AHLAK FELSEFESİ Mİ VİCDAN FELSEFESİ Mİ?
İnsanlığın hakikat arayışında düşünsel ve zihniyet bağlamında üçüncü temel büyük hamlesi, felsefe olmaktadır. Mitoloji ve din, felsefeyi önceleyen iki temel hakikat yöntemi olarak, hem felsefeyi oluşturan dinamiklere temellik yapmış, hem de onunla hep gerilim içerisinde olmuştur. Felsefeyi, mitoloji ve dinden kopuk ele alama şansımız yoktur. Beslendiği kaynağı, onunla çelişki ve çatışkı içinde bulunduğu oranda aşarak gelişme şansı bulmuş; ama zihinsel kodlarda benzeştiği durumlarda ise, dinamizmini kaybederek tutuculaşmıştır. Felsefik düşünce tarzı, zihniyet serüveninin içerisinde özgürleşen ve farklı düşünmeye cesaret eden bireyi öncelediği oranda girebilmiştir. Başka bir ifadeyle, özgür ve farklı bireyin zihinsel dışa vurumunun sonucudur. Mitoloji ve dinin dogmatik zihniyet kalıplarını, özgürce düşünen bireylerin aşma çabası, insanlığı yeni bir hakikat arayışına yöneltmiştır. Elbette felsefe yoktan var olmadı. Mitoloji ve dinin açtığı yoldan faydalandı, ama yolu değiştirdi ve yeni mecrada aktı. İnsana dayandı. İnsana güvendi. İnsanın özgürce ve özgünce düşünmesinin önünü açtı. İnsanları bu yolda teşvik etti. Dolayısıyla felsefe, öncülerinden koptuğu oranda hakikate ulaşma çabasında sonuç aldı. İnsanlığın zihniyet gelişimine katkı sundu. Hakikat arayışının genel anlamda bilimsel düşünceye varmış olması, felsefe olmadan gerçekleşemeyecek bir olgu olarak varlığını koruyor. Bununla birlikte, felsefenin bir zihniyet biçimi olarak her yönü ile kendisini öncülerinden kopardığı söylenemez. Özgünleştiği kadar, benzeştiği durumlar da olmuştur. Bu, biraz da eşyanın tabiatı gereğidir. Hiçbir düşünce biçimi ve zihinsel tasavvur, kendisinden önceki düşünce dünyasını ve var oluş halini yadsıyamaz. Onunla çeliştiği ve çelişki halini çözümleyip sonuçlandırdığı kadarıyla özgünleşir ve yeni zihniyet kodları olarak gelişir. Felsefe bu bağlamda özgün ve etkili bir yol bulmuş ve başarılı olmuştur. Bir yanıyla bilimin içine girerek ‘bilim felsefesi’ne dönüşmüş, bir yanıyla da varlığını sürdüren dinsel düşünceyi etkilemiş ve ‘din felsefesine’ yol açmıştır. Bu hakikat ne kadar inkar edilemezse, mitolojik ve dinsel düşünce kalıp ve kodlarının da felsefenin içine sızdığı inkar edilemez. Bundandır ki, zamanla felsefe tutuculaşıp, dogmatikleşmiştir. Dinsel düşüncenin dogmatik kodları, çeşitli yönleriyle felsefenin özgün, özgür ve yaratıcı yönlerini törpülemiştir. Haliyle birbirlerinden farklı birçok felsefik akım ekol ortaya çıkmıştır. Felsefeyi dine yakınlaştıran, hatta bir yanıyla dinselleştiren felsefik akımlar ekoller geliştiği gibi, toplumsal ahlaka ağırlık veren ve toplumsal özgürlüğü öne çıkaran akımlar/ekoller de gelişmiştir. Bu bağlamda ahlak felsefesi/etik, toplum felsefesi ile birlikte felsefi düşünce biçiminin vardığı/varabildiği en ileri noktayı işaret etmektedir. İktidarist ve hegemonik zihniyetin tahrik ettiği insandaki dejenerasyonun toplumda yarattığı bozulmanın ve insani değerlerden uzaklaşmanın önüne geçebilmek ve insani özüyle yeniden buluşturmak için önemli bir hamle olmuştur. Başka bir ifadeyle ahlak felsefesi, gerçek özünden (ahlaki ve politik toplum değerlerinden) uzaklaşan, iktidarist tekel yapıları ile sakatlanan toplumsal gerçekliğin erozyonunu önlemek ve kökleriyle yeniden buluşturmak amacıyla geliştirilmiştir. Kötülüğün iyiliğe, egemenliğin özgürlüğe, yanlışın doğruya, çirkinliğin güzelliğe, düşmanlığın dostluğa, erdemsizliğin erdemliliğe karşı giderek güçlenmesi ve toplumsal/bireysel mutsuzluk halinin mutluluğa galebe çalması nedeniyle insanlığı var eden değerlere dönüş çabasının felsefesidir. Erdemli insanı ve erdemli toplumu yaratarak insansal/toplumsal dejenerasyonun önüne geçme hedefi ile var olmuştur. Doğal toplumun ahlaki ve politik değerlerinin iktidarist ve devletçi uygarlık değerleri karşısında gerileyişi, hatta ciddi aşınmalar yaşayarak kriz halini alması, ahlak felsefesini gerekli kılmıştır. İktidarist zihniyetin nedeni olduğu erdemsizlik hali, genelde felsefenin, özelde ise ahlak felsefesinin ‘erdem’ kavramını temel bir retorik olarak benimsenmesine ve ‘yol’ yapmasına neden olmuştur. Retorik olarak ‘erdem,’ insani/toplumsal ütopyanın dışa vurumudur. Her türlü cennet/nirvana tasavvurlarının izlediğidir. Zerdüşt’ten başlayıp, Sokrates ve Sofistlerle gelişen ahlak felsefesinin başlangıç dönemi öncesine bakıldığında (yaklaşık olarak MÖ 700’lerden önceki dönemler) iktidarist /devletçi uygarlık değerlerinin en azgın ve acıtan dönemini yaşadığını görürüz. İnsani ve toplumsal değerler bağlamında en dip halini yaşayan insanlığın, kendi varlığını koruma ve savunma refleksiyle ‘erdemi’ başat kılan ahlak felsefesini geliştirmiş olması anlaşılır ve beklenendir. Ancak ahlaki ve politik değerlere yeniden dönüş ile insan/toplum, iktidarist/devletçi uygarlık değerlerinin hegemonik etkilerine karşı ayakta durabilirdi. Bu çıkış hakikat arayışı gibi uzun ve meşakkatli bir yolda önemli bir dönemeç olmuştur. Günümüze kadar bu biçimde devam etmiştir. Günümüzde de kapitalist modernitenin toplumsal zihniyeti ve dokuyu parçalayıcı hegemonik dayatmalarının vardığı ileri düzey karşısında, ‘erdemli insan’ ve dolayısıyla ‘erdemli toplum’ tasavvuru temel bir ihtiyaç olarak varlığını korumaktadır. Karşı karşıya bulunduğumuz ‘insani kriz’ hali, ahlak felsefesinin normları, her ideolojide/paradigmada, toplumsal değerlerin temsili olarak yaşamıştır. Zaman zaman esnetilip başkalaşıma uğratılsa da, yine de egemenlikli paradigmalara peşkeş çekilip, asma yaprağına dönüştürülse de toplumsallığa aitliğin savunusu olarak devam ede gelmiştir. Egemenlerin erdem diye bir derdi hiç olmamıştır; Ancak ahlak felsefesinin en zayıf ve belki de uygarlığın dejeneratif baskın değerleri karşısında ciddi sonuçlar almamasının temel nedeni, bir mücadele Paradigmasına dönüş(e)memesidir. Mücadele paradigmasına dönüş(e)memiş, her çıkış gibi başkalaşıma uğramaktan ve sağa sola çekiştirilmekten kurtulamamıştır. Tespit yapmış, telkin etmiş ve yol göstermiştir, ama harekete geçirmede pasif kalmıştır. Kimi zaman, inzivaya çekilen ‘dervişler’ de görünür kılınan edilgen yaşam tarzları biçimindeki mücadelesizlik olarak yansımıştır. Bu nedenledir ki, belki toplumsal gerçekliğin daha da olumsuzlaşmasını engellemiş, toplumsal dokudaki doğal özelliklerin büsbütünen yitirilmesinin önüne geçerek toplumun bir yönünün direngen özelliklerini korumasını sağlamıştır, ama toplumsal ahlakı baskılayan hegemonik, iktidarist değerleri geriletememiştir. Var olanı koruma, muhafaza etme yönü öne çıkmıştır. Kısacası, ahlak felsefesi proaktif bir unsur olarak bir toplumsal mücadele felsefesine dönüşememiştir. Toplumun ezilen kesimlerinin motive edici ideolojik argümanı haline gelmede çok yetersiz kalmıştır. Yetersiz kalma hali, bu yönlü kurgulanmasının sonucudur. Yoksa istenipte yetersiz kalındığından dolayı değildir. Ahlak felsefesi, çoğunlukla erdem sahibi olmak için, ‘ahlaki değerlere göre yaşamayı’ telkin etmiştir. Buna, egemenlikli kurgulamalara muhalif olanlar genellikle uymuşlardır. Egemenlerin ise, böyle bir derdi hiç olmamıştır. Egemenlikli veya sonradan egemenlikli hale dönüşen tüm ideolojilerde ahlak, kendileri dışında kalan halk toplum kesimlerinin pasifize edilmeleri için kullanılmıştır. Yoksa egemenlik değerleri hep ahlaki normların karşısında olmuş ve toplumsal kurgunun temeli olan ahlaki değerlerin çatlatılıp dağılmasıyla ancak gelişme kaydedebilmiştir. Doğal toplumun ahlaki ve politik değerleri geriletilip dağılmasıydı, kölecilik gibi tarihin tanıya geldiği en zorba dönem yaşanabilir miydi? Yine sınırlı da olsa dinlerin özünde var olan ve dinsel düşünceye meşruiyet/etkinlik kazandıran ahlaki değerler aşındırılmadan kapitalizm gibi bencilliği zirveleştiren ve ‘insanı insanın kurdu’ haline getiren bir sistem gelişebilir miydi? Halen de toplumsal parçalanmışlık devam ediyor ve toplumsal öğeler kapitalist modernite karşısında çaresiz ve savunmasız bir halde varlığını dahi koruyamıyorsa, bunun ahlaki değerlerin geriletilmesi dışında bir açıklaması olabilir mi? Sorular çoğaltılabilir, ama tümünün tek cevabı vardır; Hayır! Zerdüşt’ün çabaları, onun sonrasında Mag rahipleri aracılığıyla hegemonik sisteme bağlanarak boşa çıkartıldı. Sokrates’in Grek egemenlik sistemine karşı ‘at sineği’ olma çabaları, baldıran zehirliyle akamete uğradı. Mani’nin dinlerin (zerdüştlük, hıristiyanlık, budizm) ahlaki yönlerini sentezlediği çıkışı, Mag rahipleri ve Sasani egemenlik sisteminin işbirliği sonucu trajedi ile sonuçlandı. Ya günümüz ahlak filozofları? Toplumu dönüştürmedeki öncülük çabaları hak getire… Onlar da, ahlak felsefesinin edilgenliği, pasifist bir pozisyon takınarak ahlaki doğruları söylemekle yetindiler/yetiniyorlar. Felsefe yapıyorlar, ama gerçekleştireni ol(a)mıyorlar. Karl Marks’ın “aydınların görevi toplumu dönüştürmektir” çağrısı, gök kubbede hoş bir seda olarak kaldı ve pek de karşılığını bulmayan bir sesten öteye gitmedi. Kendisi de ahlak ve felsefesini dönüştüremedi. Peki, problem nerede? Problem ahlak filozoflarının öncülük etmemeleri mi, Yoksa ahlak felsefesinin bir mücadele paradigmasına sahip olamaması mıdır? Problem, ahlak felsefesinin paradigmasındadır. Sağlam temellere dayanmayan kurgulanışındadır. Ya da başka bir deyişle; ahlak felsefesi ile iyi ve kötü, güzel ve çirkin, özgürlük ve kölelik, sevgi ve nefret, mutluluk ve mutsuzluk, erdem ve erdemsizlik diyalektiğinin toplumsal sorunları çözeceği, hegemonik sistemi aşındırıp alt edeceği yanılgısıdır. Gelinen aşamada söz konusu yanılgının saklanamaz biçimde açığa çıkması, genelgede mevcut felsefik paradigmanın, özelde ise ahlak felsefesinin tıkandığını göstermektedir. Aslında mevcut tıkanma hali, geçmişte ki kurgulanışın kaçınılmaz sonucudur. Sadece geçmişte bu görülmedi. Bazı toplumsal sorunların hafifletilmesinde rol oynaması ve toplumsal tıkanıklıkların aşılmasında etkili olması nedeniyle hep böyle devam edileceği sanıldı. Mevcut haliyle ahlak felsefesi, tarihsel olarak yüklendiği toplumsal/zihinsel misyonu yerine getiremiyor. Öyle ki, ahlaki normların/değerlerin belirlenmesi ve bunun felsefik argümanlara kavuşturularak bir mücadele paradigmasına dönüşmesi olanaksız gibi bir şey. Çünkü ahlak felsefesinin dayanak olarak belirlediği ahlaki normların belirlenimi, kaçınılmaz olarak hegemonik yapılara karşı aktif bir duruşa, mücadeleye ve esnetilemeyen bir mahkumiyete yetmiyor. Hakim paradigmanın hakimiyet epistemolojilerinin kıskacından kendisini kurtaramaması, böyle kalması için yetiyor zaten. Bu nedenle ahlak felsefesi, amacı özgürlük, özgünlük, erdemlilik ve içkin olan normlara hizmet etmekten uzaktır. Ahlak felsefesi ‘mutlak iyinin’ yolunu göstermekle sınırlamıştır rolünü. Hiç olmazsa böyle bir duruşun sahibidir, ‘mutlaka iyi’nin gerçekleşmesinde özne olmuyor/olamıyor. Ahlaki yaşanabilir. İnsanlar ahlaki normları kendilerine rehber edinebilirler. Erdem sahibi olmayı ayrıcalıklı bir hedef olarak gerçekleştirmeyi amaçlayabilirler. Tüm bunlar, aktif bir bilinç durumuna dönüşmemiş bir duruşa işaret ediyor. Bireyin kendisini olumlu yönde dönüşmesini amaç olarak belirliyor. O kadar! Daha ötesine geçerek kendisiyle birlikte bireyleri ve toplumu dönüştürmeyi ve değişimin aktif bir öznesi haline gelmeyi sorun haline getirmiyor. Aktifleşebilmek, toplumsal değişimin ve dönüşümün öznesi haline gelebilmek için, hegemonik iktidarist uygarlık değerlerine karşı mücadele etmek ve bunların aşılması gerekiyor. Bu da, kurgulanmış haliyle ahlak felsefesi ile mümkün olmamaktadır. Daha doğrusu, ahlak felsefesi böyle bir hedef için yetmemektedir. Ahlak felsefesinin pasifliği karşısında daha aktif bir kurgulanış gerekmektedir. Bu da vicdan ile mümkündür. Vicdan ahlaki normların temellerinde var olmakla birlikte, onun toplumsal bilinçte doğru ve yanlış, olumlu ile olumsuz olan arasında farkındalık oluşturma ve buna göre tutum alma duygusudur. Bu zaviyeden bakıldığında; ahlak bize ‘mutlak iyi’yi gösterir, ahlak felsefesi buna ulaşma yolunu işaret eder, vicdan ise bu yolda yürüme ve ‘mutlak iyi’yi gerçekleştirme iradesini ifade eder. Burada esas olarak öne çıkacak husus, ‘tutum belirleme’ ve öznenin ‘iradi müdahalesidir. Bu süreç de, muhakemeyi gerekli kılmaktadır. Muhakeme yapılmadan ne tutum belirlenebilir, ne de ‘iradi müdahale’ gerçekleşebilir. Dolayısıyla vicdanın harekete geçirilebilmesi suretiyle ancak ahlaki normlar bireysel, pasif ve tek yönlü bir yaşam halinden çıkarılarak hegemonik iktidarist sistem değerlerinin var oluş haline karşı bir mücadele paradigmasına dönüştürülebilir. Tam da bu noktada ahlak felsefesinin yetersiz kaldığını, onun yerine “vicdan felsefesini” oluşturmak, tarihin akışına da uygunluk göstermektir. Neden vicdan felsefesi? Ahlak, gelenekselleşmiş, toplumsal kabul görmüş ve etkileyiciliği olan normlardır. İnsanlığın, uygarlık öncesi doğal toplum yaşamında toplumsal ilişkileri düzenleme ve yürütme rolünü oynamıştır. Toplumsal dinamizme sahiptir. Ancak uygarlığın iktidarist ve hiyerarşik değerleri, ahlaki normları yerdiği ve gerilettiği oranda gelişme göstermiştir. Sonuçta tarihin çarkı, toplumsal ve bireysel bağlamda hakimiyet epistemolojilerine dayanan uygarlık değerlerinin başatlığından yana dönmüştür. Özgünlüğünü ve var olma halini yitiren insanın, iktidar zihniyeti ve uygulamalarının ezinç baskılarına karşı kendini ifade etme ve doğal özüne dönme çabası felsefeyi, ahlak felsefesini ortaya çıkarmıştır. İnsan, ahlak felsefesi ile var oluş değerlerini korumak istemiştir. Ahlak felsefesi, hakikat arayışında bir aşamadır. Kayda değer bir aşama olduğuna dair tereddütler pek azdır. Kabul etmek gerekir ki, insanlara, toplumsal doğayı uygarlığın iktidarist değerlerinden arındırma ve dönüştürme çabalarında nefes aldırmıştır. Ahlak felsefesi ‘mutlak iyi’ yolunda erdemli yaratmakla sınırlamıştır varlığını. Ya da kurgulanışı itibariyle daha ötesine geçmeye yetememiştir gücü. Bu, tek yanlı içsel bir yaratım halidir. Bireye, bireyin içsel dünyasına seslenmektedir. Şüphesiz metafizik bir olgu olarak ahlaki değerler insanın manevi dünyası ile alakalıdır. Lakin salt insanın manevi dünyasına hapsolması, toplumsallaşma gücünü kırmaktadır. Nitekim tek tek bireylerin/insanların erdemli olmaları, erdemli toplumun oluşturulduğu anlamına gelmiyor. Toplumsal doğa dediğimiz olgu, insanların doğalarından daha farklı, karmaşık ve üst bir oluşumu ifade ediyor. Dolayısıyla ahlak felsefesi, çoğunlukla bireyi esas alan, birey üzerinden toplumsal doğayı etkilemeye çalışan bir kurgulanıştır. Buna göre erdemli insanlar yaratıldıkça, toplum da kaçınılmaz olarak kendiliğinden erdemli topluma evrilecektir/dönüşecektir. Yani, bireylerin iyiye, güzele, doğruya, mutluluğa, bilgeliğe, dostluğa ve bunun içsel/manevi doygunluğuna ulaşması ile ahlakın gerçekleşeceğini varsayar. Toplumsallığa ait olanın kendiliğinden dönüşeceğini düşünmek gerçekçi olmadığı gibi, felsefik var oluşa da aykırıdır. Oysa ahlaki değerlerin toplumsallaşması, ancak uygarlığın antiahlaki değerlerinin geriletip, aşılmasıyla gelişebilir. Bu da, söz konusu değerler skalasıyla mücadele etmeyi gerektiriyor. Ancak bu tarz bir mücadele için ahlak felsefesi yetmemektedir. Ahlaki toplumu oluşturmayı da başaramaz. Ahlakçı filozofların öncülüğündeki ahlak felsefesinin vardığı nokta; erdem sahibi insan yaratılmak istenirken, erdeme tapan dogmatik insan yaratılarak uygarlık değerlerinin toplumsal dokuya sirayet etmesinin önü açılmıştır. Elbette ahlak felsefesi, uygarlıkçı zihniyetin sebebi olduğu sorunlar konusunda toplumsal bir farkındalık yaratarak dikkatleri bu çelişkiye çekmiştir, çekmektedir. Farkındalık yaratma üzerinden toplumsal sorunların varlığını gündemleştiriyor. Ama ötesine geçmede, toplumsal vicdanı oluşturup, harekete geçirmede başarısız kalıyor. Genel olarak vicdanı duruş özel olarak toplumsal vicdan, ahlaki değerler babında bir değişim ve dönüşüm dinamiğine dönüşmedikçe, toplumsal hareketler/ mücadeleler pek başarılı olamazlar. Hakimiyet epistemolojileri dışında konumlandırılan toplum tasavvurlarını gerçekleştiremezler. Tarihsel bağlam bize bu gerçeği kanıtlamıştır. Misali babında; tüm toplumsal hak, adalet ve özgürlük mücadelelerinin öncü hareketleri/güçleri, vicdani itkiyle hareket eden kesimler olmuşlardır. Toplumsal sorunları, iktidarist oluşumların dışında çözümünden yana olan, iktidarist zihniyet ve odaklara mesafeli duran sessiz yığınlar çoktur. Adil, eşit ve özgür bir toplumsal sistemin gerçekleşmesinin beklentisi içerisindeler. Yani, ahlaki duruş olarak saflarını belirlemişlerdir. Ancak aktif öncülüğü yapanlar, vicdani duruşa sahip olan ve nispeten daha az olan kesimlerdir. Bu azınlığın öncü mücadelesi sayesindedir ki, zamanla toplumsal vicdan oluşup, harekete geçiyor ve mücadeleler toplumsal vicdana hitap eder hale geliyor. Burada ahlak ile vicdan alternatif olgularmış gibi ele alınmıyor. Aksine birbirlerine bağlıdırlar. Ahlak, ahlaki normlar olmadan vicdandan bahsedilemez. Vicdan, ahlaki normlar üzerinde şekilleniyor. Denilebilir ki, bir adım ötesine geçiyor. Tutumunu, iradi müdahale ile gerçekleştiriyor. Esasta dikkat çekilmek istenen husus; ahlaki normların, ahlak felsefesi ile içerisine düşürüldüğü açmazdır. Ahlak felsefesi, hegemonik iktidarist uygarlık değerlerini örselemekte ve daha tahripkar düzeye ulaşmasını engellemektir. Ancak alternatif bir paradigmaya dönüşmemektedir. O nu aşamamaktadır. Çünkü var oluşsal olarak böylesi bir hedefe sahip değildir. İşte açmazı buradadır. Doğal toplumun ahlaki normlarının iktidarist zihniyete yakınlaştırılarak felsefenin yapılması, çözüm gücünden uzaklaşmayı da bağrında taşıyor. Oysa tez olarak ileri sürülen vicdan felsefesi böyle değildir. Hakikatin, gerçek yaşamın felsefesidir. Basit bağlamda doğru yanlış, olumlu-olumsuz duygusunun gerçekleşmesinin ötesine geçerek, hakikat gücü olarak konumlanmak durumundadır. Dahası, yeni bir felsefe yapma tarzı olarak, toplumsal öncülüğü yapmak gibi pro-aktif bir rol oynayacaktır. Mücadele etmeyi, hakimiyet epistemolojilerini aşmayı, değiştirip dönüştürmeyi önceleyen bir felsefedir. Vicdan felsefesi, ahlaki normların gerçek işlevselliklerine kavuşacakları dinamik bir felsefe dalıdır/olmak durumundadır. Bu nedenledir ki, toplumun ahlaki ve politik özünün uygarlık değerleri karşısında başat hale gelmesi için vicdan felsefesi gereklidir. Ahlak, toplumun öz varlığını koruma ve sürdürme istem ve çabasının ifadesi olarak da belirtile bilir. Toplum, sürdürebilir varlığını ahlaki yapıda görmektedir. Son tahlilde ahlak, ruhsal ve manevi olarak özgürleşme ve kendini aşma edimidir. Bu, aynı zamanda toplumsal gerçekliğin önüne koyduğu hedeftir. Ahlaki normların eksik yanı belirleme düzeyinde kalmalarıdır. Gelenekselmiş olmaları itibariyle çerçeveyi çizer ve olması gerekeni ifade eder, ama aktif bir tutuma dönüşmez. Ahlak felsefesi bu bağlam üzerinde oluşturulmuştur. Dolayısıyla ahlak felsefesi, var olanı değiştirme ve dönüştürme ediminde pek de dinamik değildir. Statik yanı öndedir. Aktif bir bilince dönüşmemiştir. Ahlakı dolayısıyla ahlak felsefesinin ‘mutlak iyi’sini gerçekçi kılacak, dönüşüm gücü haline getirecek olan ise vicdandır. Toplumun kolektif bilinci olarak vicdanın gücü, yanlışı, kötüyü, bilgisizliği, erdemli olmayanı kolektif aklın ve inancın bir ifadesi olarak mahkum etme ve mücadeleyle değiştirme iradesindedir. Belirleme halinin ötesine geçerek mahkum edilene/edilmesi gerekene müdahale eder. Karşı durur ve değişimin öznesi olur. Dolayısıyla toplumsal dinamizmi ifade eder. Burada ortaya çıkan iki olgudan bahsedilir. Tutum olarak mahkum etme ve değiştirme iradesiyle müdahale etme… Örneklersek; ahlak kötü ile iyinin ne, nasıl olduğunu belirler. Ahlak felsefesi, iyiye nasıl ulaşacağının yolunu anlatır. Yani söylem gücüne kavuşturur. Vicdan ise; kötünün karşısında iyiden yana tutum belirleyerek kötüyü mahkum eder. Ancak bununla yetinmez ve söylem gücünü yeterli görmez. İyinin başatlığının toplumsal karşılığının somut bir olguya dönüşmesi için iradi müdahalenin gerçekleşmesini sağlar. Çirkin ile güzel, yanlış ile doğru, erdemsizlik ile erdemlilik diyalektiğinde de bu böyledir. Vicdanlı olmadan adil olmak mümkün değildir; Ahlaki normlar bunun söylem gücü, vicdanda cisimleşir ve somut bir olguya dönüşür. Çünkü vicdan, ahlakın bilince dönüşmüş halidir. (Belki bir ahlaki bilinçten bahsetmek mümkündür, ama vicdani bilinç ile ahlaki bilinç aynı şeyler değildirler.) Örneğin, toplumsal oluşumun en kayda değer ve en önde gelen kavramı olan ‘adalet’ duygusu, esasta ahlak ile değil, vicdan ile anlam kazanır ve tatmin olur. Ahlak, adaletsizliği tespit eder, belirler, ama adaletsizliğe müdahale ettiren vicdanın kendisidir. Vicdanın sessiz kaldığı ve bilince dönüşerek kolektif bir yaptırım gücüne ulaşamadığı toplumsal yapılarda, ahlaki çerçeve mükemmel dahi olsa, adalet duygusu tatmin olmaz ve adalet gerçekleşmez. Çünkü görüp de sesiz kalma hali söz konusudur. Bu vicdanlı olmama hali, derin bir ahlaki dejenerasyonun kaçınılmaz sonucudur. Bu zaviyeden bakıldığında; adaleti, vicdani duruşun gereği olarak tanımlamak pekala mümkündür. Vicdanlı olmadan adil olmak mümkün değildir. Dolayısıyla nasıl ki vicdan, ahlakın cisimleşmiş hali ise, adalet de vicdanın nesnel ifadesidir. Ahlakın kendisi ve de ahlak felsefesi tek başına adaleti sağlayamaz ve toplumsal adaleti gerçekleştiremez. Çünkü adalet, salt bir tespit etme durumu değildir. Adalet adaletsizliğin ne olduğunu belirlemiş olması ve felsefik bağlamda teorisini yapması, adaletin gerçekleştiği/gerçekleşeceği anlamına gelmez. Çünkü adaletin teorisinden ziyade gerçekleşmiş hali makbuldür. Gerçekleştirme hali ise, iradi olarak müdahil olma durumunu gerektirmektedir. Son tahlilde adalet, insansal ve toplumsal yaşamın dışavurumudur. Vicdan ise, eylemsel özelliğe sahip olarak ahlakı yaşar. Ahlakın evrensel yönü de olmakla birlikte, yerelden yerele değişkenlik göstermesi daha öndedir ve bu çok normaldir. Vicdan evrensel bir duruşu ifade etmektedir. Ahlaki normlar ve tutumlar kişiden kişiye, toplumdan topluma değişebilmektedir. Bir toplumun ahlaki norm olarak benimsediği bir tutum/davranış, bir başka toplum tarafından benimsenmeyebilir veya karşıt bir tutumla karşılanabilir. Ancak vicdan, ahlaki norm ne olursa olsun, aynı işleve sahiptir. Vicdana sığmayan her tutum davranış ve edim (ki, iyiye, doğruya, güzele, mutluluğa, erdeme, kısacası olumluya aykırı olanlardır) karşı bir duruşla karşılanır. Çünkü bu noktada vicdan devrededir. Dolayısıyla her toplumda ve ahlakın öngördüklerine karşıt tutum, davranış ve duruşlar vicdani dinamizmle karşılanır. Vicdan, aklın ve yüreğin, hatta analitik zekadan daha fazla duygusal zekanın etkili olduğu bir bilinç halidir. Dinamik tutum alması ise iradi müdahalede bulunmayı gerektirmesi de buradan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle ahlak felsefesinin analitik zeka ürünü olması, toplumsal gerçekliği, özü açığa çıkarmasını oldukça zorlamıştır. Haliyle de toplumsal oluşturma ve dönüştürmelerde özne olmasını engellemektir. Hakikat arayışında sonuç alamamaktadır. Felsefe yapma tarzı, hakimiyet epistemolojisinin yörüngesine girmesine, çoğu zaman aynı iz üzerinden yol almasına neden olmaktadır. Vicdan felsefesi ise, felsefe yapma tarzı olarak duygusal zeka ile analitik zeka dengesine dayanmakta, hatta duygusal zekadan yana ağırlık oluşabilmektedir. Felsefe yapma tarzları, ahlak felsefesi ile vicdan felsefesi arasındaki temel farka işaret eder. Duygusal zeka ile analitik zeka dengesine dayanması, hatta duygusal zekadan yana ağırlık oluşturması, vicdan felsefesinin hakimiyet epistemolojileri dışında kurgulanmasını sağlar. Toplumsal özle bütünleştirir. Hakikate yakınlaştırır ve hakikat arayışında sonuç alıcı oluşturmaların öncülüğünü yapar. Joseph Butler, “vicdan mutlak bir otorite halidir” diyor. Bununla vicdanın keskinliğine, duruma göre esnemeyen kararlı duruşuna ve istikrarlı tutumuna dikkat çekmektedir. Dönüştürücü dinamizm dediğimiz husus da bu gerçekliktir. ‘Mutlak iyi’ye yolunu öğreten ahlak felsefesi, vicdan felsefesinin ‘mutlak otoritesi’ olmadan beklentilere yeterli ve kalıcı biçimde cevap olamaz. Hakikat gücüne dönüşemez. Nitekim genel anlamda felsefenin, özel anlamda ahlak felsefesinin insanlığı hakikatle buluşturamamasının nedenini burada aramak lazım. Dolayısıyla vicdan felsefesi, ahlak felsefesinin nedeni olduğu yanılsamasının aşılarak toplumsal ahlakın gerçek ve devindirici özünü açığa çıkarmak üzere oluşturulmak durumundadır. Toplumsal öz, kolektif akıl olarak toplumsal dinamizmi harekete geçirecektir. Toparlarsak; gelenekselleşmiş normlar olması nedeniyle ahlak durağanken ve ağır devinim içerisindeyken, vicdan dinamik bir olgu olarak daha müdahalecidir. Ahlak, tespit ve belirleme hali iken; vicdan ise tespitin toplumsal oluşumlara dönüşmesini sağlayan kolektif bilinçtir. Nasıl ki ‘iyi ahlak’ özgürlüğün ‘nasıl’ını belirliyorsa, vicdan da özgürlük arayışının ‘iradi çabası’nı ifade ediyor. Bu bağlamda özgürlük bilinci, ahlaki temele dayandırılmaktadır. Bir yanıyla isabetli bir temellendirmedir. Çünkü ahlaki normlara dayanmayan bir özgürlük anlayışı olamaz. Ancak söz konusu temellendirme yetersizdir. Çabasız ve eylemsiz özgürlük bilinci olmaz. Aksi söylemde özgürlük yüceltilirken, pratikte egemenlik ve otoriterlik yeniden üretilir. Çünkü ahlaki temel tek başına dinamik bir özgürlük bilincini ortaya çıkaramıyor. Özgürlük bilincini vicdana bağlamak ve vicdanla temellendirmek daha çözümleyici bir yaklaşım gibi geliyor. Konuya bu bağlamda üzerinden yaklaştığımızda görülecektir ki, ahlak felsefesi ciddi bir tıkanmayı yaşamaktadır. Başka bir deyişle, toplumun antiiktidarist değişim ve dönüşüm arzularına cevap verememedir. İnsanlık, şimdiye kadarki alternatif oluşum arayışlarında çoğunlukla uygarlık değerleri çerçevesinde çaba sahibi oldu. Var olanın devrimle alaşağı edilip, yerine “adil” bir sistem kurulacağını sandı. Oysa uygarlık değerlerini belirleyen hakimiyet epistemolojilerinin zihni öncülüğünde varılan hedef, devrimle yıkılan anın tekrarı oldu. Ama insanlık belki de tarihte ilk kez bu kadar istekli bir şekilde hakikati hakimiyet epistemolojilerinin ve iktidarist sistemlerin dışında arıyor. Daha açık bir ifade ile bu tarz hakikat anlayışı ilk kez bu denli yaygınlaşıyor, arzulanıyor. Antiiktidarist paradigmalar ilk kez bu kadar ilgi çekiyor. Hakikat arayışının vardığı noktayı gösteriyor. Bu nedenle, belki geçmişte kurgulandığı biçimiyle ahlak felsefesi, insanlığın kimi beklentilerine, toplumsal tasavvurlarına kısmen cevap olabiliyordu. Cevap olabildiği oranda da kabul görebiliyordu. Oysa günümüzde toplumsal beklentilere cevap olamıyor. Paradigmal olarak hakimiyet epistemolojilerinin zihni diskurunda kurgulanan ahlak felsefesi, tamda bu özelliğinden dolayı beklentileri karşılayamıyor. Ahlak felsefesinin modern çağda vardığı nokta, insandaki egosentrizm (benmerkezcilik) üzerinden geliştirilmesidir. Birey ile sınırlı tutulmaya çalışılan ahlak felsefesinin, kapitalist modernitenin zihniyeti kapsamında kendisini var etmeye çalışması, onun aşılmasının da sebebi oluyor. Ahlak felsefesi yerine, vicdan felsefesinin oluşturulması elzemdir. Böylelikle ahlaki normlar edilgen bir çerçeveden çıkarılarak, daha sonuç alıcı bir dinamizme kavuşturulacaktır. Adil, ahlaki, demokratik ve özgürlükçü bir toplumsal tasavvur, ancak kendisini iktidarist hiyerarşik yapılar ve hakimiyet epistemolojileri karşısında konumlandıran mücadele paradigmaları ile inşa edebililer. Böylesi bir felsefi paradigma ile sonuç odaklı mücadele hem gerekli, hem de mümkündür. Dolayısıyla gelinen aşamada ahlak felsefesinin edilgen ve statike yakın duruşu, toplumsallığa ait olanı ileriye taşıyamıyor. Ve oluşan toplumsal gücü yeni inşalara motive edemiyor. Adalet, eşitlik ve özgürlük bilincini bireyle sınırlıyor. Buna mukabil kolektif bilinci toplumsal olana taşıyan vicdan üzerinden kurgulanarak yeni bir felsefe paradigması olarak vicdan felsefesi, yeni toplumsal inşalar için insanlığı daha fazla motive edecektir. Uygarlık değerlerinin aşılmasında topluma ve insanlığa dinamizm kazandıracaktır. Bu bağlamda toplumsal ideolojilerin bu yönlü kurgulanışına da ihtiyaç vardır. Şimdiye kadarki toplumsal ideolojiler, ahlak felsefesi ile zihni oluşumlara ağırlık verdiler Başardıkları ve başaramadıkları ortada. Son tahlilde ise, kendilerini, hakimiyet epistemolojilerini yeniden üretir buldular. Bu nedenle yeni ve demokratik toplum inşalarını esas alan ideolojilerin, vicdan felsefesi zaviyesinden doğaya, topluma ve insanlığa bakmaları ve çözümlemeleri önemle gerekiyor. Ahlak felsefesini, vicdan felsefesi ile aşmak, ahlakı ve ahlak felsefesini reddetmek değil, onu daha ileriye taşımaktır. Ahlakın gerçek özünü açığa çıkarmaktır. Unutulmamalıdır ki, “ahlak-vicdan-adalet” üçlüsü, insana/topluma dair yeni oluşumların saçağı olacaktır. Ayrılmaz bütünlüğü ifade ediyorlar. DERLEME
|
YORUM GÖNDER