HAKİKAT PENCERESİNDEN KADRO-5.BÖLÜM
Bilgelerdeki hız bizdeki hız;
Kendini yapmak, bilgelerde en kısa anda gerçekleşmektedir. Nitekim Önderliğimiz; ‘biliyorum ve inanıyorum ki bildiğin anda oluşuyorsun’ diye de belirtti kendindeki oluşumun hızını. Buradan şunu anlamalıyız, bilmek ile oluşmak birbirinden kopuk ve birbirini takip eden iki ayrı şey değildir; aynı anda gerçekleşen şeylerdir. Fark ettiğin anda kendini oluşturman bir gerçek insan özelliğidir. Ama bizde bilmek ile oluşmak edimleri böyle midir? Örneğin hepimiz komünal olunması gerektiğini biliriz. Toplumsallığın insan türünün var oluş koşulu olduğunu; cinsiyetçiliğin, iktidarcılığın ve bencilliğin her versiyonunun insanı insan olmaktan çıkaran kötü şeyler olduğunu biliriz. Yanı sıra merkezi uygarlık sisteminin tam anlamıyla bir kölelik düzeni olduğunu da biliriz ya da en azından bunları dillendiririz. Bilimsel olarak da insanın mikro kozmos, evrenin bir özeti olduğunu ve eğer isterse her şeyi yapabilecek bir gücünün olduğunu biliriz.
Peki, pratiğimiz bu bildiklerimiz ölçüsünde midir? Bildiklerimiz oranında ve potansiyelimizin elverdiği hızda kendimizi yapıyor muyuz? Hayır! Bu nedenle de teorimizle pratiğimiz hep iki ayrı şey gibi durur. Teorimiz bize bir şey söylerken, pratiğimiz bir başka şey söylüyor. Peki, bu neden böyle?
Önderliğimizin de dahil olduğu bilgelik geleneğinde, teori ile pratik arasında bir kopukluk söz konusu olmaz. Bu insanlar teorilerini sağdan-soldan, oradan-buradan getirmiyorlar, kendi yaşamlarından çıkarıyorlar. Kimilerinden yararlanabilirler ama özünde teorilerini sezgi, iç görü ve iç gözlem yöntemleriyle kendilerinden çıkarırlar. Çünkü nasıl olsa insan evrenin bir özeti ve kendisidir. Tüm bilgiler bu evrendeyse ve tüm bilmelerin kaynağı insanın kendisiyse, gerçekten de insanın kendisine bakmasından daha kestirme ve doğru bir bilgilenme ve buna bağlı olarak oluşma yolu yoktur. Dikkatlice tarihe bakıldığında zalimliğiyle, kötülükleriyle değil de büyüklükleriyle tarihe iz düşmüş olanların tümünün esasında kendilerini çok iyi tanıyan, kendi üzerlerinde çok yoğunlaşmış insanlar oldukları hemen görülür. Kendilerini tanıma çabaları, yaşadıkları çelişki ve çatışmalar, karşılaştıkları sorunlar ve bunlara aradıkları çözümler kendileri açısından teori olmaktadır. Sokrates’in kendini bilmeyi ‘belli bir bilimin konusu olarak değil, tüm bir bilim ve bilimin kendisi’ olarak ele alması tam da budur. Bu yönüyle teorileri tümden yaşamdan damıtılarak oluşturulan bir teoridir, bir yerlerden getirilmiş bir teoriden bahsedemeyiz.
Peki, biz teorimizi yaşamımızdan damıtarak mı getiriyoruz? Çok keskin olan teorik tespitlerimizin pratiğimizdeki karşılığının o keskinlikte olmadığının aksini kimse iddia edemez. Çoğunlukla teori bir yöne bakarken, pratik diğer bir yöne bakıyor; teori-pratik bütünlüğü sağlanamıyor. Bu nedenle teorimiz süper şeyler söylerken, pratiğimiz aynı düzeyde süper olmuyor. Biz teorimizi yaşamımızdan çıkarmıyoruz; Hermescilerin, Ene’l Hakçıların, Nirvanacıların, Fenafillahçıların, Sokratesçilerin, tüm tasavvuf geleneğinin ve tabii ki Önderliğimizin yaptığı gibi yapmıyoruz; kendimizi tüm bilmelerin kaynağı olarak ele almıyoruz. Kendimiz üzerinde fazla yoğunlaşmıyor, kendimizi yeterince tanımıyoruz. Kendimizi tanımayınca da özünde oluş’u, oluşumumuzu yeterince anlamamış oluyoruz. Eksik anlayınca yeterince hissetmiyoruz, hissetmeyince de oluşmuyoruz. Daha çok da oluşturulduğumuz halimizle kalıyoruz, kalıyoruz…
Önderliğimizin kendisiyle yoğun mücadelesi ve cebelleşmesi sonucu geliştirdiği teoriye, sanki biz de aynı yollardan geçmişiz gibi yaklaşıyoruz. Teorimizi hazır aldığımızdan pratiğimize çok denk düşmüyor, soyut kalıyor, yaşamda çok fazla şeye denk gelmiyor, cisimleşmiyor, yani bir ‘şey’ olmuyor. Bizde yaşanan gerginliğin temelinde de bu var zaten. Hepimiz dile getirdiklerimiz veya bildiklerimiz oranında bir yaşam duruşuna neden sahip olamadığımızın gerginliğini hep yaşarız. Söylediği kadar olamayanın bir gerginliği yaşamasından daha doğal ve kaçınılmaz olan bir şey yoktur. Önderliği onun militanları olarak takip ediyoruz, dediklerini kendimize esas alıyoruz, ama kendimizi yaratmadığımız için teori-pratik arasındaki uyumsuzluğun yarattığı gerginliği yaşıyoruz. Bu gerginlikten çıkmanın tek yolu, kendini yapmadır, yani yaratmadır.
Yaratılış anı;
İnsan kuantum hızında kendisini yapabilir. İnsansal oluşum, bizde görüldüğü gibi ağır olmak zorunda değil, insandaki potansiyel ışık hızından bile daha hızlı bir şekilde insanın kendisini yapmasına olanak tanıyor. Mevcut kafayla ölçemeyeceğimiz küçüklükte bir zaman aralığında geçmişe gidebilir veya geleceğe uzanabiliriz. Bu insanda işleyen kuantuma bir örnektir. Önderliğimiz de zaten insanda gerçekleşen bu en kısa an’da oluşma gerçekliğini ‘yaratılış an’ı veya ‘kuantumik an’ diye tanımladı. En kısa zamanda kendini oluşturmak insansal bir özelliktir. İnsan türünün muhteşemliği de zaten buradan gelir. Bir hayvan veya farklı bir canlı bu hızda kendisini yapamaz. İnsan dışındaki tüm canlılar içinde yaşadıkları eko-sistemin özelliklerine uygun hareket ederler ve öte taraftan değişen koşullara göre kendilerini de değiştirirler. Ancak bunlar etraflarındaki değişimi hemen fark edemezler, o nedenle de öyle hemen kendilerini de değiştiremezler. Bazen çevrelerindeki değişimi fark etmeleri birkaç nesli alır, ancak fark ettikten sonra da varlıklarını sürdürebilmek için kendilerinde değişim yaratırlar. Yani kendilerini yenilerler, yeni bir oluş olurlar.
Ancak bizler genel olarak kendimizi yapmada çok hantal yaklaşıyoruz, adeta zamanımızı boşa harcıyoruz. Yıllarımız geçiyor, ama ona sığdırdığımız şeyler az oluyor, bu da anlam zamanına göre bir yaşamı yaşamamıza olanak vermiyor. Örneğin Önderliğimiz kapitalist sistemin bizzat oluşturduğu İmralı sistemi koşullarında -pratik olarak o kadar büyük sorumlulukları olduğu halde- Özgürlük Sosyolojisi’ni on günde yazdığını belirtti. Biz ise Önderliğimizin devletçi sistemle hesaplaşmanın yol ve yöntemlerini verdiği, özgür insanın kim olduğunu ortaya koyduğu ve bizim açımızdan da kendimizi oluşturma hammaddemiz olan savunmaları, üzerinden yıllar geçmesine karşın okumuyoruz. Akla hayale gelmeyecek bahane ve gerekçelerle savunmaların okunmasına fırsatımızın olmadığını hep söyleyip duruyoruz. Sanki Önderlikten daha fazla sorumluluklarımız varmış ve başımızı kaşıyacak vaktimiz yokmuş gibi yaklaşıyoruz. Dahası ‘savunma’sız bir baş iş yapabilirmiş gibi davranıyoruz. Bunun kendini aldatmak olduğu açıktır. Ya da Önderliğimizin savunmalarını yeterince anlayamadığımızı, adeta kafamızın basmadığını vb. söyleriz. Bu söylemlerin bilimsel olarak insan gerçekliğiyle bir alakasının olmadığı fazlasıyla ortaya çıkmıştır. Bir yandan ‘mikro kozmos’, ‘evrenin özeti’, ‘ikinci doğa’, ‘gücü her şeye yeten muhteşem varlık’… gibi doğruluğu bilimin verileriyle de ispatlanan insan gerçekliği ve söylemleri; diğer yandan ‘kafam basmıyor’, ‘gücüm yetmiyor’, ‘anlamıyorum’… gibi acizlikten, zayıflıktan, kölelik özelliklerinden öteye bir anlam taşımayan duruş ve söylemler... Bunlar birbiriyle tamamen çelişen hususlardır. Doğrusu ilkidir ve buna göre olmak, öncelikle öyle olduğumuza inanmakla olur. Hakikate göre olmak da aynı anlama gelmek üzere bilime göre olmak da insanın potansiyel olarak evrenin tüm gücünü içinde barındırdığını söylemektedir. Gerekli olan sadece yapabileceğine inanmaktır. Bunu hiç yapmıyor değiliz, hepimizin yaşamımızda başardığı pek çok olağanüstü şeyler olmuştur. Ama şunu bilmeliyiz ki başardıklarımız başarabileceklerimizin yanında hiçtir. Kendimizi ‘böyle gelmiş böyle gidecek’ kaderciliğinden kurtarmak tamamen elimizdedir.
Zaman kavramına geri dönersek, kendini oluşturma performansımızın ve hızımızın farklı oluşu, zamanımızın da farklı olmasını beraberinde getiriyor. Süratli olanın zamanı ağır işlerken, temposu ağır olanın zamanı hızlı akıyor. Sadece yaşamımızın sonuna doğru gittiğimizde dönüp arkaya bakmamalıyız, yaşadığımız her an’da öyle olmalıyız. Bu geçen zaman zarfında neler yaptığımızı tartmalıyız ki ileride dönüp arkamıza baktığımızda yaşanması gerektiği gibi yaşadık diyebilelim. Tabi bunun için gerekli olan, bizde içkin olan enerjinin o muhteşem gücünü açığa çıkarmaktır. Bunun da yolu, yoğunlaşmaktan, odaklanmaktan geçer. Anlam zamanına göre yaşamak ancak böyle gerçekleşir…
XEBAT ANDOK
YORUM GÖNDER