SİYAJIN İLE ŞİYAR(15.BÖLÜM)
KADINLAR MİLLİYETÇİ DEĞİLDİR
Adım Hebun’dur. Dilimizdeki anlamı var oluştur. En büyük abim Arif bu ismi çok seviyordu. Bu isim aynı zamanda abimin okul arkadaşının da ismiydi. Abimle o üniversitede tanışmışlardı. Abimin arkadaşı Ağrılıydı. Dediklerine göre kardeşten öte bir samimiyetleri varmış. İkisi de toplumsal sorunlarla ilgiliymişler ve birbirine olan sevgi, saygı ve dostlukları böylece daha da sağlamlaşmış. İkisi de hukuku okuyorlardı. Abimin deyimiyle “evdeyken duygu olarak duyarlıydım, ama okulda araştırarak aklı da işin içine soktum ve tümüyle yaşananlara karşı sorumluluk hissettim” diyordu. İkisi de üniversite ortamında halk gerçekliğinin bilincine daha derinden varmışlar. Ve olup bitenleri görmezlikten gelmemişler. Dağ onları da çekmiş. İkisi de dağa gitme kararını vermişler. Abimin arkadaşı ilk grupla gitmiş. Abim de ikinci grupla gidecekti. Ama böyle olmamış, çünkü birinci gruptan birisi kaçmış ve durumu olduğu gibi devlete anlatmış. Bunun üzerine abim ve üç arkadaşını daha yakalayıp içeriye atmışlar. Abim içerdeyken arkadaşı Gabar’da çıkan bir çatışmada beş arkadaşıyla hayatını kaybetmiş. Abim bir gazetede onların haberini okumuş. Okul arkadaşını görünce etkilenmiş ve daha çok öfkelenmiş devlete. Arkadaşı dağda Hebun adını almış. Ben o zamanlar üç aylıkmışım. Doğarken babam Berivan adını vermiş bana. Berivan’ın da bir öyküsü varmış. Êzidi bir kadın gerillaymış ve halkımızın serhıldana kalkmasında büyük bir role sahipmiş. Arif’in evdeki yeri tartışma götürmezdi.
Arkadaşının ölümünden sonra adımın Hebun olmasını istemiş. Annem “tamam” demiş. Babam “içerdekiler kırılamayacak kadar değerlidirler” diyerek itiraz etmemiş. Böylece Berivan olan adım Hebun olarak değiştirilmiş. Ben büyüyünce adım etrafında olanları öğrendim. Berivan güzel isimmiş, Kürtçede süt sağan demekmiş. Ama Hebun’da güzelmiş. Kimisinde öfke uyandıran ismimin hikayesi böyleymiş. Ve ben on sekiz yıl önce abimin okuduğu üniversiteye kaydımı yaptım. İstanbul’u duymuşluğum vardı. Seyrettiğim birçok film ve dizi burada çekilmiş. Burası adına şarkı ve şiirlerin yazıldığı bu ülkenin en büyük şehriydi. Beş yaş büyük abim beni kaydetmeye götürmüştü. Abim Arif’ten sonra en çok Ali’nin sözü geçerdi evde. Ortanca abim evlenince bizden ayrılıp başka eve taşınmışlardı. Arif çocuklarla çocuk olurdu. Ali daha sert mizaçlıydı. Ondan çekinirdik ve yanında davranışlarımıza dikkat ederdik. Bizi şımartmayan bir oydu. Kardeşlerin en küçüğü bendim. Hem abilerim hem de ablalarım bana olan sevgilerini açığa vuruyorlardı. Ali öyle değildi. Annem Ali’ye yakın dururdu. Karanlık güçlerce kaybedilen dayım da böyleymiş. Duvarda çerçevelenmiş fotoğrafına her baktığında annemin rengi değişirdi. Bazen sakinleşir bazen de kızgınlaşırdı. Çoğu zaman da bir köşeye çekilip ağlardı. Biz çocuklar buna anlam vermezdik. Ninem ise dayımın yokluğuna daha fazla dayanamayarak yaşama veda etmişti.
Birkaç sefer Cumartesi annelerinin eylemlerine katılmıştı. “Ölmüş de olsa bir mezarı olsaydı” diyordu ağlamaklı bir sesle. Mezarsız çocukların ölümüyle de meşhurdur bu topraklar. Ninemin de ziyaret edeceği bir mezarı yoktu. Dayım ailemizin hüzün tarafıydı. Dayımın kaybedilmesinden sonra Arif’in de zindana düşmesi ninemi çok üzmüş ve ona ağır gelmişti. Ninem en çokda, “ben Ali’den korkuyorum” derdi. Çünkü içindekini dışa vurmayan bir yapıya sahipti Ali. O aile sorunlarıyla daha ilgili olurdu. Arif dağa çıkınca, o daha çok içe kapandı. Bir keresinde “Hepinizin derdini çekmek bana düşecek işte” demişti. Ondan bunu duyunca duygusallaşmış ve daha bir kendisine yakınlaşmıştım. Zaten abim Arif te, “Ali hepinize yeter” diyordu. Ali bir yerde hepimizin dert ortağıydı. Birşey paylaşmazdık, o yine de varsa bir derdimiz hissederdi. Annem bir keresinde, “akranların evlendi” deyince, o “boş ver” demekle yetinmişti. İşte bu abim ile İstanbul’a gelmiştik. Kaydımı yaptıktan sonra Boğaza gittik. Denizin kenarında oturup yemek yedik, çay içtik. Güneşli bir hava vardı. İlk kez denizi böyle canlı ve yakından görüyordum. Irmakların o gür sesinin tersine sakindi deniz. Sadece dalgaların sesi hafiften geliyordu. Onlarca gemi vardı. Bir de balık tutmaya çalışanlar. Şehre dair Ali birçok şey anlattı. “İstanbul bir ülkedir.
Burada insanlar erkenden yabancılaşırlar. Dikkat edesin kendine” dedi. Ben sadece söylenenleri dinlemekle yetiniyordum. Bazen denize bakarak bazen de bana dönerek anlatmaya devam ediyordu: “Buralarda kimseye inanmayacaksın. Dört yıl boyunca burada kalacaksın. Bir an dahi olsa birşey olmaz demeyesin. Böyle dediğin anda hesapta olmayan şeyler başına gelir insanın.” Sonra durdu. Okula başlamak için beni yolcu edeceği sırada, otobüsün kapısında tekrarlayacağı sözü daha biz Boğazda denize bakarken söylemişti: “Olaylara da karışma, seni okumak için gönderiyoruz.” Okul dönemlerinde anlayacağım ki her aile, çocuğuna aynı şeyleri söylemiş. Arif abim hep devrimcilerden söz ederdi. Sözünü ettiği o insanlar hep çocukluk kahramanlarım olarak kaldılar. Arif abim ne kadar farkındaydı bilmiyorum, ama onları anlatarak beni onlara yakınlaştırıyordu. Abim Ali ise beni okula yönlendiriyordu. Büyüdükçe her ikisine de anlam vermeye çalıştım. Ne biri haklıydı ne de diğeri haksızdı. Okuyacaktım. Herkes bunu istiyordu. Bunun için de ilk kez beni kendilerinden uzak bir şehre yolluyorlardı. Okula kaydımı yaptım. İlk yıl yurtta kalacaktım. Bizden önce okuyan abi ve ablalar bunun ilk yıl için daha iyi olduğunu söylüyorlardı. Ben de öyle yaptım. Dört arkadaş bir odada kalıyorduk.
Hepimiz de Kürt’tük. Kürtçemizde ağız farklılığı olsa da kendi dilimizle konuşuyorduk. Sadece Evin’inki biraz anlaşılmaz oluyordu. Ona sorduğumuzda, “asıl doğru ve orijinal olan bizimkidir” derdi gülerek. Esma, bizden bir yıl kıdemliydi. Ona abla derdik. Bir düzeni vardı. Bizde, ona ayak uydurmaya çalışıyorduk. Nede olsa annem, “kızım ilk adım her zaman önemlidir” demişti. Hayatı tanıdıkça Kürt kadınlarının bilge kişiliklerine daha çok inanacaktım. Esma bir gün dahi olsa bizi kırmadı, kızmadı. Zamanla uyumu yakaladık, ne de olsa ailelerimizden aldığımız bir kültür vardı. Vanlı olan Berçem fazla konuşkan değildi, ama konuştuğunda da tüm ilgiyi üzerine çekerdi. Yüz hatlarımızda hüzünlü bir şey mi hissetmiş, hemen ilgilenmeye başlardı. Ama genelde sessiz kalmayı tercih ederdi. Bir gün okul dönüşünde, “size tandır ekmeği yapacağım” dedi. Sokaktan gelirken Kürt kadınlarının evin damında yaptıkları tandırı görmüş ve bunu kafasına koymuştu. Bir de Hakkârili Evin vardı. O cesaretini yöresinin dağlarından alıyordu. “Ben hırçın Zap suyunun ve kardeş gibi birbirine kenetlenmiş dağların kızıyım” derdi gülerek. Bir gün dahi olsa saçını dağınık bıraktığını görmedim, hep örerdi. Bunu da daha çok Berçem’e yaptırırdı. Ben yapmaya çalıştığımda, “sen şehirli olmuşsun, anlamazsın” derdi. Biz takıldığımızda, “ben aşiret kızıyım. Abim örülü saçlarımı daha çok severdi” diyordu. Abisinden bahsederken hüzünlenirdi. Bir defasında fotoğrafını çıkarıp gösterdi. Gülen bir yüzü vardı abisinin. Yaşamın zorlukları ne olursa olsun Kürdistan’lı her çocuğun yüzünde bir gülümseme belirirdi hem de en hüzünlü oldukları demlerinde bile. Bu, onları yaşama daha çok bağlardı. Fotosunu çantasına koyarken, “sonra anlatırım onu” dedi. Evin’i sadece Esma durdurabiliyordu.
NİZAR ZANA
YORUM GÖNDER