HAKİKAT PENCERESİNDEN KADRO-3.BÖLÜM
Hakikat der ki: İnsan güçlüdür;
Tüm bunlar ışığında kadro topluluğu olarak kendimizi hakikate vurduğumuzda çok yoğun problemlerimizin olduğunu görüyoruz. Yaşam felsefemiz çok çelişkili ve uyumsuzdur. Tıkatan, insan hakikatiyle dolayısıyla Önderlik gerçeğiyle örtüşmeyen, bu nedenle de zaten geliştirmeyen, daralan, daraltan, çözümsüz kalan bir felsefemiz var. Mutlak anlamda hakikati tanımlamak mümkün olmazsa da en azından insan için kimi hakikatlerden de haberdarız. İnsan ve toplumsal yaşam için kimi doğrulara ulaştığımızı biliyoruz, bu noktada herhangi bir muğlaklık yoktur. Yani ne Newton gibi tanrısal konuşuyoruz ne de post-modernistler gibi her şeyi muğlaklaştırıyor, anlaşılmaz kılıyoruz. Özcesi tüm insanlar için, toplumsal yaşam için doğrudur, olması gerekendir, diyebileceğimiz kimi hakikatlerimiz vardır. İşte bu hakikatlere kendimizi vurduğumuzda kadrolar duruşumuzun pek çok açıdan hakikatle örtüşmediğini görüyoruz. Duruşumuz oluşun diline çok da denk değil, oluşa ters düşüyoruz.
Teorik olarak insanın tüm evrenin gücünü kendi içinde barındırdığını söylesek de duruşumuzla buna pek inanmadığımızı ortaya koyuyoruz. Kendimizdeki gizli gücün farkında değiliz, çünkü yüzeyseliz. Yüzeyde seyrettiğimizden bu muazzam gücün sadece çok azını kullanabiliyoruz. Bugün bilim insan beyninin saniyede dört yüz milyar bit işlem yaptığını ama ortalama insanın bunun sadece iki binini fark edebildiğini söylemektedir. Beyinde gerçekleşenle insanın farkına vardığı arasındaki bu muazzam fark, aynı zamanda insan potansiyeli ile pratiği arasındaki uçurumu da veriyor bize. İşte biz insanlar bu gücü açığa çıkarmadığımızdan, pek çok yetimizi yitirdiğimizden, yüzeysellik ve güçsüzlük yaşam tarzımız haline geldiğinden bu güçten yararlanamıyoruz, kendimizi gerçekleştiremiyoruz. Dahası birlikte yaşadığımız insanların, toplumun bizzat kendisinin de bu güçte olduğuna pek inanmıyoruz. Bu noktada kendimize, yanımızdaki yoldaşımıza, oradan hareketle de toplumun gücüne çok da güvenmiyoruz.
Kuşkusuz ki bunun pek çok nedeni vardır. Özellikle de egemenler toplumu güçsüz ve muhtaç olduğuna dair inandırmaya çalışırlar. ‘Sen yapamazsın, gücün yetmez, kafan çalışmaz, senin işin değil…’ gibi insan hakikatiyle hiçbir alakası olmayan safsatalarla toplumu kendilerine bağımlı hale getirmeye çalışırlar. Bu söylemlerin altında yatan gerçek, ‘ben olmazsam siz olmazsınızdır. Zaten egemenlikçi sistemin kadın, toplum (halk) ve doğa için kullandığı tabirler aynıdır. Hitler boşuna ‘halklar kadın gibidir’ dememiştir. Yine Bacon’ın doğayı kadın biçiminde tasvir ederek, onun nasıl egemenlik altına alınacağından büyük bir iştahla bahsetmesi aynı anlamdadır. Kadının ve toplumun iradesizleştirilmesi için geçirildiği tezgah aynıdır. Kadının karılaştırılması süreci aynı anlama gelmek üzere toplumun karılaştırılması anlamına gelmiştir. Şu an tüm toplumlarda bunu görmekteyiz. Ancak sömürgecilik altına alınmış toplumlarda parçalanma daha fazla olduğundan iradesizleşme, güçsüzleşme daha derindir. Kürt toplumu bunu çok derinlemesine hisseden bir gerçekliği yaşamaktadır. Ancak buna karşın bir de PKK’nin ispatladığı kimi gerçekler vardır. Kendindeki evreni açığa çıkarmış olan yoldaşlarımız vardır. Dolayısıyla her şeyi de ezilmişlik ve egemenlikle açıklamak da yetersiz ve yersizdir. Örneğin Amed zindanında 14 Temmuz’da açığa çıkan ve ispatlanan, insanın ne kadar yüce olduğudur. İnsandaki potansiyelin açığa çıkması ve kendisini gerçekleştirmesidir. İnsanın istemesi halinde mekana, zamana ve güç dengelerine bakılmaksızın neler yapabileceğinin göstergesidir. PKK mücadele tarihinde bunun sayısız örnekleri mevcuttur. Ayrıca bunun örneklerine an’da rastlamaktayız. Özcesi bunlar çok da uzak olduğumuz şeyler değildir. Önderliğimizin duruşunun her anı, bunun ispatı anlamına gelmektedir.
Önderlikte dile gelen, hakikatin ta kendisidir. Terzi Hermes’ten, Zerdüşt’e, Hallac-ı Mansur’dan Sühreverdi’ye, oradan da kuantuma kadar söylenen şudur: İnsan mikro kozmostur. Cicero bile insan için ‘ikinci doğa’ tanımı yapmıştır. O bile insanın gücü konusunda doğruya yaklaşmıştır. Mikro kozmos olma söylemi, bir propaganda veya içi boş bir laf değildir, bu anda kendisini görünür kılan bir hakikattir. Burada önem kazanan husus, bizim kendimizi ve bu büyük insanları nasıl ele aldığımızdır. Bu insanları; örneğin Önderliğimizi çok da uzağımızda olanlar olarak görmemeliyiz. Önderliğimiz de bizim gibi bir halk çocuğudur, köylü kökenlidir, yoksuldur, herkesin maruz kaldığı toplumsal sorun ve çelişkilerden gelmiştir. Ancak kendisi çok büyük bir duruş sahibi olabilirken, bizde neden farklı bir duruş ortaya çıkıyor. Acaba problem nedir? Neden biz odaklanamıyoruz da o bunu başarabiliyor?
PKK felsefesi insanın gücüne dayanıyor. Bir önderlik hareketi olan PKK, Önderliğimiz tarafından böyle kurulmuştur. Önderliğimizin; ‘kendisine ihanet ettirilmemiş tek bir Kürt yoktur’ tespitinde de görüldüğü gibi, özünde bitmiş gibi görünenlere dayanıyor. Bu insanlardan bile bir şeylerin çıkabileceğine inanıyor. Kendisinin ‘hain’ diye tanımladığı insanlara, yeni yaşamı kurarken yine kendisi dayanıyor. Bu yaklaşım sonuna kadar felsefiktir, tasavvufidir, kuantumiktir, hakikate uygundur. Çünkü insan güçlüdür ve ona dayanılmalıdır. Ancak bizde ne kendini ne de yoldaşını, toplumu güçlü görme durumu vardır. İnsana kuşkulu yaklaşım esas oluyor bizde. ‘Buna gücü yetmez, yapamaz’ yaklaşımı insan ele alışımızda baskın çıkmaktadır. Bu bakış açısının insan hakikati karşısında çok problemli olduğu açıktır.
Bunun tehlikesi beraberinde getirdiklerindedir. İnsana dayanmamak, onun gücünden yararlanmamak; her şeyden önce güç kaynağından mahrum kalmak demektir. Bunu yapan güçsüz kalır. Çünkü varoluşsal olarak insan toplumsaldır ve toplumsallık insan için en büyük güç kaynağıdır. Dahası kolektivizmdir toplumsallığın gücünü açığa çıkaracak olan. Bireysellik, bireycilik güç kaynağından beslenememeyi beraberinde getirir. Aktifleştirmeyen bu tarz, aynı zamanda ön keser. Devleti eleştirdiğimiz noktaların aynısına düşmemiz anlamına gelir. Devleti toplumu katmadığı, kadının-gencin önünü kestiği vb. hususlarda eleştirirken, kendimiz de aynı şeyi yapmış oluruz. Bu durum da insanlardaki gücün açığa çıkmasını engeller, insanı hakiki kılmaz, politik insan çıkarmaz.
Diğer problemli yönü ise, devrimcilerin bunu yapamayacağı gerçeğidir. Devrimciler tüm güçlerini öncülük ettikleri toplumdan alırlar, ayrıca devrimcinin görevi yukarıda da belirttiğimiz gibi bağrında büyük bir güç potansiyelini barındıran topluma alan açmaktır. Gücün akacağı kanallar bulmaktır. Toplumun güçsüz olduğunu düşünmek tastamam bir devletçilik örneğidir ve bu anlayıştaki birinin devrimci olması beklenemez. Çünkü devletçi sistem insanlara, toplumlara hep güçsüz olduklarını söyler, devrimciler ise insanın ve toplumun güçlü olduğuna inanır, rolünü de onlara yol göstermek olarak beller. Dolayısıyla toplumun gücüne dayanmayan devrimcilik, toplumu aktifleştirmeyen, canlı kılmayan ve bu yönüyle devletçi paradigmaya göre pratikleşen bir duruştur ki, bu da özünde devrimcilik değildir. Tüm bunları özellikle de alanlarda sistemi inşa çalışmalarında toplumun gücünü neden yeterince açığa çıkaramadığımıza dikkatleri çekmek için belirtiyoruz. Pek çok yerde halkın inisiyatif kazanmasını, kendini yönetir hale gelmesini kendisinin işsiz kalması ve işe yaramama biçiminde algılayan kadro duruşları vardır. Açıktır ki bunun ne hakikatle ne de PKK gerçekliğiyle bir alakası vardır.
Önderliğimiz yaptığı her şeyi yoldaşlar topluluğundan sorarak yapan bir tarza sahiptir. Görüş almaktadır. Bunu sadece kendi görüşlerini daha da yetkinleştirmek için yapmıyor, belki de buna en az ihtiyacı olan kendisidir. Zira kendisi çok farklı ve açık ara önde olan bir konumdadır. Özünde yoldaşlar topluluğunu düşündürmek, sorumluluk sahibi kılmak, aktifleştirmek için tüm bunları yapmaktadır. Zira tartışmak netleştirir, sorumlu kılmak geliştirir ve yaratıcı özelliklerin açığa çıkmasını sağlar. İşlemeyen kafadan bir şeyin çıkması mümkün değildir. Böylesi kafa ancak kalın kalır.
Bizim kendimizi, yoldaşlar topluluğunu ve toplumu ele alışımız Önderliğinkine pek benzemiyor. Örneğin Maxmur gibi sistemimizi her yönüyle inşa etmemiz için bize her türden olanağı sunan bir alanı ve bu alanda yaşamak zorunda bırakılan toplumu beğenmeyenlerimiz, ‘buradan ancak bu kadar çıkar’ diyenimiz hiç de az değildir. Güney halkını çeşitli gerekçelerle suçlayıp, burayı deyim yerindeyse KDP’ye teslim eden yaklaşımlarımızın sayısı da az değildir. Hatta ve hatta Kuzey için de ‘halk ve işler bildiğiniz gibi değil’ diyenler de vardır. Peki, toplumun tüm sorunlarına çözüm bulmak iddiasında olan bir hareketin ve tüm dünyayı değiştirme iddiasında olan bir ideolojinin kadrolarının bu duruşu ne anlama geliyor? Bunun kaynağında ne var? Bunun temelinde çok köklü bir kendine güvensizliğin yattığı açıktır. Kendinden hareketle her yere ve herkese bulaştırılmaya çalışılan bir kendine güvensizlik… Bunun da düşmanın yarattığı bir felsefe olduğu ve insan hakikatiyle alakasız olduğu bilinmektedir. Peki, bu halka ve topluma dayanmazsak kime dayanacağız?
Toplumun gücüne dayanmayan, toplumu sevmeyen, iradesiz kılınmışsa dahi ondaki gücü görmeyen yaklaşımların egemenlikçi sisteme dayanmaları kaçınılmazdır. Bu bakış açısından egemenlikçi sisteme kayma, güç olmayı iktidarlaşmakta-devletleşmekte bulan bir eğilim çıkar. Tüm bunların temelinde insan olarak kendini bilmemek ve bu yönüyle insan gerçekliğinden kopmak yatmaktadır. Duruşumuzla ‘mikro kozmos’ tespitine pek de inanmadığımızı ya da ona uygun davranmadığımızı gösteriyoruz. İnsanın özünün güçlü olduğuna yeterince inanmıyoruz. Kendimizi öyle ele aldığımızdan, yanı başımızdakini de öyle ele alıyoruz. Toplumun ve insanın gücüne yeterince dayanmıyor, ona inanmıyoruz. Bu da kendisini zaten toplumun güçsüzleştirilmesi üzerine kurmuş olan devletçi sistemin varlığını devam ettirmesi anlamına geliyor. Yani duruşumuz devletçi sistemin yaşamasına olanak sunuyor. Halbuki öz gücümüze dayanarak sistemin canına okuyabilir; kişisel, örgütsel ve toplumsal gerçekliğimizi tamamen sistem dışı bir şekilde inşa edebiliriz. Yeter ki isteyelim!
XEBAT ANDOK
YORUM GÖNDER