SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (67.BÖLÜM)
İsa’yla gelişen Hıristiyanlık geleneği, özünde resmi İbrani geleneğinden, yoksul kesimler adına bir kopuşun ifadesi olarak ortaya çıkar. Toplumsal farklılaşmanın, geleneğin ezilenler adına yorumuyla yeni dönemin umudu, kurtuluş iradesi, inancı ve ahlak tarzı olarak şekillenmesi ve yeni ideolojik kimlik (Ahdi-Cedit) olarak varlık kazanmasıdır. Elohim, İsa’nın konuştuğu söylenen Asurice’den, dönem dili olan Aramice’ye geçerek, Rabb olarak ad değiştirmektedir. Elohim, Rabb olmuştur. Sözlük anlamı “Efendi” dir. Sümer ve ardıllarında tanrı kav ramı çoğunlukla “ Efendi ” anlamındadır. Yükselen sınıfı temsil ettiği açıktır. Hizmetçi duruma düşürülmüş insanlara da “ kul ” denildiği, bununla da ezilen ve sömürülen sınıfların kastedildiği çok açıktır. İsa’nın Allah kavramına, ezilenler adına başta rahmet, kurtuluş, lütuf, inayet, kardeşlik, barış, adalet, sevgi gibi ahlaki yanı ağır basan özellikler yüklediği çok iyi bilinmektedir.
Ezilen toplulukların yeni ideolojik kimliği olarak Rabb, bu kavramlarla güçlendirilmekte ve yeni tarihi hamlenin güç kaynağına, enerji deposuna dönüştürülmektedir. Rabbın çocukları olarak, başta oğlu İsa olmak üzere, Hıristiyanlar yeni kutsanmış bir topluluktur. Rabbları onları en zor koşullarda koruyacak, yardımını esirg emeyecektir. Bundan sonra tüm dualar ona yapılacaktır. O da umutları gerçekleşinceye kadar hep onlarla olacaktir. Toplumların soyut kavramları geliştirmesine, bununla güçlenme, gelişme ve dönüşmenin sağlanmasına çarpıcı bir tarihsel örnekle bir kez daha rastlıyoruz.
İdeolojinin gücünün ekonomik ve sosyal gelişmeden kopuk olamayacağını, bir diğeri olmaksızın gelişmenin imkansızlığını, bazen ideolojinin tayin edici öncü rol oynadığını kanıtlayan, çağ belirleyen örneklerden biridir bu. Daha sonra Hıristiyanlık adına Paul’un katkılarından Protestanların yeniliklerine kadar, feodal çağın oluşumundaki rolünden, kapitalizmin doğuşu ve gelişimi üzerindeki etki ve tepkisine kadar, nasıl muazzam gelişmelerin, değişim ve dönüşümlerin yaşandığı, tarihte adım adım izlenebilmektedir. Şunu önemle vurgulamak istiyorum: Kavramlara yüklenen umutlar, inançlar ve düşüncelere doğru bağlı kalınır, gereklerine uygun yaşanır ve öngördükleri eylemselleştirilirse, eğer çağ ve gündemle çelişmiyorsa, tersine ilerletilmesine yönelikse, muazzam gelişmelere götürmekte; tersi konumda ise gericiliğe, durgunluğa ve çöküşe hizmet etmektedir. Büyük kavramların dili, özünde olduğu gibi çözümlenmesi, bu gelişmeler nedeniyle hep önem taşımıştır. Büyük ideologların, inanç sahiplerinin eksilmeyen rol ve önemleri de bu gerçeklikten kaynaklanmaktadır.
Hz. Muhammed’in Rabbine (karışıklık olmaması için: Rabb daha çok Asuri-Süryani kökenli bir kavram iken, Allah İbrani kökenli bir kavram olup aynı anlama gelmektedir) yüklediği anlamlar daha da büyük önem taşımaktadır. Aslında İbrani ve Süryani geleneğin yüklediği kavramları önemli oranda benimsemiştir. Bu kavramların arkasında Sümer, Mısır ve biraz da Aryen varlıkların yattığını hiç unutmayalım. Fakat daha önemli olan, M.S 5. yüzyıldan itibaren yoğunlaşan feodal ekonomi ve toplum ilişkilerinin yol açtığı zihinsel ve ruhsal değişime cevap olabilmek için, kendini en ideal biçimde hazırlaması ve yoğunlaştırmasıdır. Hz. Muhammed’in kendisi yeni yükselecek çağın en gelişmiş zihni ve ruhu olarak, olağanüstü bir yoğunlaşmayı ifade etmektedir. Ağzından her ayet çıktığında titremesi, terlemesi, aslında ne kadar büyük bir çabayla yoğunlaştığını göstermektedir. Hz. Muhammed bu durumlarda baştan ayağa bir kavram yoğunlaşması, yeni ideolojik kimlik olarak şekil kazanması ve somutlaşan sosyal varlık olarak ahlaki davranış bütünlüğü demektir. En büyük devrimi, yeni kavramları zihin, ruh ve irade yapısına yükleyerek kendinde gerçekleştirmektir.
Ayet ve sünnetin birinci ve ikinci dereceden önem sırasına göre açıklanması, yeni insan ve toplumun yaratılması olarak değerlendirilmelidir. Bütün peygamberler en temel kavram olarak Allah’la ilgili, ona yüklem yaparak ve karşılığında güç olarak eylemlerini yürütmüşlerdir. Toplumun en temel özelliği olan ticaret, burada tam bir ilahi mantık kazanmakta, “Ne kadar Allah’ına verirsen, yani ne kadar du - anı, ibadetini, kurbanını sunarsan, karşılığını o kadar tam alırsın” formülüne, dini kuralına dönüşmektedir. Şunu hiç unutmamak gerekir: Tek tanrılı dinlerin, genel olarak ve özelde İbrahim’in atalığına dayanan Allah biçimleri, ticaret toplumuyla yakından bağlantılıdır. Ticaret tarım toplumuna göre daha ileri toplumsal süreçleri zorlamakta, kent toplumuna, dolayısıyla devlete yol açmaktadır. Devletin doğuşuyla ilahların yükselişi arasındaki ilişkiyi doğru kurduğumuzda, neden zihni süreçlerin daha ileri bir aşamasına denk düştüğünü de daha iyi anlarız. Bu gelenekle, özellikle İbrani toplulukları haşır neşir olmuşlardır. Allahlarını ne kadar güçlendiriyorlarsa, o kadar güç alıyorlar, güçleniyorlar.
Mükemmel bir formül kurulmuş veya bulunmuştur. Allah’ın ne kadar güçlüyse, sen de o kadar güçlüsün. Allah’ını yok et, kendini de yok etmiş olursun. Allah’ını şaşırt, kendini de şaşırtmış olursun. Sümer tanrıçası İnanna’nın elinden kendi öz değerlerini, neolitik toplumda yarattığı ne kadar değer varsa hepsini alan sınıflı Sümer toplumu ve onun akıllı, kurnaz erkek tanrısı Enki, aslında böylece toplumdaki kadın cinsinden varını yoğunu almaktadır. Enki’nin Uruk’tan Eridu’ya şanlı gidiş ve başarılı dönüşünü ifade eden, tamı tamına 104 kadar “Me” sini, yasasını geri alarak Uruk’a dönüşünü dile getiren mitolojik destanın en unutulmaz destanlardan biri olması boşuna ve tesadüfi değildir. Bu, tanrı ve tanrıçalar arasında, toplumda yaşananın bir yansıması olarak cereyan eden ilişki ve çelişkilerin nasıl bir alışverişe ve çatışmaya yol açtığının mitolojik, dinsel ve edebi anlatımıdır. Sümer edebiyatçılarının bu şahane işine ve başarılarına şaşmamak ve hayran kalmamak elde değildir. Aslında edebiyatın da özü budur. Hz. Muhammed, İslamiyet’le birlikte Allah kavramına ağırlıklı olarak devrimin politik ve askeri niteliğini çağrıştıran sıfatlar eklemiştir. Musa’nın daha çok sosyal terbiye ve yönetimle ilgili sıfatlarına, İsa kurtarıcılık, lütuf, sevgi, adalet gibi ahlaki yanı ön plana çıkan sıfatları yüklemiştir. Kahhar, hakim, malik gibi sıfatlar İslamiyet’le birlikte eklenen askeri ve politik özelliklerdir. Ezel, ebed, yaratılmamışlık, şahdamarından daha yakınlık, Grek felsefi düşüncesinin, özellikle Eflatun ve Aristo felsefesinin etkilerini yansıtan teolojik kavramlardır.
Felsefenin İslamiyet’in doğuşu üzerinde etkisi büyüktür. Hıristiyanlığa göre felsefi etkinin daha doğuşundaki yansıması, Grek klasiklerini erkenden elde eden Nestori rahiplerinin Hz. Muhammed’le ilişkilerine bağlanabilir. Maddi zemin olarak, dönem toplumunun karmaşık ekonomik ve sosyal ilişki düzeyleriyle felsefi düşüncenin Ortadoğu’da yaygınlaşması, Kuran’ın inanç ve ahlakı ilgilendiren ayetleri dışında çok sayıda felsefi düşünceyi barındıran ayetleri içermesinde etkili olmuştur. Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedit’in inanç ve ahlak ağırlıklı bir içerikte olmalarına karşılık, Kuran’ın felsefi içerikli düşünsel yapısı önemli bir boyut taşımaktadır. Hz. Muhammed’in kendini Allah’ın son elçisi olarak ilan etmesi, üzerinde daha önemle durulmayı gerektiren bir husustur. Dinsel açıdan en önemli, reform niteliğinde bir yaklaşımdır. Peygamberlik çağına kendi eliyle son vermektedir. Bu durum Marx’ın sosyalizmle devletli uygarlık çağına son vermesine çok benzemektedir. Devlete gereksinim olmadan yönetim nasıl ki olgunlaşmış, rasyonel, anlamsız sınıf ve tabakalardan kurtulmuş toplumların ilişki düzeylerini gerektiriyorsa, peygambersiz toplumların da benzer bir olgunluk ve özgürlük düzeyine ulaştığı varsayılmaktadır.
Kendi özgür iradesiyle yönetim gücüne kavuşan toplumların, insanlığın peygamberlere ihtiyacı olmayacağı öngörülmektedir. Bu anlamıyla İslamiyet’in kendisi din çağına son vermektedir. Daha doğrusu dinden felsefe çağına geçişin son evrensel dini biçimi olmaktadır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER