BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (13.BÖLÜM)
EY ÖLÜM HANGİ DİLDE GÜZELSİN
Fidan Ana Adana.
Görüşme Tarihi Kasım - 2012 Fidan ananın kızı 1994 yılında dağa çıkmış.
Yaklaşık yedi ay sonra kızının yaşamını yitirdiği polisler tarafından bildirilmiş. Kızının bir gün geri döneceğine inanıyor… Polislerin verdikleri habere göre katıldığı aynı yıl içinde bir çatışmada yaşamını yitirdiği sanılıyor.
Bir anne yüreği, dibinde daima af bulunan bir uçurumdur. (Bernard Shaw )
Adana’nın yoksul bir mahallesi. Fidan ana briketten yapılmış müstakil evinde karşılıyor bizi. Görüştüğümüz Kürt ailelerin hemen hemen hepsi kendilerini diasporadaymış gibi hissediyorlar. Zorunlu göç ve köylerin boşaltılması sonucu gelmek zorunda kalmışlar. Gerçi Fidan Ana kendi isteğiyle gelmiş, zorunlu göçle gelenlerle buraya daha önce gelmiş olanlarla yardımlaşarak yaşamaya başlamışlar. Adana’nın gecekondu bölgelerinde mahalleler oluşmaya başlamış ardından. Benzer aileler iyi ve güvenilir bir referans alıncaya dek görüşmek istemediler. Aslında korktuklarından değil kendilerinden olmayanlara karşı bir yabancılaşma refleksleriydi. Fidan Ana yetmişli yaşlarda bir gerilla annesi. Aynı zamanda bir barış annesi. Dört oğlu yedi kızı var. Eşini yıllar önce kaybetmiş. Adana’da evlenmiş. Kocası Mele imiş, (Kur’an-ı Kerim’de bu terim, genellikle bir topluma tesir edip yönlendirme gücüne sahip kişiler ve yöneticilerin kendileriyle istişare yaptığı bir kesim için kullanılmaktadır). Eşini yıllar önce kaybetmiş. Elli yıl önce gelmişler Adana’ya. Biz sormadık ama oğullarından ikisinin adını gururlanarak söylemişti. PKK tarihinde sembol olan Mazlum Doğan ve Mahzun Korkmaz vurgusunu yapma ihtiyacı duymuştu. Yapmak istediğimiz sözlü tarih çalışmamızın çerçevesini anlatırken, gerçek isimlerinin kullanılmayacağını anlatıyorduk ki sözümüzü kesti.
Fidan Ana Anlatıyor “Biz o köprüden çoktan geçtik oğlum. Yapılacak ne kaldı artık. Kıyamete kadar kalacak halimiz yok ya.” Gerilla olan kızının dağa gitme sürecini öğrenmek istiyorduk. Bu yüzden de bütün ailelere sorduğumuz ilk soruyla başladık. PKK’ye bu ilginiz nereden geliyor? Fidan Ana guatr ameliyatı geçirmişti. Sanki sesi bir evin yıkıntıları arasından çıkıyordu. “Kürt meselesi bugünün meselesi değil ki “diye yanıtlıyor. Eskiden de KDP’ye ilgi duyuyorduk. Sınırları devletler çekince İran’da, Irak’taki akrabalarımızla derin bağlarımız kesilmedi. Bizim sınırlarımız yok. Daha düne kadar Halepçe’ye atılan kimyasal bombalarla 5.000 çoluk çocuk Saddam’ın zulmüyle can verdi. Hatırlıyor musunuz oğlunun başına göğsünü siper etmiş babanın fotoğrafını? Vicdanı olanın yüreği sızlar. Biz bu sızıyı Kürdün geçmişinde hep yaşadık. Dengbej hikâyelerinin yarısı kavuşamayan âşıklarsa diğer yarısı da bize yapılan zulümlerden ibarettir. Oradaki Kürt neyse buradaki Kürt de odur sınırlar mı koparacak bizi bir birimizden? Zulüm başımızdan eksik olmadı oğlum. Neden hep silahları ve hapishaneleri olanlar haklıdır? Onlar vurduklarında haklı bizim çocuklarımız yaptıklarında terörist oluyorlar. Kardeşiz ya hani ‘alaycı bir dille söylüyor Fidan Ana’ Allah’ın verdiği dili bana reva görmüyorlar. Köylerimizi boşaltıyorlar, nereye giderseniz gidin diyorlar. Senelerce çocuklarımız okul yüzü görmedi. Çalışacak bir işimiz olmadı. Kardeşiz ya. Bir tane BDP milletvekili var Sırrı Süreyya hani diyor ya bu ülkede her şey olabilirsiniz ama Kürt olamazsınız. Bu nasıl bir kardeşliktir. Silahları ve hapishaneleri olanlar Halepçe’de çoluk çocuk demeden öldürdüğünde KDP terörist Saddam haklı mıydı?... Zaman değiştikçe mazlumu da anlayacak vicdanlar çıkacak.
Bizim Halepçe için konuştuklarımızı yeni kuşaklar bize yapılanlar için konuşacak. Orası neyse burası da öyle. Başbakan daha beş altı ay önce Dersimde yapılanlar katliamdır dedi. O zaman bunu yapanlar haklı ölenler şakiydi. Ne oldu da şimdi ölenler haklı, yapanlar haksız oldu. Gerçek nerede duruyor. Bunun yıllar geçtikçe bir tartısı mı var acaba. Valla oğlum bize yapılan zulüm bitmedikçe bu savaş da bitmez.” Fidan Ana okuma – yazması olmayan birisiydi ama anlattığı şeyler deyim yerindeyse modernizmin eleştirisiydi. Görüştüğümüz birçok ailenin dağa giden çocuklarından gururla söz etmeleri ilginçti. Bazı ailelerin birkaç çocuğunun gitmesiyle ilgili kıyaslamalar yaparlarken, onların yaşadıklarının yanında bizimkinin lafı bile edilmez gibi yanıtlarla karşılaştık. Fidan Ananın kızının dağa gidiş nedenlerini sorduğumuzda, bu tür eğilimlerin onların hafızasında tarihsel bir bellek oluşturduğunu söylersek yanlış söylemiş olmayız sanırım. Kızının dağa gitmesini istemediğini anlatırken bunu bir suçluluk duygusuyla tarif ediyordu. Kocam bilgili bir insandı. Kızım 1994 yılında dağa çıktı. Oğlum sakattı. Gitmek istedi ama kabul etmediler. Niye yalan söyleyeyim babası gitmesini istiyordu ama ben istemiyordum. Görücüleri gelmişti. Gitmesin diye evlenmesi için çok ısrar ettim. Kabul etmedi. Kızımın dağa gitmesini hızlandıran şey babası ve abisinin sürekli gözaltına alınmasıydı. 1988- 1999’da babası gözaltına alındı.
O zamanlar durumumuz iyiydi. Belediyede fiş kontrolörü olarak çalışıyordu. Altı çocuğumuz vardı. Affedersiniz siz de çocuğum yerindesiniz. Hamileydim. Gece iki civarıydı. Kapımız çalındı polisler tarafından. Ev didik didik arandı. Bir şey de bulamadılar. O gün ekmek paramız bile yoktu. Sabah bakkaldan borçla ekmek almıştım, unutmuyorum. Suçu ne? Nereye götürüyorsunuz diye sorduğumda,’’İfadesini alıp bırakacağız.’’dediler. Tam dört ay içerde kaldı. Bir suç da bulamadılar. Sonra da işinden kovuldu. Ne bileyim çok çektik. Kızım 19 yaşındaydı. Vuruldu mu hayatta mı bilmiyorum. Yedi ay sonra kapımız çalındı. Kim o diye sorduğumuzda, ‘polis’ dediler. İçeri girdiklerinde polislerden biri: ‘Orospunun anası da orospudur, kızınız öldürülmüş gidin cenazesini alın.’ dediler. Sormadık, peşine düşmedik. Askerler de evlat, onlar da ana kuzusu. Ama ölen kim. Hepsi fakir fukara çocuğu. Kızını biz vurduk dedikten sonra, yalan olmasın on beş ya da yirmi gün sonra, gündüz saatiydi. Kapımız çalındı. Küçük kızım gitti kapıyı açmaya. Kapı açılır açılmaz sürüyle içeri girdiler. Misafirim de vardı. ‘Bahçede silah saklamışsınız.’ dediler. Bahçeyi kazmaya başladılar. Buzdolabı yoktu o zamanlar, kışlık peynirimizi toprağa gömmüştük. Onu bulup çıkardılar. Bidonları parçalayıp sağa sola savurdular. Bir şey bulamayınca ille silahları çıkaracaksınız diye dövmeye başladılar. Polislerden biri, asmayı bağladığımız sicimi çıkardı.
Hiç unutmuyorum aylardan 28 Kasım’dı. Beni odaya koyup yoruluncaya kadar o sicimle dövdüler. Ev talan edildi. Ardından sakat oğlumu alıp götürdüler. İki yıl Konya Cezaevi’nde kaldı. Oğlumun fikirleri elbette vardı ama siyasetle bir ilişkisi yoktu. Bu insana revamıdır oğlum. Onlar ne kadar Türk’se, ben de o kadar Kürdüm. Allaha şükür Müslümanız. Biz Müslümanlığı onlardan öğrenmedik. Bizim inancımızın gösterisi yok. Biz kalbimizle inanıyoruz. Allah bir barış, sıhhat, adalet getirsin. Beş vakit namaz üzerimizde dua ediyoruz. Anaların yüreği yanmasın. Kim ister ki? Ama isteyen var. İstemeseler bu kan dururdu. Bize terörist diyorlar. Yıllarca terör estirenler kimlerdi? Binlerce faili meçhul cinayet var. Onları ben mi yaptım(!) Gençlere kan ağlattılar. Çoğu ölüm korkusu yüzünden dağa gitti. Oğlum 2006 yılında vefat etti. Hatırlıyor musunuz, bazı gazetelerde bir gerillanın kesilmiş başı ve bedenine basılmış halde çekilen bir fotoğraf yayımlandı. Çok etkilenmişti oğlum. Çocuk gibi oturup hüngür hüngür ağladı. Oğlum o günün gecesinde vefat etti. Bu dünyada kimse Kürtler kadar çekmedi. Allah sonumuzu hayretsin. Fidan Anaya sorduğumuz sorulardan biri de: “Kazanacağınıza inanıyor musunuz olmuştu.’’ Verdiği cevap ilginçti. “Biz kazandık zaten. Daha ne kaldı. Kendi dilimizden söylenmiş ‘Stran’ kasetlerini toprağın altına gömüyorduk. Şimdi her yerde stranlarımız (şarkı) söyleniyor. Televizyonlarda dahi dinliyoruz artık.
Gazetelerimiz var, kitaplarımız her yerde satılıyor. Ne kaldı geriye.’’ Kürtlerin Apo’yu neden bu kadar sevdiklerini sorduğumuzdaysa filozofça bir cevap vermişti Fidan Ana. “Biz kördük, Apo bize göz verdi. Biz sağırdık, kulak verdi. İnsan birini durup dururken sevmez. Ben onu bana bunları verdiği için seviyorum. O bize insanlığın yolunu gösterdi. Apo’yu değil kendimizi seviyoruz. Sen bu gözü niçin seversin? Onu gördüğü için seversin. İnsan birini severken aslında kendisini sever. Kimse yalan söylemesin. Bundan önce de Kürt isyanları oldu. Şeyh Sait yapmadı mı, Şeyh Abdurraman yapmadı mı, Ali Rıza yapmadı mı, yaptı. Ama kimse bunun kadar peşine düşmedi. O zamanlar gazete, televizyon yoktu. Akıl veren yoktu. Şeyhler, ağalar çocuklarını Avrupalarda okutuyordu. Fakir çocuklara da okuyup da kâfir mi olacaksınız diyorlardı. Şimdi zaman değişti. O zamanlar haksız yere birisi öldürülse, üstü kapatılıyordu. Ama şimdi bir kedi ölse haberi veriliyor. Ömrümün sonuna kadar da bu davanın içinde olacağım. Siz gittikten sonra da, biliyorsunuz bugün arife şahadete kavuşmuş şehitleri ziyaret edeceğim…
Kasım 2012 Adana
MÜRSEL YILDIZ & İBRAHİM ALP
YORUM GÖNDER