EGEMEN ERKEKLİK ÖZÜNDE FAŞİSTTİR
Kadınların egemen erkek sistemine karşı olan savaşımı ve mücadelesi, egemen erkek aklının yaratımlarına, uygulamalarına karşı bilinç kazanması ve bu bilinçle hareket etmesi her geçen gün daha da gelişmekte, yaygınlaşmakta ve güçlenmektedir. 21. yüzyılın ilk çeyreğini önemli bir oranda tamamladığımız bu dönemde, kadınların kendi özgür kimlikleriyle yaşama katılma, yaşamı inşa etme ve erkek tahakkümünü bertaraf etme mücadelesi daha da büyümektedir. Egemen erkekliğin en kurumlaşmış hali olan devlet ve iktidar yapılanmalarına karşı da kadınlar dünyanın birçok yerinde meydan okumakta, en radikal eylemlerin ve karşı duruşların sahibi olmaktadırlar.
Aynı zamanda buna paralel bir biçimde egemen erkekliğin kadınlar üzerindeki şiddet oranı, baskı, sindirme, kadın kırım politikaları da hızından hiçbir şey kaybetmeden daha da gelişmekte, daha da inceltilmiş politikalarla devreye konulmakta ve yürütülmektedir. Bu elbette ki bilinçlenen, binlerce yıllık kölelik zincirlerini kırmaya başlayan veya kırmaya çabalayan kadından duyulan korkunun da bir göstergesidir. Nitekim egemen erkekliğin özüne baktığımız zaman karakter olarak faşisttir, zihniyetinde, karakterinde faşizm hâkimdir. Bu faşist karakter ise en fazla kadın cinsi ve onun yaşam anlayışı, yaşam sistemi üzerinde kendisini açığa verir.
Nitekim 25 Kasım 1960 tarihinde Mirabal Kardeşler olarak bilinen “Patria, Minerva ve Maria Teresa” adlı üç kız kardeşin Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlük rejimi tarafından önce tecavüz edilip ardından katledilmeleri de aynı faşist erkek zihniyetinin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Mirabal Kardeşler’in katledilmelerinin ardından geçen 61 yılın ardından mevcut egemen erkek zihniyetine baktığımızda, bu konuda çok fazla değişen bir gerçekliğin olmadığı görülmektedir. Mirabal Kardeşler, 61 yıl önce Dominik Cumhuriyeti’nde dönemin diktatör lideri Rafael Trujillo tarafından en büyük iki tehlikeden biri olarak nitelendirildikleri için, egemen erkek sistemini ve temsilcilerini kabullenmedikleri için katledildiler. Bu kadınlar egemen erkekliğin çirkefliğine dokundukları, o çirkinlikleri açığa çıkarmaya çalıştıkları, buna karşı durdukları için katledildiler. Biz kadınlar ise 1999’dan bu yana her yıl 25 Kasım gününü Mirabal Kardeşler’i anarken yine aynı erkek sisteminin çirkefliklerine karşı durmak, bu çirkeflikleri açığa çıkarmak, bunları durdurmak için sesimizi yükseltmekte, erkek şiddetine karşı kadın örgütlülüğü ve örgütlü mücadelesini geliştirmek için tüm iktidarcı-egemenlikli yapılara dur demekteyiz. Fakat tüm bunlara rağmen bugün de hâlâ her yerde başkaldıran, mücadele eden, egemen erkekliği, faşist rejimleri, baskıyı, köleliği kabul etmeyen kadınlar hedef alınmakta, katledilmekte, tecavüze uğramakta, şiddetin her türlüsüne hem de en vahşi biçimiyle maruz kalmaktadırlar. Bu anlamıyla esasında binlerce yıldır süregelen egemen erkek sistemi her gün kendini yeniden üretmekte, yaygınlaştırmakta ve derinleştirmektedir. Dolaysıyla uygarlık tarih boyunca “uygar” erkeklik tarafından oluşturulmuş kadın sorunu çağımızın en temel sorunlarından biri, hatta en başat sorunu olmaktadır. Kadın sorunu tüm sorunların temeli olduğu gibi kadın özgürlüğü de tüm özgürlüklerin temelini oluşturmaktadır. Günümüz gerçekliğinde ise kadının özgür yaşam ve bunun sistemini inşa etme mücadelesi ile egemen erkekliğin iktidarcı yaşam sistemi arasında keskin bir mücadele yürütülmektedir. Kadının bu mücadelesine karşı ise egemen erkek sisteminin en vahşice saldırıları, uygulamaları ve pratikleri de açığa çıkmaktadır.
Bugün istatistiksel veriler dünyada her üç kadından birinin şiddete maruz kaldığını ortaya koymaktadır. Her bir kadının ise yaşamında en az bir kez şiddete maruz kaldığı belirtilmektedir. Sadece bu istatistiksel veriler bile bir gerçekliği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Demek ki kadına yönelik şiddet bir tek belirli ülkelere, bölgelere, toplumsal yapılanmalara has bir gerçeklik değildir. Dünya genelinde toplumlar sosyal, kültürel, ekonomik, eğitim vb. alanlarda değişiklik gösterse bile kadına yönelik şiddet küresel bir karakterdedir. Küresel bir karakterde olması da, egemen erkek sisteminin küresel bir karakterde olmasıyla bağlantılıdır. Bu anlamıyla tüm dünyada şiddete en fazla uğrayanlar, en fazla sömürülenler, katledilenler, devletlerin özel savaş politikalarına en fazla maruz kalanlar kadınlar olmaktadır.
Ataerkil zihniyetle örülmüş devletçi iktidarcı sistem içerisinde kadına yönelik şiddet tanımlamaları da oldukça sorunlu olmaktadır. Şiddet denilince daha çok fiziki şiddet olarak algılanmakta veya ele alınmaktadır. Esas olarak fiziki şiddet daha çok görünür olan şiddettir. Ki bu şiddet türü kaba dayak, işkence, katletme, tecavüz veya fiziki taciz vb. kapsamakta ve daha görünür bir durum arz ettiği için, toplumda daha fazla refleks bulmaktadır. Elbette ki bunlara karşı tepki göstermek, karşı durmak, ortadan kaldırmak büyük önem taşımaktadır. Hatta birçok zaman fiziki şiddet de görünmez kılınmakta, erkeğin malı-mülkü olarak görülen kadına yönelik en ağır fiziki şiddet uygulamaları da gizlenmekte, sessiz kalınmakta, normalleştirilmekte, özellikle eş, baba, abi vb. tarafından uygulanan şiddet meşru görülmektedir. Fakat bunun yanında sözlü, psikolojik vb. şiddet türleri vardır ki bunlar ise daha çok örtük şiddet türleri olmaktadır ve esas olarak daha da yaygın olan şiddet türü bu olmaktadır. Daha yaygın olmasına karşılık ise daha az görünen, daha az refleks gösterilen ve daha fazla içselleştirilmiş olan şiddet biçimleri de bunlardır. Fiziki şiddetin dışındaki şiddet biçimlerinin daha örtük olması ve daha az tepki bulması ise toplumsal cinsiyet kalıpları ve onun yarattığı zihniyet biçimleriyle bağlantılıdır. Kadının hiçleştirildiği, ikinci cins olarak görüldüğü, yaşamın belirli alanlarına tıkatıldığı, kapitalist modernite yaşamı içerisinde belirli yaşam alanları açıldığında ise kendi özünden, hakikatinden uzaklaştırılarak yer verildiği; erkeğin birer nesnesi-objesi haline getirildiği, bir milimlik aklı bile olmayan erkeklerin dahi eksik akıl olarak gördüğü kadın elbette ki her türlü şiddete de rahatlıkla maruz kalacaktır. Tüm bunlar egemen erkek sistemin karakteriyle bağlantılı bir durum olmaktadır.
Dahası devletlerin ve hükümetlerin kadınlara yönelik geliştirmiş oldukları politikalar ve uygulamalar vardır ki, bunlar hem erkeğin toplum içerisinde kadına yönelik şiddetini daha fazla meşrulaştırmakta hem de şiddet gören kadın olduğu halde koruma altına alınan erkek olmaktadır. Bunun en açık örneklerini İstanbul Sözleşmesinden çekilen Erdoğan-Bahçeli faşist rejiminin Türkiye’deki uygulamalarında görebilmekteyiz. Bunlardan sadece bazılarını hatırlayacak olursak; Kandıra 1 Nolu F Tipi Zindanında tecavüze uğrayan Garibe Gezer olayı ve Deniz Poyraz’ın katledilmesi devletin direnen, başkaldıran ve mücadele eden kadına yaklaşımını ve politikalarını ortaya koymaktadır. Diğer taraftan kendisini fuhuşa zorladığı ve şiddet uyguladığı için eşini öldüren Çilem Doğan’a ceza verilirken, Batman’da İpek Er’e tecavüz ederek intiharına sebep olan uzman çavuş Musa Orhan ise hiçbir ceza almadan devletin koruması altına alınabilmektedir. Bunun gibi sıralanabilecek onlarca örnek daha bulunmaktadır.
Tüm bunlar egemen erkekliğin ve onun yaratımı olan kurumlaşmaların karakterini esasta çok net bir şekilde ortaya koyabilmektedir. Mirabal Kardeşleri öldüren faşizan zihniyet bugün de kadınları öldürmeye devam etmekte, kadınlara tecavüz edenleri, kadınları katledenleri, kadınlara şiddet uygulayanları ise gözetmektedir. Dünyanın birçok yerinde kadın kırımları en acımasızca bir şekilde sürmektedir. Fakat esas olan egemen erkekliğin bu faşizan zihniyetine ve sistemine karşı kadınların ortak bir ruh, ortak bir ses, ortak bir düşünce ve mücadeleyle karşı durmasıdır. Faşizmi yıkacak olan da ancak kadınların yekvücut olarak bu sisteme karşı durması olacaktır.
BERFÎN ZÎNÊ
YORUM GÖNDER