ÖZGÜR KÜRDİSTAN DEMOKRATİK ORTADOĞU'DUR
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, NATO, ABD ve Avrupa’nın işgal saldırılarına ilişkin stratejileri ile Türk devletinin soykırım ve ‘Yeni Osmanlıcılık’ politikalarına ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan ile yapılan röportaj şu şekilde:
NATO’nun, özellikle de ABD’nin, Türk devletinin işgal saldırısı ve bu saldırıların KCK bağlamındaki stratejileri ve ajandaları nedir?
TC devletinin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a yönelik işgal saldırıları Bakurê Kurdistan üzerindeki sömürgeci-soykırımcı egemenliğinden ve bu temelde yürüttüğü soykırım saldırılarından kopuk ele alınamaz. Dolayısıyla söz konusu işgal saldırılarının amacı Bakurê Kurdistan’da olduğu gibi her bakımdan Kürt varlığını yok etmek ve Kürt soykırımını gerçekleştirmektir. Birinci ve temel amaç kesinlikle budur. TC devleti ve günümüzdeki AKP-MHP faşist hükümeti açık bir biçimde görmüştür ki başta Rojava ve Başûrê Kurdistan olmak üzere Kürdistan’ın diğer parçalarında soykırım uygulanmadan, ortaya çıkan Kürt gelişmeleri yok edilmeden, sadece Bakurê Kurdistan’daki halka dönük yürütülen soykırımcı saldırılarla sonuç alınmamakta, yani Kürt soykırımı başarıya götürülememektedir. Çünkü farklı parçalardaki özgürlükçü ve demokratik gelişmeler birbirlerini etkilemekte, diğer parçalarda da özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bilinç, örgütlülük ve eylem alanında gelişmesine yol açmaktadır.
O halde TC devleti Kürt soykırımını tamamlamak istiyorsa, dört parça Kürdistan’da ve yurtdışında tüm Kürt varlığına ve özgürlüğüne dönük soykırımcı saldırıları bütünlüklü yürütmek zorundadır. Özellikle TC devletinin ve onun hükümetlerinin son 40 yıla aşkın PKK’ye karşı yürüttüğü imha, tasfiye amaçlı saldırılarından çıkardığı sonuç bu olmuştur.
İŞGAL SALDIRILARININ İKİ TEMEL AMACI
Kısaca, TC devletinin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırılarının iki önemli amacından söz edebiliriz: Kuşkusuz ayrıntıda daha fazla amaç güdülmektedir. Örneğin bölgesel mücadelenin, hatta küresel çıkar mücadelesinin bir aracı olarak söz konusu işgalci saldırılar görülmektedir. Fakat bunlar yanında ifade edeceğimiz iki temel amaç belirleyici olmaktadır.
Birincisi; Kürt soykırımını gerçekleştirmektir. Yani Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırılarının esas amacı özgür Kürt bilincini, iradesini, örgütlülüğünü, kazanımlarını, kısaca Kürt varlığını yok etmektir. Öyle ki sadece askeri bir güç, siyasi bir etkinlik, ekonomik, örgütsel bir yapı değil, ruh, duygu, düşünce düzeyinde bile Kürt varlığını ve özgürlüğünü ifade eden, Kürt’e ait olan hiçbir şey bırakmamaktır.
Zaten TC devleti bu amaç doğrultusunda Bakurê Kurdistan’da her türlü yol-yönteme başvurarak soykırımcı bir saldırı yürütmektedir. Kültürel soykırımdan fiziki katliamlara, yani soykırıma kadar her şeyi yapmaktadır. Demografyanın değiştirilmesi, Kürtlerin kendi yurtlarından göçertilmesi ve esas olarak da asimilasyon uygulamaktadır. Kürt tarihinin, dilinin, kültürünün her şeyinin kültürel soykırıma uğratılarak Kürtlerin Türkleştirilmesi, Kürt varlığının Türk uluslaşmasının bir hammaddesi haline getirilmesi, böylece bu dünyada Kürt adına hiçbir şeyin bırakılmamasını hedeflemektedir.
Aynı amaç Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırılarının da amacıdır. Bunu kesinlikle böyle bilmek ve anlamak gerekiyor. Çünkü doğru olan budur. Bu saldırılarla özgür Kürt iradesi kırılmak, Kürt kazanımları yok edilmek, mevcut iki parçada oluşmuş Kürt statüleri ortadan kaldırılmak, Kürt soykırımını bu parçalarda da uygulamaktır. Nitekim Efrîn, Girê Sipî, Serêkaniyê’de yapılan uygulamalar açıktır. Bunların Bakurê Kurdistan’daki uygulamalardan hiçbir farkı yoktur.
Yani işgal edilen yerlerde TC devletinin, AKP-MHP faşist hükümeti tarafından yapılanların tam bir soykırım olduğu ortadadır. Aynı şeyin Heftanîn’de, Metîna’da, Zap’ta, Bradost’ta gerçekleştirilen işgalci saldırılarıyla adım adım uygulanmakta olduğu net bir biçimde görülmektedir. Dolayısıyla TC devletinin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük mevcut işgal saldırılarını, Kürt soykırımının temel bir saldırısı olarak görmek gerekir. PKK’ye dönük saldırı tamamen bu amaçladır. Çünkü PKK her düzeyde Kürt varlığını ve özgürlüğünü temsil eden ve geliştiren temel güç olmaktadır. Kürt varlığını ve özgürlüğünü yok etmek, Kürt soykırımını gerçekleştirmek için de her şeyden önce PKK’nin varlığının yok edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle PKK’yi öncelikli hedef haline getirmektedir.
Bununla birlikte ikinci temel hedef olarak Rojava ve Başûrê Kurdistan’ı işgal etme, eski Osmanlı Kürdistan’ını tekrar TC devletinin sınırları içine katma, böylece Ortadoğu’da ‘Yeni Osmanlıcılık’ da denen bir tür yayılmacılık geliştirme hedefi vardır. Bu hedef geçmişte gizli olarak vardı, şimdi bazı çevreler tarafından açık olarak dillendirilmektedir. Bu hedefin ittihatçı, yani Enverci ele alınış, yürütülüşü ile Kemalist ele alış ve yürütülüşünde kısmi nüans farkları olsa da aslında özde aralarında herhangi bir fark yoktur.
Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli tarafından ele alınıp yürütülüşü ise Enverci ve Kemalci ele alıp yürütmelerin birleştirilmesini ve ortaklaştırılmasını ifade etmektedir. TC devletinin zihniyet ve siyaset olarak şekillenişinde başta Rojava ve Başûrê Kurdistan olmak üzere eski Osmanlı topraklarına dönük yayılma, genişleme emeli bir hedef olarak vardır. Zaten ittihatçılar, Enverciler bunu açıkça yaptılar. Kemalistler de biraz gizli yürütmeye çalıştılar. Örneğin Hatay’ın alınması bunu ifade etmektedir. Aynı Mustafa Kemal’in fırsat buldukça ‘Misak-ı Milli’ diye belirlediğimiz toprakların ele geçirilmesini TC devletine vasiyet ettiği tarafımızdan bilinmektedir. Dolayısıyla bir emel olarak, hedef ve amaç olarak TC devletinde böyle bir ilhak ve yayılma amacı, bölgesel bir emperyalist güç olma hedefi vardır.
Fakat bunun uygulanması uygun koşulları gerektirdiği için her zaman açık söylenmemekte, her koşulda yapılmamaktadır. Koşullar olgunlaştıkça, fırsat ve imkanlar oldukça bu tür adımlar atılmaya çalışılmaktadır. Kısaca bu konuda daha dikkatli, ihtiyatlı bir yaklaşım var. Yani her zaman açık bir biçimde böyle bir hedef gütmüyorlar.
ABD VE NATO’NUN ‘KCK STRATEJİSİ’
Şimdi NATO ve ABD’nin, TC devletinin ve AKP-MHP faşizminin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgalci saldırılarına verdikleri desteği, bu doğrultuda izledikleri stratejiyi, TC devletinin söz konusu bu amaçları temelinde değerlendirmek gerekir. Bir yönüyle ABD ve NATO, TC devletinin Kürtlere dönük yürüttüğü sömürgeci ve soykırımcı siyaseti, saldırıları desteklemektedir. Çünkü bir yerde mevcut TC devleti ABD’nin de onayladığı, NATO’nun uygulama sorumluluğunu üstlendiği I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkartmış ve II. Dünya Savaşı’nın da pekiştirmiş olduğu siyasi sınırları esas almakta ve korumaktadırlar. Bu siyasi sınırların da Kürdistan’ı dört parçaya böldüğünü, Kürtleri yok sayarak Kürdistan üzerinde soykırımcı bir egemenliğin değişik devletler tarafından kurulmasını kabul ettiğini biliyoruz. Dolayısıyla TC devletinin Kürdistan üzerindeki sömürgeci-soykırımcı egemenliği ABD ve NATO tarafından reddedilmemekte, tam tersine esas alınmakta, benimsenmektedir.
Daha doğrusu Kürdistan’ı parçalayan bu sömürgeci-soykırımcı egemenliğin TC tarafından yürütülmesinden memnun olmaktadırlar. Bu doğrultuda da destek vermektedirler. Temel duruşları destek yönündedir. Hem TC devletinin Kürdistan’da sömürgeci-soykırımcı bir güç olarak kurulmasını onaylamışlar, hem de bu gücü II. Dünya Savaşı’ndan sonra NATO içine alarak güvenliğini üstlenmişlerdir. Bu sorumlulukları gereği TC devletinin Kürt soykırım zihniyet ve siyasetine destek vermektedirler. TC devleti de bundan yararlanarak hem Bakur Kürdistan’da soykırımcı saldırılar yürütmekte hem de aynı saldırıları Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal ve ilhak saldırıları biçiminde sürdürmeye çalışmaktadır. Esas itibariyle burada zihniyet ve siyaset olarak bir birlik, ortaklık vardır.
Peki hiç ayrılık yok mu? Kuşkusuz var. Bir defa siyasetin yürütülüşünde zaman zaman ayrılıkları çıkıyor. Daha doğrusu bu durum söz konusu devletler arasında ekonomik ve siyasi çıkarlar açısından çelişki ve çatışma yaşamalarına vesile oluyor. Yani ABD ve çeşitli NATO devletleri, TC devletinin Kürtlere dönük sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaset yürütme durumunun ortaya çıkardığı zorluklardan, engellerden çıkar sağlıyor, yararlanıyorlar. Dolayısıyla söz konusu TC siyasetini Kürtlere dönük çatışmaya daha çok sevk ederek zorlanmasını, kendilerine muhtaç hale gelip Türkiye’nin imkânlarını bu devletlere çıkar olarak daha fazla sunmasını sağlamaktadırlar. Tabi bunun kapitalist, devletlerarası bir çıkar çelişki ve çatışması olduğunu bilmekteyiz.
Bunun yanında diğer bir farklılık şöyle ortaya çıkmaktadır: TC devleti zihniyet ve siyaset olarak tamamen Kürt’e ait her şeyi yok etmek isterken, ABD ve NATO Kürtlüğün bu düzeyde yok edilmesinin zihniyet ve siyasetini olduğu gibi esas almamaktadır. Çünkü öyle bir durum kendi çıkarına olmamaktadır. Farz edelim ki Kürtlük tümden yok edildi; asimile edilerek Türkleştirildiler, Farslaştırıldılar, Araplaştırıldılar. Bu durumda Kürt kalmadığından, Kürt sorunu da olmayacaktır.
Böyle bir durumda ne olur? Kürtlerle, Türkiye-Suriye-İran-Irak arasında herhangi bir çelişki ve çatışma kalmaz. Böyle olunca da ABD, NATO ve diğer devletler için söz konusu çelişki ve çatışmadan yararlanma, bunun üzerine ekonomik ve siyasi çıkar inşa etme imkânı ve fırsatı ortadan kalkar. Çünkü Kürt sorununun varlığından ve bu temelde Kürtlerle, Türkiye-İran-Irak-Suriye arasındaki çelişki ve çatışmalardan ABD, NATO devletleri, Rusya, diğer bütün dünya devletleri ekonomik ve siyasi çıkar elde etmekte, faydalanmaktadırlar. Çünkü bu çelişki ve çatışmalar, Türkiye-İran-Irak-Suriye gibi devletleri zorlayıp zayıflatmakta, onları daha çok dış desteğe mahkûm bırakmakta, böylece daha fazla işbirlikçi hale getirip ABD’den, NATO’dan destek almak zorunda bırakmaktadır. Bunun için de tabi bir sürü taviz vermektedir. İşte ABD ve NATO bu tavizi alabilmek için söz konusu çelişki ve çatışmanın varlığından yanadırlar. Kürt sorununun çözümünü istememektedirler. Kürt sorunu çözülürse kendi ekonomik-siyasi çıkar alanları kaybolmaktadır. Kürt sorunu var olur ve bu temelde Kürtlerle, Türkiye-İran-Irak-Suriye devletleri arasındaki çelişki ve çatışma sürerse bu çelişki ve çatışmadan söz konusu devletler çıkar sağlamaktadır. O nedenle Kürtlerin tümden yok olmasını ABD ve NATO gibi güçler istememektedirler.
Peki, neyi istemektedirler? Bir yandan Kürtlerin tümden yok olmasını istememektedirler, bir yandan da Kürtlerin tüm Kürdistan’da birlik içinde, özgür ve demokratik bir sistem kurmalarını istememektedirler. Böyle olunca da Kürtlerle diğer devletler arasındaki çelişki ve çatışma ortadan kalkar. Onlar hep Kürt sorununun varlığını bu sorunun temelinde Kürtlerle, Türkiye-İran-Irak-Suriye devletleri arasında çelişki ve çatışmanın varlığını istemektedirler. Hem söz konusu devletlere dönük politikaları hem de Kürtlere dönük politikaları bu biçimde oluşmaktadır.
ABD ve NATO’nun ‘KCK stratejisi’ bu esaslar üzerinde oluşmuştur ve hala da devam etmektedir. KCK’ye dönük politikalarının esasında birinci olarak TC devletine destek verme vardır. Esas itibariyle TC’nin her türlü sömürgeci-soykırımcı-işgalci-ilhakçı saldırıları desteklenmektedir.
İkinci olarak ise TC’nin Kürtleri tümden yok etme amacıyla tam uyumlu değillerdir. TC gibi Kürtlerin tümden yok olmasını değil de Kürtlerin özgür, demokratik, düşünce ve iradelerinin, dolayısıyla örgüt ve eylem güçlerinin yok olmasından yanadırlar. Yani KCK’yi istememektedirler. Çünkü o özgür Kürt iradesini ifade etmektedir.
Peki, KCK’ye dönük istemleri nedir? KCK’nin de KDP’lileşmesidir. KCK’ye karşıdırlar. Dolayısıyla TC devletinin PKK ve KCK’ye dönük yürüttüğü imha ve tasfiye saldırılarına tümüyle destek vermektedirler. Bu saldırıda TC devleti PKK ile KCK’yi tümden yok etmek isterken, ABD ve NATO gibi güçler ise tümden yok olma değil de KDP’ye dönüşmesini istemektedirler. Yani PKK ile KCK’nin, KDP’lileşmesini istemektedirler.
KDP’lileşmek ne demektir? Kürt ulusal birliği yerine aile-aşiret çıkarları temelinde hareket etmek demektir. Bölgesel-parça çıkarları doğrultusunda hareket etmek demektir. Özgür Kürt varlığı, birliği, bütünlüğü ve iradesi yerine, işbirlikçi, teslimiyetçi, çıkarcı bir politika yürütmek demektir. Yani bugünkü KDP ile AKP-MHP arasındaki ilişki ve ittifakı kabul eden bir zihniyet ve siyasete sahip olmak demektir. Bugün AKP-MHP faşizmiyle bu düzeyde ittifak yapan bir siyasetin Kürt birliğine, Kürt özgürlüğüne, Kürt demokrasisine, Kürtlerin diğer demokratik güçlerle ilişki ve ittifakına karşı olduğu açıktır.
Neyi temsil etmektedir? Kendi aile ve hanedan çıkarları için bütün Kürt imkânlarını seferber etme, Kürdistan’ın ulusal demokratik değerlerini satma, AKP-MHP faşizmi gibi en gerici, en diktatör, en çok Kürt düşmanı, soykırımcı güçle böyle bir çıkar temelinde ilişki ve ittifak kurmak, onu temsil etmek demektir. İşte ABD ve NATO’nun KCK ajandası bundan oluşmaktadır. KCK’yi de KDP gibi işbirlikçi, teslimiyetçi, Kürt özgürlüğünü, demokrasisini, varlığını ve birliğini reddeden bir zihniyet ve siyasete çekme çabasıdır. KCK’yi, KCK olmaktan çıkarmak, dönüştürmek, KDP’lileştirmek, böylece ABD ve NATO’nun çıkarları doğrultusunda hareket eden bir Kürt gücü haline getirmektir. Böyle bir siyaseti stratejik ve taktik düzeyde planlayıp yürüttükleri son derece açıktır.
Avrupa’nın ve özellikle de Almanya’nın hem NATO üyesi olarak hem de bağımsız bir blok olarak, Türkiye ve Türk ordusunun Başûrê Kurdistan işgali bağlamındaki ajandası nedir?
Her şeyden önce şunu belirtelim ki Almanya’nın bağımsız bir blok olma durumu çok gerçekçi görünmemektedir. Daha doğrusu böyle bir şey olsa bile çok zayıf kalacaktır. Bağımsız bir blok olmaktan ziyade kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda hareket etmeye, her şeyin önüne ekonomik çıkarı ve sömürüyü koymaya çalıştığı söylenebilir.
Günümüz Almanya devletinin siyasi duruşunun böyle olduğu açıktır. Bunu biz söylemiyoruz. Daha geçen gün Şansölye Merkel bile açık bir şekilde bu durumu “bizim siyasi durumumuz ekonomik çıkar ve sömürü esasına dayanıyor” diye net bir biçimde belirtti.
Bunun dışında NATO ile uyumlu ve bağlıdır. Aslında NATO’ya en çok ihtiyacı olan devletlerden bir tanesi günümüz Almanya devletidir. Bu yönüyle TC devletine benzemektedir. Nasıl ki TC devleti birçok zayıflığını NATO’ya dayanarak gideriyor, güvenliğini NATO üzerinden sağlıyorsa, Almanya için de benzer şey söylenebilir. Bu bakımdan da bazı ekonomik çıkar farklılıklarından dolayı çelişkiler olsa da Almanya’nın NATO’ya mesafeli olduğu ve ayrı blok duruşu geliştirdiğini söylemek kesinlikle doğru ve gerçekçi değildir. Çünkü fiiliyatta öyle bir durum söz konusu değildir.
Almanya’nın durumunu böyle tanımlarsak o zaman Türkiye’nin Başûrê Kurdistan’a dönük işgalci saldırıları karşısında Almanya’nın tutumunu anlamamız kolaylaşır. Her şeye olduğu gibi TC devletinin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgalci saldırılarına da ekonomik çıkar ve sömürü temelinde yaklaşım göstermesi bunu ifade ediyor.
Gerçekten de Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler’de bir harita sunarak İdlib’ten Derik’e kadar bütün Suriye’nin kuzeyi ve Rojava Kürdistan’ı mevcut güçlerden temizleyerek oralara mülteci yerleştirme, bunun için altyapı hazırlama, ekonomik-mali yatırım yapma projesini sunması karşısında, bunun değerlendirilebileceğini ve buna katılacağını söyleyen ilk devlet Almanya olmuştur. Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırıları karşısındaki yaklaşımı da budur.
Almanya’nın fırsat buldukça Irak ile en ileri düzeyde ekonomik-mali ilişki geliştirdiğini biliyoruz. Başta ABD olmak üzere NATO ile çelişki ve çatışma içinde olan İran ile bile Almanya’nın çok sıkı ve ileri düzeyde bir ekonomik-mali ilişki sürdürdüğünü de biliyoruz. Günümüzde bu ilişkiler çok daha ileri düzeydedir. Benzer biçimde Başûrê Kurdistan Federe Yönetimiyle de ekonomik-mali ilişkiler içinde olduğu, Federe Yönetime en çok destek veren güçler arasında olduğu, Güney Kürdistan’da ekonomik ve mali yatırımlar yapma heves ve çabasını sürdürdüğü bilinmektedir. Bir defa Almanya işgal yaklaşımlarına bu temelde bakmaktadır.
ABD VE ALMANYA TC’NİN İŞGAL SALDIRILARINA KARŞI DEĞİL DESTEKLEYİCİDİR
TC’nin Başûrê Kürdistan’a dönük işgaline İran-Irak-Hewlêr yönetimleri karşı çıkmayıp tam tersine destek veren konumda olduklarına göre, Almanya’nın da TC devletinin Başûrê Kurdistan’a dönük işgaline karşı olmayacağı, tersine destek vereceği açıktır. Bir defa Almanya’nın destekleyici politikalarının arkasında böyle bir ekonomik çıkar anlayışı yatmaktadır.
Diğer yandan Almanya her zaman Ortadoğu’nun Türkler tarafından yönetilmesi, egemenlik altında tutulmasından yana olmuştur. Tarihi olarak Alman İmparatorluğu ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarını Ortadoğu’nun Türkiye üzerinden denetlenmesi çerçevesinde oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerini böyle geliştirmiştir. Bir yandan buna dayalı olarak Ortadoğu’nun zenginlik kaynaklarını sömürmek isterken, diğer yandan İngiltere ile mücadele gereği Ortadoğu üzerinden Hindistan’a ulaşma hedefine bu biçimde ulaşabileceğini hesap etmiştir. Dolayısıyla Osmanlı ile olan ilişkiler günümüz TC devleti ile de bu temelde sürmektedir. TC’nin Ortadoğu’ya dönük yayılmacı, etkinlik kurmayı hedefleyen politikalarına Almanya her zaman destek veren konumda olmuştur. Çünkü öyle oldukça daha fazla Ortadoğu kaynaklarına ulaşabileceğini, sömürü yapabileceğini hesap etmektedir. Bu anlamda da Rojava Kürdistan’ın, Başûrê Kurdistan’ın, hatta Ortadoğu’nun farklı alanlarının TC devleti tarafından işgal edilmesi, hatta ilhak edilmesine Almanya karşı çıkmaz. Belki genel dünya güçleri karşı çıkarsa açıktan karşı çıkıyormuş gibi görünür ama gizli olarak yine de TC devletine destek verir. Bunun bilinmesi lazım. Çünkü tarihsel olarak stratejik konumlanışı böyledir. Alman sermayesinin çıkar sistemi bu esas üzerine kurulmuştur. Bu nedenle de TC’nin Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük işgal saldırılarına ABD-Almanya karşı değildir. Tam tersine destekleyicidir. Bunu açıktan yapmadığı, yapamadığı durumlarda kesinlikle gizli olarak yapar. Hem İran ve Başur Kürdistan politikaları bunu gerektirmektedir, hem de TC ile varolan ekonomik-siyasi ilişkileri, stratejik yakınlıkları böyle bir politika izlemesini gerektirmektedir. Alman sermayesi bu biçimde egemen olup politika yürüttüğü müddetçe, Almanya’nın söz konusu politik duruşunda da herhangi bir değişiklik kesinlikle söz konusu olmayacaktır.
Bu destek açıktan hangi biçimlerde sürmektedir? Gizli olarak ne tür ilişki ve ittifaklar temelinde, yine ne tür örgütlenmeler ile yürütülmektedir? Tabi söz konusu sorular araştırma ve inceleme yapmayı gerektirmekte, gerçekleri açığa çıkarma görevi vermektedir. Çünkü bazı şeyler gizli ilişkiler ve ittifaklar temelinde yürütülmekte, dolayısıyla açığa çıkmamakta, basına yansımamakta, kamuoyu tarafından bilinir olmamaktadır. Bu noktada, özellikle gizli ilişki ve ittifaklarla Almanya’nın TC devletinin işgaline nasıl bir destek verdiği açığa çıkartılmalıdır. Yine verilen açık desteklerin de daha iyi teşhir edilmesine ihtiyaç vardır.
Dikkat edelim; Efrîn’den Avaşîn’e, Zap’a, Xakurkê’ye kadar TC devletinin yürüttüğü işgal saldırılarında kullandığı silahlar NATO silahlarıdır. ABD silahıdır, Almanya silahıdır. Alman panzerleri ile bu işgal gerçekleştiriliyor. Efrîn sokaklarında Alman tankları geziyor ve Kürt soykırımını gerçekleştiriyor. Bunun görülmeyecek, bilinmeyecek bir yanı yoktur. Ama basın bunu yeterince işlememekte, Almanya’nın böyle bir soykırıma vermiş olduğu açık destek yeterince deşifre ve teşhir edilmemektedir. Hâlbuki yapılması gerekiyor. Bunu da herkesten çok Alman basınının yapması gerekiyor. Alman demokratlarının yapması gerekiyor. Çünkü böyle bir durum en çok Almanya’nın demokrasisine, özgürlüğüne zarar veriyor. Alman sermayesini güçlendiriyor. Dolayısıyla Alman halkını zayıflatıyor. Alman işçilerini, emekçilerini, söz konusu güçlenmiş sermaye karşısında daha zayıf bırakıyor. Almanya’yı faşizme-sömürgeciliğe-soykırımcılığa destek verir hale getiriyor, dolayısıyla Alman demokrasisini ve özgürlükçülüğünü zayıflatıyor. Bu açık bir gerçektir.
O halde herkes bu gerçeği görmek, özellikle Alman devrimci ve demokratlarının bu politikaları daha çok açığa çıkartır ve teşhir eder, bunlara karşı daha etkili mücadele yürütür konuma gelmeleri gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye devletine geçiş sürecindeki kilit gelişmeler nelerdir. Bu geçişi belirleyen gelişmeler nelerdir? Bu süreçteki kilit dönüşümler nelerdir? Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan ve kendini sürdüren özellikler nelerdir? Türkleştirme projesi ve diğer halkları soykırımdan geçirmenin bu süreçteki rolü nelerdir?
Birincisi 1839 Tanzimat Fermanıdır. Öncesiyle birlikte şekillenen Tanzimat Fermanı Osmanlı’dan TC ulus devletine geçişin ilk ilkelerini ve programını ortaya koymuştur.
İkinci kilit gelişme 1876 Meşrutiyet ilanıdır. Tanzimat’tan sonra Osmanlı Meclis-i Mebusa’nın kuruluşu Osmanlı’dan TC ulus devletine geçişte ikinci bir aşamayı oluşturmuştur.
Üçüncü kilit gelişme 1908 ikinci Meşrutiyet’in ilanıdır. Yeniden Meclis-i Mebusa’nın açılması, Osmanlı sisteminin tümden aşılması, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetim olmasının önünün açılması ve böylece TC ulus devletine dönüşüm sürecinin hızlanmasını yaratmış, ortaya çıkartmıştır. Söz konusu bu gelişmeler temelinde aslında günümüz TC devleti esas olarak İttihat ve Terakki Cemiyetinin yönetimi tarafından oluşturulmuştur.
Şöyle de diyebiliriz: İttihat ve Terakki yönetimi bir pro-TC’dir. TC’nin proto tipi İttihat ve Terakki yönetimi olarak şekillenmiştir. Bundan sonrası İttihat ve Terakki yönetimini doğru ve yeterli anlamaya ve söz konusu yönetimden Kemalist TC’nin kuruluşuna geçişi değerlendirmeye kalmaktadır. Böyle bir geçişin I. Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasında gerçekleştiği, dolayısıyla I. Dünya Savaşı’nda İttihat ve Terakki yönetiminin yenilgisi üzerinden şekillendiği bilinmektedir.
Unutmayalım ki Mustafa Kemal de bir İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi generaldir. Kemalist klik de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir parçası, bir hizbi konumundadır. Kesinlikle İttihat ve Terakki’den ayrı değildir. Fakat Talat, Enver ve Cemal paşaların izlediği politikalarla Mustafa Kemal Paşa’nın politik yaklaşımları tam uyuşmamaktadır. Aradaki fark şöyle ifade edilebilir: Talat, Enver ve Cemal paşalar daha açık emperyalist politikalar izlerken, Osmanlı İmparatorluğu’nu Orta Asya Türklüğüne doğru açıktan yayma hedefleri güderken, Mustafa Kemal söz konusu politikaları serüvenci bulmakta, daha çok Osmanlı varlığını korumayı öngören, politikada biraz daha somut ya da gerçekçi diyeceğimiz yaklaşımları esas almak isteyen bir siyasi yaklaşıma sahiptir. Bunun dışında aralarında bir farklılık yoktur.
Dikkat edilirse Sivas ve Erzurum kongreleri ardından Mustafa Kemal’in yaptığı ilk iş de 1920 yılının 23 Nisan’ında Ankara’da yeni bir meclis açmak olmuştur. Bu bile Tanzimat Fermanı’na, 1’inci ve 2’inci Meşrutiyetlere ne kadar çok dayandığını açıkça ortaya koymaktadır.
Ankara’da böyle bir meclis kurulurken İstanbul’da toplanmış bulunan İttihatçı yönetim kadroları başlangıçta bu mecliste yer almamışlardır. Fakat Sivas’ta, Erzurum’da kongreye katılanların önemli bir kısmının İttihat ve Terakki üyesi olduğu, dolayısıyla Ankara Meclisi’ni açanların da İttihat ve Terakki Hareketi’nin bir parçası konumunda bulunduğu tartışma götürmeyen bir gerçektir.
Dahası Ankara’da meclis kurulup İstanbul karşı devletler tarafından işgal edilince İstanbul’da toplanmış bulunan İttihatçı kadrolar artık yönetim görevini yerine getiremez bir duruma düşünce Ankara’daki meclisin etkinliğinin artacağı, gelişme sağlayacağı açığa çıkıp anlaşılınca, tümünün parça parça, açık ya da gizli bir biçimde İstanbul’dan Ankara’ya taşındığını, dolayısıyla Ankara’daki TC kuruluşunda aslında İstanbul’daki İttihat ve Terakki kadrolarının ağırlıklı olarak yer aldığını biliyoruz. Bir de böyle bir devamlılık vardır. Başta İsmet İnönü olmak üzere TC devletini kuran üst düzey kadroların hemen hepsinin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Sadece Talat, Enver ve Cemal paşalar bunun dışında kalmışlardır. Onlar dışındaki bütün İttihatçı kadrolar TC kuruluşuna katılmışlardır. Aslında TC’de tam bir egemenlik kurmuşlardır. Bu yönüyle de baktığımızda TC devletinin İttihat ve Terakki yönetiminin bir devamı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dönüşüm İstanbul’dan Ankara’ya geçiştir. Daha zayıf bir klik olan Kemalist hareketin birinci güç haline gelmesidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ adını almasıdır. Değişiklikler esas olarak bunlar olmuştur.
Bunun dışında aslında zihniyet ve siyaset olarak İttihat ve Terakki yönetimi tamamen devam etmiştir. Yönetimden Talat, Enver ve Cemal paşalar düşüp Mustafa Kemal Paşa yönetime geçince, yukarıda belirttiğimiz siyaset anlayışı farklılığı da gerçekleşmiştir. Özellikle Enver Paşa’nın serüvenci, yayılmacı, emperyalist, Ortaya Asya Türklüğünü Osmanlı’ya bağlamayı açıktan öngören politikaları reddedilerek, politikada daha somut, gerçekçi, objektifiteye uygun, elde olanı değerlendiren bir çizgi izlenmeye yönelinmiştir. Kemalist siyasetin esası budur. Bu da aslında Mustafa Kemal’in, Talat, Enver ve Cemal paşaların düşüncelerine, politikalarına karşı olduğundan değil, pratikte onların gerçekleşmesinin imkânının bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Mustafa Kemal, Enver’in düşüncelerini yanlış bulmamaktadır. Sadece uygulanır görmemekte, pratikleşebileceğine inanmamaktadır. Yaşanılan siyasi-askeri koşulları öyle politikaları başarıyla uygulamaya imkân verir görmemektedir. Onun için yanlış, hatalı ve tehlikeli bulmaktadır.
Nitekim pratikte doğrulanan Mustafa Kemal olmuştur. Bütün çabasına rağmen Enver Paşa ağır bir hezimet yaşamaktan kurtulamamıştır. Önce koskoca Osmanlı İmparatorluğunu yok etmiş, ardından kendisini bir faciaya götürmüştür. Buna karşılık Mustafa Kemal’in daha objektif davrandığı, gerçekçi hareket ettiği, somut durumun gereklerine göre bir siyaset izlediği açıktır. Bu da bugünkü TC sınırlarının esas alınıp TC ulus devletinin kurulması olmuştur.
Kurulan TC devleti, Kemalist yönetim, Enver’in serüvenci politikalarını reddetmiştir. Ama onun dışındaki İttihat ve Terakki zihniyetini ve siyasetini olduğu gibi esas almıştır. İttihat ve Terakki’nin savaşçı, milliyetçi, soykırımcı, kültürler ve halklar düşmanı, Türk’ten başka hiçbir etnik topluluğa kendi sınırları içerisinde yaşama hakkı tanımayan ve fırsat buldukça da yayılma emelleri güden zihniyet ve siyasetini olduğu gibi esas almıştır.
Dikkat edelim Ermeni Soykırımı’na sahip çıkmıştır. Ardından 1924’te Asuri-Süryani Soykırımı’nı TC devleti gerçekleştirmiştir. Rum soykırımlarını gerçekleştirmiştir. Kürt soykırımını I. Dünya Savaşı’ndan başlamak üzere günümüze kadar bütün politikalarının temeli yaparak yürüten TC devleti olmuştur. Yani İttihat ve Terakki’nin ırkçı, şoven, Türk milliyetçisi, Pan-Türkist, Turancı zihniyet ve siyasetini olduğu gibi esas almış, Anadolu ve Mezopotamya’daki bütün halk topluluklarını, dil ve kültürleri soykırımdan geçirerek, katliamlara uğratıp esasta asimilasyona tabi tutarak Türkleştirme politikası izlemiştir.
TC İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN SOYKIRIMCI ZİHNİYETİNİ DERİNLEŞTİREREK PERVASIZCA UYGULAMIŞTIR
Soykırımı katliam, tehcir, demografyayı değiştirme ve esas olarak da asimilasyon biçiminde çok etkili bir şekilde kullanmıştır. TC, İttihat ve Terakki’den başlayan soykırımcı zihniyet ve siyaseti olduğu gibi almış, hatta daha da derinleştirilip geliştirerek, daha pervasızca uygulamıştır. Bugün AKP-MHP faşizminin izlediği politikalar, yürütülen Kürt düşmanlığı, sürdürülen Kürt soykırımı, yine Ermeni-Rum-Asuri düşmanlığı gerçeği net bir biçimde göstermektedir. Resmi Türk söylemine, ideolojisine, propagandasına, Türk eğitimine, ticaretine bakılırsa bu gerçek net bir biçimde görülebilir.
Diğer yandan başta Kürdistan’ın diğer parçaları olmak üzere fırsat buldukça dışa yayılma, eski Osmanlı topraklarını imkânlar dâhilinde adım adım ele geçirme siyaseti, bir TC politikası olarak sürmüştür. Hatay’ın alınması, Kıbrıs’ın işgali, Rojava ve Başûrê Kurdistan’a dönük yürütülen işgal saldırıları, hatta Libya’ya dönük politikalar, Azerbaycan-Ermeni çatışmasına katılım durumu, Katar ve benzeri güçlerle ilişkiler söz konusu bu politikayı açıkçı ortaya koymaktadır.
Mustafa Kemal, Enver’in son derece açık ve serüvenci olan yayılmacı politikalarını yanlış bulmuş, koşullar elverdikçe, imkânlar oldukça bunu adım adım uygulama siyaseti izlemiştir. Görünüşte sınırlarını esas almış, barışçıl söylemde bulunmuş, gizli ajanda ve esas anlayış olarak ise fırsatlar yaratarak, koşullarını olgunlaştırarak, yayılıp başka alanları işgal etme zihniyet ve siyasetini izlemiştir. Mustafa Kemal’in ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ dediği şey aslında fırsat bulunca yayılma siyasetini ve yine başta Kürtler olmak üzere diğer halklara karşı soykırım savaşını gizlemek için uydurulmuş bir söylemden başka bir şey olmamaktadır. Öyle diyerek aslında yaptığı soykırımları, gerçekleştirdiği işgal ve ilhak saldırılarının üstünü örtmeye, bunları gizlemeye çalışmıştır. Bugün bu durumu en iyi AKP-MHP faşizmi ortaya koymakta, uygulamaktadır.
Zaten Tayyip Erdoğan Kemalist hareketin gizli olarak böyle bir politika izlemesini doğru bulmadığını, bunun açıktan yapılması gerektiğini ilan etmiştir. Lozan’a karşıtlığı, açıktan Kürdistan’ın diğer parçalarına ve Ortadoğu’ya dönük işgalci emellerini ortaya koyması, Ortadoğu’nun birçok alanında müdahaleci, yayılmacı politika izlemesi, ‘Yeni Osmanlıcılıktan’ söz etmesi bu gerçeği açık bir biçimde göstermektedir.
Dikkat edilirse Tanzimat’tan AKP-MHP faşist diktatörlüğüne kadar gelen süreç bir bütündür. Çeşitli aşamaları vardır; bir aşama Tanzimat’tır, bir aşama 1. Meşrutiyet’tir, bir aşama 2. Meşrutiyet ve İttihat-Terakki’dir. Bir aşama da Kemalist TC’nin kuruluşudur. Son aşama da 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi ve bu darbenin ortaya çıkardığı AKP-MHP faşist diktatörlüğüdür. Bütün bu sürecin geldiği nokta AKP-MHP faşist diktatörlüğü, cumhuriyeti olmaktadır. Öyle dememiz gerekiyor. Zaten böyle bir cumhuriyetin İttihatçı olduğu, Turancı, soykırımcı, savaşçı olduğu, Kürtlere karşı yürüttüğü işgal ve soykırım saldırılarından, Ermeni soykırımını, Ermenistan’a karşı düşmanlık şeklinde sürdürmesinden, Libya’ya asker çıkarmasından, Katar-Yemen savaşlarına katılmasından açıkça görülmektedir. Bunun aslında İttihat ve Terakki yönetiminin I. Dünya Savaşı’nda yürüttüğü politikanın aynısı olduğu, aslında I. Dünya Savaşı’nda kaybedilenleri kazanma amacı güttüğü açık bir gerçektir.
Uluslararası aktörlerin, Avrupa, özellikle Almanya ve Britanya’nın, ilaveten Rusya’nın da Türk devletinin oluşturulmasındaki ajandaları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Çok iyi biliyoruz ki bugünkü TC devletinin oluşmasından esas olarak Almanya ve Britanya sorumludur. Almanya ve Britanya devletleri ve Alman-İngiliz sermayeleri arasındaki çelişki ve çatışmanın bugünkü TC devletini ortaya çıkardığı tartışma götürmeyen bir gerçektir. Esas olarak 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde ve 20’inci yüzyılın ilk yarısında Osmanlı üzerindeki kavga Alman ve İngiliz kavgası olmuştur. I. Dünya Savaşı Alman-İngiliz savaşıdır. Osmanlı İmparatorluğu böyle bir savaşın sonucunda parçalanmıştır. TC devleti böyle bir savaşın yıkıntıları üzerinden kurulmuştur. Her ne kadar Almanya savaşta yenilmiş, dolayısıyla savaş sonrası şekillenen dünya ve Ortadoğu’da söz sahibi olmamış gibi görünse de bu yüzeysel bir bakış açısıdır. Her şeyden önce Almanya, böyle bir sonucun ortaya çıkmasında İngiltere ile birlikte birinci aktör olarak rol oynamıştır.
Yine dünyanın ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde, dolayısıyla TC devletinin kuruluşunda Alman sermayesinin varlığı ve gücü, dolayısıyla Alman siyaseti her zaman etkili olmuş ve dikkate alınmıştır.
Kuşkusuz böyle bir Kemalist hareketin kabul görüp TC’nin şekillenme sürecinde Britanya ile birlikte Fransa ve Sovyet Rusya’da önemli rol oynayan iki devlet olmuştur. Fransa, Britanya ile ortaklık yaparak TC’nin kuruluşuna, şekillenmesine katılmıştır. Bilindiği gibi Kemalist hareket ile ilk anlaşma yapan, dolayısıyla Kemalist hareketi resmen tanıyan Fransa Devletidir. Daha 1921’in başında Ankara anlaşmasıyla Fransa devleti Kemalist hareketi resmen tanımıştır.
Diğer yandan Ortadoğu’nun I. Dünya Savaşı sonrası şekillendirilmesinde Britanya ile birlikte en çok rol oynayan devlet, Fransa’dır. Ortadoğu’nun parçalanması, paylaşılması tamamen İngiliz-Fransız ittifakı ve çatışmasına dayalı olarak gerçekleşmiştir. Bunlar hem ittifak yapmışlar hem de Ortadoğu üzerinde kendi aralarında bir paylaşım savaşı yürütmüşlerdir. Dolayısıyla Fransa’nın da bir sorumluluğu vardır. Fransız sermayesinde her zaman Ortadoğu’nun zenginliklerinden pay alma amacı var olmuştur.
İngilizler ise daha çok Osmanlı’nın korunmasını, Osmanlı varlığı temelinde Almanya’nın Ortadoğu’dan Hindistan’a ulaşmasını engellemek isterken bunun mümkün olmadığını gördükten sonra 20’inci yüzyılın başından itibaren Osmanlı’nın parçalanmasını ve Ortadoğu’nun İngiltere tarafından ele geçirilmesini öngören bir politik strateji geliştirmişler ve bunu I. Dünya Savaşı’nda bir paylaşım mücadelesine kadar götürmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan, Ortadoğu’yu Fransa ile birlikte kendi çıkarları doğrultusunda şekillendiren bir politik gelişmeyi ortaya çıkarmışlardır.
Burada Sovyet Rusya’nın rolünden de söz etmemiz gerekiyor. Böyle bir sürece katılırken Çarlık Rusya’sı İngiltere ve Fransa ile anlaşma, ittifak halindedir. Daha sonra Ekim Devrim’i ardından oluşan Sovyet Rusya her ne kadar Çarlığın İngiltere ve Fransa ile yaptığı ittifak dâhilinde böyle bir sürece katılmamış olsa da Sovyet Rusya’nın çıkarlarının savunulması, ‘Ekim Devrimi’nin Korunması Stratejisi’ adı altında başta TC devletinin kuruluşu olmak üzere Ortadoğu’da ve Güney Asya’da birçok yeni gelişmeye dâhil olmuştur. Yeni siyasi sistemlerin kurulmasına katılmıştır. Bu anlamda Kemalist hareketin başarı kazanmasına, TC devletinin kuruluşuna politik ve pratik düzeyde en çok güç ve destek veren devletlerden bir tanesi Sovyet Rusya olmuştur. Bunu sözde Ekim Devrimi’nin Korunması, Sovyetler Birliği’nin güneybatıdan güvenliğinin sağlanması stratejisinin bir parçası olarak yürütmüşlerdir.
TC devletinin kuruluşunu kendilerinin güvenliği için uygun görmüşler, dolayısıyla Kemalist harekete ve TC devletine fazlasıyla destek vermişlerdir. Böyle bir devletin işbirlikçi duruşunu, soykırımcı gerçeğini; Ermeni, Kürt, Asuri, Rum düşmanlığını görmezden gelmişlerdir. Bu temelde kendi çıkarları için “uygundur” diyerek ırkçı-şoven-soykırımcı TC devletinin şekillenmesine politik ve pratik destek vermişlerdir. Her ne kadar Kemalist hareket ve TC devleti, İngiltere, Fransa, Almanya ve benzeri güçlerle ilişkiler ve çatışmalar içinde şekillenmiş olsa da Osmanlı’dan TC’ye geçiş ve Kemalist hareketin bir TC devleti haline gelme sürecinde politik ve pratik olarak en çok destek veren güçlerden bir tanesinin Sovyet Rusya olduğu tartışma götürmeyen bir gerçektir.
Esas olarak dar, çıkarcı, ideolojik gerçeklerden uzak, kendi çıkarını her şeyin üstünde gören Sovyet politikası, Ekim Devrimi’nden hemen sonra Kemalist hareket ve TC devletiyle kurduğu ilişkilerle şekillenmiştir. İttihat ve Terakki ile Kemalist hareketin, TC devletinin Ermeni-Kürt-Asuri-Rum soykırımına göz yumarak aslında sosyalist ilkelerden, Lenin’in geliştirdiği ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesinden vazgeçmişlerdir. Bu ilke Sovyetler Birliği’nin çıkarına olduğu zaman uygulanmış, onun çıkarını biraz zorlayınca ilkeden vazgeçilmiştir. Daha o zamandan sosyalizm ilkeleri Sovyetler Birliği’nin çıkarlarını öngören politik ilkelere feda edilmiştir. Daha sonra da Sovyetler Birliği’nin ideolojiden sapışı, revizyonizme dönüşmesi ve çöküşünün bu temelde gerçekleştiği bilinmektedir.
Esas olarak hegemonyacı devlet çıkarlarını esas alan ve her şeyi buna bağlayan Sovyetler Birliği gerçeği, 1920’lerin başından itibaren TC karşısında izlediği politikalarla ortaya çıkmaya başlamıştır. Başta Kürtler olmak üzere Ermenilerin, Asurilerin, Rumların mücadeleleri karşısında TC’ye destek veren tutumları, aslında kendi ilkelerini uygulamadıklarını, siyasi çıkarlarıyla çeliştiğinde ilkeyi siyasi çıkara feda ettiklerini ortaya koymuştur. Böylece Sovyet Rusya’nın da böyle bir TC’nin şekillenmesinde, yine başta Ermeniler, Kürtler olmak üzere yüzyıllık Asuri, Süryani, Rum soykırımını yürüten bir zihniyet ve siyasetin dünyanın merkezi olan Anadolu ve Mezopotamya’da varlık göstermesinin sorumlularından biri olduğu açıktır. Bu zihniyet ve siyaset biraz da söz konusu güçlerden aldığı böyle bir destekle varolmuş ve günümüze kadar hükmünü icra ederek varlığını sürdürmüştür.
Bölgesel ve küresel düzeyde, Türkiye’nin mevcut ajandasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin ajandası çoğunlukla “Neo-Osmanlıcılık” nedir? Onun bölgemiz için vizyonu nedir? Bu politikanın kökenleri nelerdir? Ve nasıl oluşturuldu?
İttihat ve Terakki yönetimi küresel emperyalist bir güç olmak istiyordu. Emperyalist paylaşım savaşına da böyle bir zihniyet ve siyaset temelinde katılım gösterdi. TC devleti ise bölgesel, hegemonik, emperyalist bir güç olmak istiyor. Küresel düzeydeki bir yayılmacılığı, bu temelde emperyalist bir güç haline gelmeyi çok gerçekleşir bulmuyor. İmkân dâhilinde görmüyor. Hayalcilik ve serüvencilik olarak değerlendiriyor. Fakat onun yerine bölgesel bir hegemonik, emperyalist güç olunabileceğine inanıyor, zihniyet ve siyasetini böyle bir amaç temelinde oluşturuyor. Küresel siyasetini ise tamamen kendini bölgesel-hegemonik bir güç haline getirecek strateji ve taktikler temelinde yürütüyor. Küresel planda tüm diplomatik faaliyetlerini, ilişki ve çelişkilerini böyle bir amaca bağlı olarak sürdürüyor. Stratejik amacı kesinlikle budur. Bu konuda en ileri tavizler veriyor. Küresel büyük güçlere dayanmayı esas alıyor. İngiltere, İsrail, Almanya ve ABD ile ilişkileri bu temeldedir. NATO’ya girişi kesinlikle bu çerçevede olmuştur.
Bir de tehdit ve şantaj politikası yürütüyor. Yani bölgesel bir emperyalist güç olabilmek için küresel düzeydeki politikalarında üç temel doğrultu izliyor; bir tanesi taviz verme, stratejik konumunu ve imkânlarını pazarlamadır. Bu konuda TC devleti gerçekten tam bir ticaret yönetimi gibidir. Pazarlamacıdır. Mustafa Kemal’den günümüze kadar bütün hükümetler böyle bir politika izlemişlerdir.
İkincisi büyük güçlere dayanmadır; önce Almanya, sonra İngiltere-İsrail, yine II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile ilişkilenip NATO’ya girmesi tamamen bu çerçevede olmuştur.
Üçüncüsü tehdit ve şantaj politikası izlemektir. Bu da esas olarak AKP-MHP faşist diktatörlüğünde açığa çıkmış ve zirve yapmıştır. Ondan önce de TC devleti sınırlı olarak gizli bir biçimde MİT marifetleriyle böyle bir politika izlemeye çalışıyordu. Çeşitli güçleri tehdit ediyordu. Provokasyonlar yapıyordu. Fakat bu durum AKP-MHP faşist diktatörlüğü ile tam bir politika haline gelmiştir. Örgütlerine kavuşmuş, sistem kazanmıştır. Birçok çete örgütlenmesi ortaya çıkmıştır. Osmanlı Ocaklarından başlamak üzere MİT’in yeniden yapılandırılmasına, kontr-gerillanın yeniden şekillendirilmesine kadar aslında eski klasik devlet yok edilerek TC’nin AKP-MHP eliyle yeni bir faşist çete devleti haline getirilmesine kadar bu durum ilerlemiştir. TC sınırlarının dışına çıkarak DAİŞ, El-Kaide, daha çok da İhvan-i Müslimin denen örgütlenmeyle ilişkilenerek Ortadoğu’da kendini İslami sayan milliyetçi çete örgütlenmeleriyle en ileri düzeyde ilişkilenmiş, Türkiye’yi, İslam adını böyle kullanan bir çeteciliğin merkezi haline getirmiştir. Suriye’deki bütün çete örgütlenmeleri merkez olarak Türkiye’yi esas almakta, oradan beslenmektedir. Nihayetinde DAİŞ, AKP-MHP faşist diktatörlüğüne dayanan, oradan beslenen bir yapı haline gelmiştir. El-Kaide ile ilişkileri, özellikle Suriye üzerinden Cebet el Nusra ile kurduğu ilişkiler temelinde ileri bir düzeyi kazanmıştır.
Bütün bu çete örgütlenmelerine ve gücüne dayanarak Ortadoğu’da nasıl bir etkinlik ve yayılma politikası izlediği, Ermenistan’dan Libya’ya, oradan Yemen’e kadar Ortadoğu’nun her alanında birer işgal ve çatışma etkeni haline geldiği ortadadır. Ancak bununla da yetinmemektedir. Söz konusu çeteci yapıyı Efrîn’den Xakurkê’ye kadar Kürdistan’ın ortasında, bir toprak zemininde bir çete devleti gibi yerleştirerek sürekli kılmayı, dahası buna dayanarak küresel düzeyde tehdit ve şantaj siyaseti yürütmeyi esas almaktadır. DAİŞ’ten El-Kaide’ye kadar birçok gücü bu temelde kullandığı ortadadır. Paris katliamı bunun en somut örneklerinden biriydi. DAİŞ eliyle Almanya’dan İngiltere’ye, Fransa’ya kadar tüm Avrupa’da, yine Amerika’ya kadar dünyanın her alanında terör saldırıları düzenletmiş, bütün devletleri kendi politikalarını, özellikle de Kürt soykırımı politikasıyla Ortadoğu’daki yayılma politikasını kabul eder ve destek verir hale getirmeye zorlamıştır. Gerçekten de tüm DAİŞ saldırılarının arkasında kesinlikle AKP-MHP faşist diktatörlüğü vardır. Bunu bütün dünya bilmektedir. Zaten mevcut Rusya yönetimi bunu belgelerle ortaya koyup açıklamada bulunmuştur. Diğer devletler açısından da benzer yaklaşım söz konusudur. Mevcut TC devletinin küresel politik yaklaşımları açısından esas olarak da bunlar belirtilebilir.
KÜRT SOYKIRIMINI GERÇEKLEŞTİRMEK, ORTADOĞU’DA YAYILMAK
Dikkat edilirse bütün bu politikaların merkezinde Kürt soykırımını gerçekleştirmek, Ortadoğu’da bölgesel bir emperyalist güç olarak yayılmak, tüm dünya devletlerini böyle bir politikaya razı etme yaklaşımı vardır. TC devletinin gerçek stratejisinin bu olduğu tartışmasız bir durumdur.
Yine ‘Yeni Osmanlıcılık’ ya da ‘Neo Osmanlıcılık’ denen politik stratejinin esas olarak bu temelde şekillendiği açıktır. Bunun kökeni Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgesel hegemonik bir güç olma gerçeğine dayanmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı yönetiminde her zaman küresel-emperyalist-hegemonik bir güç olma hayali, hevesi vardı. Bu hayal ve hevesle İttihat ve Terakki yönetimi, Enverci yönetim açıktan dünya savaşına katılım göstermişlerdir. Fatih Mehmet’ten bugüne küresel bir hegemonik güç olma hevesi Osmanlı İmparatorluğu’nda hep vardır. İttihat ve Terakki yönetimi bu politikayı güncellemiş, bir dünya savaşı içinde gerçekleştirme hayaline kapılmıştır. Bunu tarihsel olarak biliyoruz.
Evet, günümüz TC devleti böyle bir küresel-hegemonik güç olma zihniyet ve siyasetini izleyememektedir. Bunu gerçekçi ve uygulanabilir görmediği için yapmaktadır. Yoksa istemediğinden, zihniyetinin öyle olmadığından değil. Gerçekleşir, pratikte uygulanır görmediği için böyle yapmaktadır. Bunun yerine Kürt soykırımını gerçekleştirerek Kürdistan’ı tümden Türkleştirme, Ortadoğu’da bölgesel-hegemonik bir emperyalist güç haline gelme, dünyayı böyle bir politikaya razı etme zihniyeti ve stratejisi geçmiştir. Günümüz TC devletinin esas zihniyeti ve siyaseti budur. Kemalist hareketin gizli olan politik ajandası buydu. AKP-MHP yönetiminde bu gizli ajanda açık olarak ortaya çıktı. Net ifade edilir hale geldi ve açık bir biçimde pratikte uygulanmaya kondu. Günümüzde de yürütülen kesinlikle budur.
Bu politikayı gizli tutarken, bu kadar açık uygulamazken nasıl oldu da AKP-MHP faşizmi bu denli açık yürütür, açıkça ifade eder, savunur, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda bir harita biçiminde sunar hale geldi? Bundan da küresel güçler sorumludur. TC devleti bu duruma pratikte adımlar ata ata gelmiştir. Ermeni soykırımından başlamış, Kürt soykırımına kadar bunu devam ettirmiştir. Bunların hiçbirisi önlenmediği gibi bunlara karşı dünya güçleri tarafından karşı çıkılmamıştır da. Kısaca destek görmüştür. ‘Teröre karşı mücadele’ adı altında yürütülen Kürt soykırımı NATO tarafından 37 yıldır desteklenmektedir. 1985 yılından bu yana TC’nin PKK’ye karşı yürüttüğü savaşı esas olarak NATO yürütmektedir. Bu savaş NATO karargâhlarında kararlaştırılıp planlanmakta, söz konusu savaşa her türlü siyasi ve askeri desteği NATO vermektedir.
İşte bu temelde söz konusu ‘Neo Osmanlıcılık’ politikaları ve zihniyeti açıkça savunulur ve uygulanır hale geldi. Ermeni soykırımına ses çıkarılmadı, Kürt soykırımına ses çıkarılmadı. Amed’de, Dersim’de, Ağrı’da yaşanan Kürt soykırımlarına karşı çıkmak bir yana, göz yumulup destek verildi. Ardından böyle bir devlet NATO’ya alınarak güvenceye kavuşturuldu. 37 yıldır NATO tarafından PKK’ye karşı savaş yürütülür oldu. Tayyip Erdoğan’ın İhvan-i Müslimin, DAİŞ ve El-Kaide ile ilişkilerine göz yumuldu. Çete saldırılarına, DAİŞ saldırılarına açık destek verdiği halde bu görmezden gelindi. Dahası DAİŞ’e karşı savaşıyormuş gibi 2015 yılında TC ile ABD tarafından sözde ikinci bir sahte koalisyon oluşturuldu.
Böyle olunca TC devleti, AKP-MHP faşist diktatörlüğü de bu gizli ajandasını bugün açık hale getirir, söz konusu zihniyet ve siyaseti açıktan yürütür hale geldi. Cesaret aldı, cüret buldu. Dünyayı zayıf buldu. Kimse beni engelleyemez anlayışına kapıldı. Kimisini tehdit ve şantajla her tarafta terör eylemleri gerçekleştirip korkutarak, kimisine bol bol ekonomik tavizler verip Türkiye’nin imkânlarını pazarlayarak susturdu. Buna küresel düzeyde politika yürüten güçler, devletler ‘evet’ dediler. Sağladıkları ekonomik çıkarlar sonucunda göz yumdular, destek verdiler, onayladılar, karşı çıkmadılar ve TC devletini bugünkü AKP-MHP faşist diktatörlüğü altında böyle azgın, saldırgan bir güç haline getirdiler.
Evet, bu güç bugün bir canavardır. Günümüzün Hitlerciliğidir, Mussoliniciliğidir, Saddamcılığıdır. En çok zararı Kürtler görüyor. Her gün Kürt soykırımı, Kürt düşmanlığı yapıyor. Bu bir gerçektir. Bundan en çok Kürtler zarar görüyor. Ama herkes şunu bilme ki, Hitlercilik, Saddamcılık nasıl kendisini sağlamlaştırınca bütün dünyayı tehdit ettiyse, tüm devletlerin çıkarına zarar verir hale geldiyse, bir insanlık düşmanı güç konumu kazandıysa, AKP-MHP faşist diktatörlüğü de, TC devletini böyle bir küresel canavar, terör devleti ve tüm insanlık için tehlikeli bir saldırganlık haline getirmiştir.
Şimdiden herkes zarar görüyor. Eğer bu güç ortadan kaldırılmaz, değiştirilmez, Türkiye bu faşist zihniyet ve siyasetten kurtarılarak demokratikleştirilmezse önümüzdeki süreçte Kürtler kadar bütün Ortadoğu halkları, tüm insanlık, kadınlar, gençler de büyük zararlar görecek.
Günümüzde AKP-MHP faşizminin uyguladığı mevcut siyasetlerden çıkar sağlayan devletler de yarın bu terör canavarı tarafından tehdit edilen ve ondan ciddi zararlar gören bir güç konumuna düşeceklerdir.
YORUM GÖNDER