BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (2.BÖLÜM)
YÖNTEM ÜZERİNE YA DA OKUR İÇİN OKUMA KLAVUZU
Radikal bir yaklaşım olan “anti-tarih” “geleneksel, tarihsel çerçevelerin sadece yetersiz olduğunu değil, aynı zamanda temelde daha derin anlamları engelleyici olduğunu” iddia eder. Yaptığımız sözlü tarih çalışmasının amacı da anlatılanın sosyolojik olarak ne anlama geldiğidir. Bu kitap röportajlar kitabı değildir. Buradaki tarihçiler anlatıcı da değildir. Edward Said; entelektüelin birincil görevlerinden birinin ezilenin yanında olmaktır der. Biz de bu çalışmalarda çocuklarını kaybetmiş annelerin yanındayız. Yarın yazacağımız bir başka ‘ötekinin’ yanında da olacağız. Vicdanlı her insanın mazlumun yanında olmak, yazar olarak değil insan olarak birincil görevi olmalıdır. Biz de bunu yaptık. Çalışma yöntemlerimizi seçerken, eğer yaşanan trajedinin bir parçası değilsek yazmanın da bir anlamı olmayacağını düşünüyoruz. Yazar sürünün bir parçası değildir. Yaşananın nakledicisi olmaktan ibaret de değildir. Sözler her zaman gerçeği anlatmaya yetmez. Annelerle yaptığımız görüşmelerde bunu yüreğimizde hissettik. Nesrin’in annesi kızının içeride bir alev topuna döndüğünden bahsetmişti. Düşünün bir, kendi çocuğunuzu ateşte yanarken hayal bile edemezsiniz. Yüzünüzdeki dehşeti ve acıyı hangi cümleler anlatabilir. Seçtiğimiz yöntemlerden biri de buydu. Salt bir anlatıcı sözcüklere basarak geçebilirdi. Bunun adına da objektif tarih yaklaşımı diyebilirdi. Acaba objektiflik bir insanın neler yaşadığını, yaşayanın içindekileri çıkarıp bize gösterebilir miydi? Objektif olan belgenin kendisi mi yoksa bedenin size anlattıkları mı? Yöntemlerimizi seçerken dönemin koşullarına ve devlet şiddetine maruz kalan insanlara dair gözlemlerimizi de aktardık. Görüştüğümüz annelerin yüzde doksanı bizimle kendi dillerinde konuştular. Bunu bire bir çeviriyle aktaramazdık.
Örneğin Diyarbakır’da bir anne “oğlumun cezaevinde aclık grevinde mide kanaması geçirmişti. Gazeteye bırakmışlar.” Bunu kaç okur anlardı bilmiyoruz. Biz bunu “açlık grevindeyken oğlum mide kanaması geçirmişti. Gazetelerin birçoğu bu haberi yayımladı.” Şeklinde düzenledik. Yazım yöntemimiz bunu kendini okutan bir dille aktarmak şeklinde olmalıydı. Biz de öyle yaptık. Ana metne sadık kaldık. Annelerin anlatmak istediklerini biz anlaşılır bir dile dönüştürdük. Annelerin çoğu okuma yazma bilmiyorlardı. Fakat ettikleri laflar kendi dillerinde filozofça derinlikler taşıyordu. Kitabı birlikte hazırladığımız Mürsel arkadaş Kürtçeye hâkimdi. Onun bölgenin gelenek ve yaşam tarzlarına ilişkin önerilerini bu yazının dokusuna yedirmeye çalıştık. Bazı annelerin affına sığınarak söyledikleri bazı şeyleri yazmayı tercih etmedik. Bunun nedeni onların zarar görmelerini istemediğimizdendi. Bu kitapta annelerin söylediklerinin eksiği var fazlası yoktur. Görüştüğümüz annelere isimlerinin gizli tutulacağını bir zarar görmeyeceklerini söylememize rağmen gerçek isimlerinin yayımlanmasında ısrarcı oldular. Üç hikaye hariç gerçek isimlerini yayımladık. Görüştüğümüz annelerden Sakine Ana, hazırladığımız çalışmaların neredeyse özeti gibiydi. Eğitimliydi. Sorunlara yaklaşımı bilgeceydi. “Sizin gibi çok insan gelip gitti” hiç biri de uğramadı bir daha” demişti. Belki de Sakine Ana’nın bize yaptığı eleştiri, hikâyenin bir parçası olmamak anlamını taşıyordu. Biz bu anlatılarda hikâyenin bir parçasıyız. Bunun ne kadarını yansıttığımız da okurun takdiridir. Yaptığımız görüşmelerde 1990 ve sonrasına dair bölgede yaşanan, kimi zaman belgesellere konu olan olaylara değindik. Bunun nedeni, okurların buralarda yaşanan olayların ve bu güne nasıl gelindiğinin ipuçlarını göstermekti. Buna bellek tazeleme de diyebilirsiniz. Çalışmalarımız için üç bölge seçtik.
Birincisi Adana’ydı. Burada anlamaya çalıştığımız şey, memleketlerinden kopup gelen ailelerin göç ve azınlık durumuna düşmelerinin yarattığı durumu anlamaya çalışmaktı. Buradakiler Kürt yerleşimlerinden farklı mıydı? Göçle Çukurova’ya gelen aileler kendilerini diasporada gibi görüyorlardı. Bizimle görüşmek istemediler başlangıçta. Korktuklarından değildi. Sadece kendilerinden olmayanlara karşı bir mahremiyet duygusuyla yaklaşıyorlardı. Onları anlayamayacağımızı, acılarını bir malzemeye dönüştüreceğimizi düşünmelerinden kaynaklıydı. Kürtlerle kurdukları bağlar, Kürt yerleşimlerinin yoğun olduğu bölgelere göre daha sıkıydı. Bu da onların azınlık duygusunu yaşadıklarının ipuçlarını vermişti.
Seçtiğimiz ikinci bölge Diyarbakır’dı. Burada yaşayan aileler örgütlü ailelerdi. Büyük çoğunluğu barış annelerinden oluşuyordu. Barış annelerinin dili örgütsel bir dildi. Kurumsal bir yapıları vardı. Birlikte hareket ediyor, sivil toplum etkinliklerine birlikte karar veriyorlardı. Buradaki ilişkilerin Adana’dan farkı, kendilerini öz vatanlarında hissetmeleriydi. Dostane bağları Çukurova’ya göre daha zayıftı. Bunun nedeni de sanırım insanların ilişkilenme seçeneklerinin daha zengin olmasıyla bir ilişkisi olabilir.
Üçüncü çalışma alanımız; Kürt yerleşimlerinin merkezden uzak olan bölgeleriydi. (Nusaybin, Kızıltepe, Viranşehir) bu alanı seçmemizin nedenlerinden biri örgütlü olmayan annelerin soruna bakışıydı. Onlar barış annelerine nazaran farklı görüşleri olan annelerdi. Daha duygusal daha kırılgan annelerdi. Kürt siyasetinin yanlışlıklarını söyleyebiliyorlardı. Eleştiriyorlardı. Bunun nedeni yaşanan sürecin dışında olmalarından kaynaklanıyordu. Seçtiğimiz üç bölgenin ortak özelliği ise Kürt siyasetine bağlılıklarının olmasıydı. Barışa dair umutlarını canlı tutmak istiyorlardı. Barışın geleceğine çoğunlukla umutsuz bakıyorlardı. Yaptığımız çalışmaların amacı, ne ölümü kutsamak ne de annelerin çocuklarıyla kurduğu derin bağları aşikâr etmekti. Sadece yapmak istediğimiz ırkçılığın ve kana kan intikam söylemlerini dillendiren insanların vicdanına seslenmekti. Körleşmiş vicdanların içine biraz insan katabilirsek bu da biz yazanların en büyük kazancı olacak.
Onları hiç tanımadınız, yaşadıklarını gazeteler size hiçbir zaman doğru anlatmadı. Onlar sadece iktidar olmak uğruna başkalarının yaşadığı acıları faydaya dönüştürmekten başka bir şey yapmadı. Biz sadece onların dilinden bizim bilmediğimiz evlerdeki annelerin kaybettiği çocuklarının anılarıyla nasıl bir hayat sürdüklerini yansıtmaya çalıştık. Çocuklarını kaybetmiş asker anneleri de yazılmalı. Savaşı lanetleyen herkes bu işin bir ucundan tutmalı. Bunu da yapmak isteriz. Ya da başka yazarlar benzer çalışmalar yapmalıdır. Bunun toplumsal bir sorumluluk olduğu anlaşılmalıdır. Ölüm bütün dillerde aynı. Acının bir parçası olmak derken başka acıların yaşanmamasının da bir parçası olmalıyız. Biz sadece Kürt annelerinin tarafı değiliz. Bütün mazlumların bütün ötekilerin tarafıyız. İnsan olmanın dini, ırkı, dili olmaz. Terazisi insan olanın tarafı olmak insan olmanın da vicdanıdır.
MÜRSEL YILDIZ/ İBRAHİM ALP
YORUM GÖNDER