek doğru adım bu tür çıkışta gizlidir. Hazırlık, strateji, örgüt ancak çıkışın anlam bulmasıyla mümkündür. Mustafa Kemal’i büyük yapan, aslında askeri yetkileri ve olanakları değildir, bu konularda dezavantajlıdır. Bir an önce de bu niteliklerden kurtulmaya çalışacaktır. Onu asıl sonuca götüren, çıkış ufku ve anlamıdır. Tarihte bu yönlü çıkışlar çoktur. Genelde ilerlemeyi mümkün kılan da bu adımlara cesaret ediştir.
Dolayısıyla bütün maddi koşullar aleyhte olmasına rağmen, PKK çıkışını düşünmek ve buna cesaret etmek, nasıl saptırılırsa saptırılsın, özünde ve ağır basan yanı demokratik cumhuriyet hedefidir. Özgür ve bağımsız bir Kürdistan hedefinin bile ancak demokratik bir cumhuriyetle mümkün olabileceği gerçek stratejik anlayıştı. Oligarşik güçlerin gerici birlik anlayışlarına ve oligarşik cumhuriyetine karşılık, demokratik güçlerin özgür birlik ve demokratik cumhuriyet anlayışının tarihsel çıkışımızın ifadesi olduğu giderek hayat tarafından da doğrulanacaktır.
1920’lerin Türk öncülüklü ulusal kurtuluşu Kürt öncülüklü bir demokratik kurtuluşla tamamlanmak isteniyordu. İkisi arasındaki diyalektik birlik, tarihsel gelişmenin de uzantısı ve çağdaş bir ifadesiydi. Hem ilkel Kürt milliyetçiliğine, hem de şoven Türk milliyetçiliğine ilkeli tavır alış bu gerçeklikle derinden bağlantılıdır.
Bu dönem kişiliğimi, tarihsel yanlışlıkların yazılmasına fırsat vermeyen, buna karşılık birkaç genel doğrunun yazılmasına imkân veren bir kalıba, deftere benzetirim. Kendimi yaşamaya hiç cesaretim yoktu. 20. yüzyıla karşı yabancılığım hep sürdü. Güncele tümüyle gömülmemem, tarihsel boyut kazanmamın bir nedenidir. Bu dönemi Kürt halkı adına kuluçkaya yatma dönemi olarak nitelemek de yanlış olmaz. Kendimi halkla birlikte yaratmak sadece bir bilinç ve felsefi sorun değil, aynı zamanda ahlâki bir nitelikti. Halkın temel gerçeklerinden kopuk yaşamak bana bir düşkünlük, onursuzluk ve ahlâksızlık gibi geliyordu. Beynimdeki tanrı kuşkuculuğu yerini ulusal sorun, örgütlenme ve politika konularında kuşkulara bırakmıştı. Zihnimi tatmin etmek açısından bu maddi olgular daha uygunluk arz ediyordu. Metafizik yerine diyalektik yöntem daha çok çekici geliyordu. Cumhuriyet ve burjuva toplumunun şoven karakteri karşısında Kürt kimliğini somutlaştırmam elbette önemli bir adımdır. Bu, Cumhuriyet açısından da bir kazanımdır. Demokratikleşme tüm ölçütleriyle yaşam bulduğunda, bu rolümün anlaşılacağından hiç kuşku duymadım.
En önemli kusurumun dogmatizmle gerçekliği karıştırmak olduğunu geç fark ettim. Fakat bu olgu halen Doğu toplumlarında ileri düzeyde yaşanan bir gerçekliktir. Din dogmatizminin yerine reel sosyalizmin dogmatizminin geçmesi şaşırtıcı olamaz. Dogmatizm, toplumun tüm sağ, sol, kimlik ve kültürel anlayışlarında aşılması gereken en temel bir hastalık olarak durmaktadır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER