HAKİKAT PENCERESİNDEN KADRO (3.BÖLÜM)
PKK kadrosu kendi gücüne güvensin ve katıldığı Önderlik gerçeğine göre davranabilsin. Bunun için ... Kendinden Kaçış; Kendimizi çözüm gücü haline getirmememizin bir sonucu olarak fazlasıyla sorunlardan kaçan kişilikleriz. Hem kendi sorunlarımızdan kaçıyoruz hem de örgütsel sorunlarımızdan. Aslında bazı açılardan çok da cesur ve güçlü insanlar değiliz. Kendimizi çözüm gücü haline getiremediğimizden hep kaçak haldeyiz. Mücadelemiz kaçaktır. Herkes kendisinde kimi zayıflıklar ve eksiklikler tespit ediyor, ama aynı zamanda kimi olumlu şeyler de tespit ediyor. Aslında herkes kimi eksikliklerinin olduğunu bildiğinden bunlar üzerinde durmak gerektiğini biliyor, bu zayıflıkların var olan enerjiyi boşa harcamaya sebep olduğunu biliyor, parçaladığını görüyor, ama aynı zamanda kendisini biraz yeterli ve başarılı gördüğünden bunlar üzerine gitmek de zorlaşıyor. Bu da kaçış kişiliğinin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Hâlbuki Önderlik tarzında bu yoktur. Bizde ‘aman sorun çıkmasın da ne oluyorsa olsun’ yaklaşımı hakimdir. Önderlik sorunların çıkmadığı günler canının sıkıldığını belirtiyor. Sorunların çıkmasından kaçmadığından, onların üzerine üzerine gittiğinden her sorun özünde Önderliğimizi güçlendiriyor. Zaten o nedenledir ki Nietzche ile ortaklaşarak ‘beni öldürmeyen şey beni güçlendirir’ demektedir. Çözdüğü her sorunla yapısını, toplumunu eğitiyor, güçlendiriyor. Sorunlarımızın üzerine gitmekten ürktüğümüzden, bu noktada ürkek hatta korkak yaklaştığımızdan, bizim açımızdan her sorun bir eğitim olmuyor, ortamlarımız sorunlarını çözerek büyüyen ortamlar olmuyor. Bir taraftan ‘beni öldürmeyen şey beni güçlendirir’ söylemi ve buna göre pratikleşen bir Önderlik gerçeği, diğer yandan da kendinden ve sorunlardan kaçan bir kadrosal duruş. İdare ediyoruz, dengeler oluşturuyoruz, göz yumuyoruz, ses çıkarmıyoruz, liberalleşiyoruz… Dikkat edelim tüm bunlar korkak-ürkek kişilik özellikleridir. Kaçış kişiliğinin dışavurumlarıdır. Hesaplarını daha çok da kendisine dair yapan bir duruştan kaynaklanmaktadır, tüm bunlar. Hâlbuki daha derinlemesine düşünüldüğünde tüm bunların ne yapacağını, nasıl sonuçlar üreteceğini, insanı nereye götüreceğini ele almak ve ona göre tutum belirlemek gerekir. Bu halle potansiyelimi ne kadar açığa çıkarabilirim, yoldaşım bu halde benden ne kadar yararlanabilir, toplumsallığımız ne kadar gelişebilir vb soruların derinlemesine ele alışı olmazsa, mevcut olanın idare edilmesi esas alınırsa, o halde Önderlik felsefesine, aynı anlama gelmek üzere hakikate göre davranmış olmayız. Halbuki hakikat de insana üzerine gidersen çözersin, diyor. PKK’de de sorunların üzerine gitmek ve onları her yönüyle ele alarak çözmek tarzdır. Sorunlara çözüm gücü olmak tarzdır, radikallik tarzdır, sorunların kökünü kazımak tarzdır; yumuşatmak, ertelemek, liberalize etmek ve bunun üzerine dengeler oluşturmak bizim tarzımız olamaz. Bizler sosyal demokratlar gibi yaklaşamayız. Biz yemeyi ve içmeyi bile ideolojik olarak ele alacak denli keskin ve radikal bir hareketiz. Bu radikalliği ve kriterleri hakikatin peşinde olanlar olarak her şeyden önce de kendimize vurmak durumundayız. Bu çerçevede bizler sorunlardan kaçan insanlar olmamalıyız, olamayız, ama bu, en temel karakteristik özelliğimiz olmuş haldedir. Bunun da temel nedeni bizim kendi gerçekliğimizden kaçmamızdır. Kaçışı en çok da kendimize karşı geliştiriyoruz. Kendisine karşı korkak olan herkese karşı da korkaktır, kendisine karşı cesur olan herkese karşı da cesurdur. Sorunların üstünü örtmeye çalışan özünde kendi eksikliklerinin üstünü örtmeye çalışandır. Etrafa liberal yaklaşan kendisine karşı liberal yaklaşandır. Böylesi tiplerin kendi sorunlarının açığa çıkmasını engelleme çabaları belirgindir. Bu tipler riski göze almaya yanaşmazlar. Bu nedenle de kadrolar olarak bizlere en fazla gerekli olan radikalliktir. Radikallikten de kasıt sistemdışılıktır. İnsanı hakikatten uzaklaştıran her türden bireyci ve bencil yaklaşımdan, dolayısıyla devletçi paradigmadan gerçek bir kopuşu sağlamaktır. Çilecilik Kaçış felsefesiyle bağlantılı olarak çileci felsefe de bizde hakimdir. Bilindiği gibi çileci felsefe mevcut olanı kabullenmeme, beğenmeme ama onu değiştirme gücünü gösteremediğinden de başını alıp gitmedir. Değiştiremediğinde benzeşmemek için mevcut olandan kaçma çileci felsefenin temel çıkış noktasıdır. Bunun örneklerini bir ölçüde Yunanistan’daki Kiniklerde, bir ölçüde Hindistan’daki Upanişadlarda ve daha pek çok örnekte görmekteyiz. Bizde de çilecilik bir duruş ve ruh hali olarak bilinçli-bilinçsiz etkili olmaktadır. Girdiğimiz bir ortamda veya bir kişi karşısında yolunda gitmeyen şeylerin olduğunu gördüğümüzde, mücadele tarzımız birkaç eleştiriyle veya birkaç söylemle her şeyin düzelmesini bekleme oluyor. Sonuçta istediğimiz değişiklikler gerçekleşmeyince, bu defa küsüp daralıyor ve kendimizi bir köşeye çekiyoruz. Sonrasında da fazlasıyla yakınıyor ve şikâyet ediyoruz. İşte bu kaçış felsefesine bağlı olarak gelişen çileci felsefedir. Mevcut olana teslim olma anlamına geliyor bu tutum. Mücadeleci, ölçü sahibi ve her koşulda çizgi mücadelesi yürüten bir duruş söz konusu değildir. Bu duruşta çizgi temsiliyeti, çizgi savaşçılığı yapmak yoktur. Pek çoğumuz da yöntemsiz işe girişiyoruz, elimize yüzümüze bulaştırıyoruz. Hâlbuki Önderliğimizde yöntem zenginliği vardır. Hatta Önderlik bunu ‘ben artist gibiyim,’ biçiminde formülleştirmiştir. Yani herkese özgü bir politikası mevcuttur Önderliğin. Bizde ise ak-kara mantığı ve buna bağlı gelişen yöntemsizlik temel tarz oluyor. Herkese kadına, erkeğe, gence, yaşlıya, kadroya, halka vb aynı yaklaşıyoruz. Bunun temel nedeni yüzeyselliktir ve bu yüzeyselliğin çizgiye uygun sonuç alması mümkün değildir. Çok yönlü olmak, herkesin özgünlüğünü gözetmek, liberalizm veya ilkesizlik değildir. Ya da tersinden tek yönlülük radikallik ve çizgi mücadeleciliği değildir. Çok yönlülük tam da çizgi temelinde bir duruş anlamına gelir. Burada esas olan amaçta taviz vermemektir, amaç doğrultusunda herkesin dilinden anlayabilmek ve herkesi ona çekebilmektir. Sekterizm ile radikalliği tam da bu noktada karıştırmamak gerekir. Sekterizmin sonuç aldığı pek görülmez, yüzeyseldir, farklılığı gözetmez, tekdüzelik vardır, sekterizmde. Kaynağında at gözlüğüyle yaşama bakma vardır. Mattır, yaşamın ve oluşun dilinden uzaktır, ona yabancıdır. Radikallik ise amaç doğrultusunda hareket etme ve sonuç almadır. Bazen tatlı bir dille, bazen bir bakışla, bazen de sert bir söylemle sonuç almaktır, radikallik. Radikallikte oluşun dilini, farklılığı gözetmek ve ona göre davranmak vardır. Sonuç alıcı oluşu da zaten buradan kaynağını alır. Bir şey ne kadar oluşun diline aynı anlama gelmek üzere özüne, yani doğasına uygun olursa o şeyin sonuç alıcı oluşu da o kadar mümkün olur. Kendini Ölüme Yatırma Ölüm felsefesi de kaçış felsefesinin bir başka görünümüdür. Değişime dönüşüme olan inanç yitirildi mi, yaşamda da artık tahammül sınırlarını zorlayan şeyler oldu mu ortaya umutsuzluk çıkar ki bunun da götürdüğü, götüreceği nokta kendini ölüme yatırmadır. “Acaba her zaman böyle mi olacak, acaba hiçbir şey değişmeyecek mi, acaba halk olarak hep böyle itilip kakılacak mıyız?” vb söylemlerin götüreceği yer, umutsuzluk ve karamsarlıktır. Bu psikoloji eğer düşmana götürmezse, bir an önce onurluca bir ölümün tercih edilmesine yöneltir. Genelleştirmemek kaydıyla kimi eylemlerin altında yatanın bu psikoloji olduğunu söylemek mümkündür. Yanı sıra içinde ölümün olduğu bir eylem tarzını esas alma vardır. Fedaice olan ruhu sadece tek bir eylem için kullanmak vardır. Halbuki fedaice olan ruhu yaşamın tümüne yaymaktır asıl olan, gerekli olan da budur. Yaşamı fedaice yaşamak ve savunmaktır asıl fedailik. Yaşamda tıkanma olduğundan, çözüm gücü olunamadığından bu zorlu yaşamdan bir an önce göçmek tercih edilen yol olabilmektedir. Artık ağır gelmekte olan, katlanılamayan bu yaşamın terk edilmesi tercih edilmektedir. Hâlbuki bizler “İnsan yaşamı hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir. Yaşamın kendisi büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe, zindanda da olsa, yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz.” diyen bir önderliğin militanlarıyız. Yaşam felsefemiz de katıldığımızı söylediğimiz Önderliğimizin yaşam felsefesine uygun olmak durumundadır. Ama yaşamı terk etme eğiliminin altında yatan temel neden kendisini yaşamda etkisiz, güçsüz ve değersiz görmedir. Bu üç kavram da insan hakikatiyle alakasızdır. İnsanın istemesi halinde her şeye kadir bir varlık olduğunu, bırakalım insan gibi en yetkin bir varlığı, her şeyin her an birbirine etki ettiğini ve doğanın tüm bileşenlerinin kendi biricikliği içinde değerli olduğunu tüm büyük öğretiler ve bugünün bilimi söylemektedir. İnsanın gücünü, duruşunu öyle etkisiz bir şey olarak ele almak en hakikat dışı bir ele alıştır. Yaşamı çekilmez kılan da zaten bu algıdır. Halbuki insanın kendisini örgütlemesi halinde ne kadar etkili olabileceğini en iyi Önderliğimizin duruşunda görmekteyiz. Bu noktalara yoğunlaşmak, içimizdeki potansiyeli açığa çıkarmak yerine, daha fazla mevcut olana teslim olmayı, kendimizi etkisizleştirmeyi esas alıyor, çoğu zaman da bu olumsuz ruh halimizi daha da derinleştirme anlamında kendi kendimizi ajite ediyoruz. Bu ruh halinin götüreceği yer mevcut yaşamı terk etmektir, diğer bir deyişle onurluca bir ölümü seçmektir. Eğer zorluklardan kaçış, yaşanmaz hale getirilen yaşam karşısında pessetme esas alınsaydı, bu hareketin ve çizginin bugünlere gelemeyeceği kesindir. Bir an için bile olsa Önderliğimizin bizim gibi hareket ettiğini düşünelim. O zaman bu hareket ve mücadele olabilir miydi? Hayır, mümkün olamazdı. Çünkü çıkış yapmamak, özgürlük mücadelesine girişmemek için her türden bahane ve gerekçe varken, insanın kendisini dayandırabileceği tek bir dayanak bile yoktu. Yukarıda Önderliğimizin Kürtlerin kendilerine ihanet ettiklerini söylediğini hatırlayalım. Önderliğimiz insanın güçlü olduğunu ve bunun işlenmesi halinde büyük bir patlama yapabileceğini biliyor, buna inanıyor ve yaşamını da bu temelde örgütleyerek bu gücü açığa çıkarmaya çalışıyor. Sonuçta bitti denilen halktan yepyeni ve yaşam dolu bir halk ortaya çıkabiliyor. Ve önemli ölçüde çıkmıştır da. Belleksizlik Belleksizlik hem toplumsal hem örgütsel hem de kişisel gerçekliğimizde görülen en temel hususlardan biridir. Bizde belleksizlik hakimdir, olanı çok erkenden unutma gibi bir hastalığımız vardır. Hâlbuki yaşamın dili öyle değildir. Yaşamın dilinde uçup giden, unutulan hiçbir şey yoktur. Öncesi olunmadan mevcut olanın olamayacağı gerçeği, belleğin evrimin en temel bir unsuru olduğunu gösterir. Bu yönüyle bellek oluşturma, bellekli yaşam en hakiki bir olgudur. Öncemiz bizim kendimiziz, o olmazsa biz olmazdık, aynı zamanda gelecek de bugünden oluşturulmaktadır, dolayısıyla gelecek de yine biziz. Bu sadece insan türü için değil tüm oluş için geçerli bir husustur. An, geçmiş ve gelecek arasında köprüdür. Bu yönüyle andaki ne geçmişten ne de gelecekten kopuktur. Doğanın böyle işleyen mükemmel bir belleği vardır. Tarih bu anlamıyla belleğin ta kendisidir. Hepimize kendimizi bilmemiz için bir tarihsel-toplumsal bellek gerekir. Oluşu, bağlantılı olarak kendimizi anlamamız ancak böyle mümkün olabilir. Eğer kendini bilmek tüm bilmelerin temeliyse, kendini bilmenin yolu da tüm önceyi bilmekten geçer. Öncesi bilinmeyen şeyin anı da bilinemez ve dolayısıyla geleceği de doğru temeller üzerinde inşa edilemez. Bu yönüyle olumluluk ve olumsuzluklarıyla önceyi bilmek kesinlikle gereklidir. Örneğin peygamberlik geleneği, Marksizm ve versiyonları, tüm toplumsal mücadeleler aynı zamanda bizim tarihimizdir ve bizim yerimize de mücadele yürütmüşlerdir. Olumlulukları bizim olumluluklarımız, hataları bizim hatalarımızdır. Bizim yapacağımız şey onların temsil ettiği değerlere kendimizi dayandırmak ve yaptıkları hatalara düşmemektir. Eğer bu yapılmazsa hem tarihsiz, dayanaksız dolayısıyla da güçsüz kalınır hem de ders çıkarılmaz. Sonuçta ortaya çıkacak olan da toplum adına bir kendini tekrar olur. Tarih fazlasıyla ispatlamıştır ki egemenlerin yürüdüğü patikalardan ezilenlerin yani toplumun istemlerinin yaşam bulduğu mekânlara varmak imkânsızdır. Bizden öncekiler bizim yerimize bunu zaten denediler, ama başarılı olamadılar. Bu durumda bizim de onların yaptığını tekrarlamamız yanlış olur ve onların amaçlarının gerçekleşmesine hizmet etmez. Tarihsel topluma dair bir bellek oluşmadığından içimizde hala “onlar bozuldu ve sistemiçileşti diye, devletleşirsek biz de mi bozulacağız” söylemleri yer yer dillendiriliyor. Bunu söyleten belleksizliktir yani herkesin ille de kafasını taşa vurması gerektiği şeklindeki dar algıdır. Yani toplum adına hareket edenlerin tümünün aynı hataları tekrarlaması zorunlu değildir, bunu yapmaya mecbur değiliz. Yeter ki bir olduğumuzun bilincinde olalım. Böyle olabilmek için de bencillikten kurtulmak gerekir. Yani kendisinin herkes, herkesin de kendisi olduğunu bilebilmekle bağlantılı bir husustur. Çünkü gerçek bütündür. Aynı formülasyonu bu defa örgütsel gerçekliğimize de uygulayabiliriz. Örgütsel gerçekliğimize dair bir belleğimiz olmalı ki olumluluk ve olumsuzluklarımızdan gerekli gücü alalım, dersleri çıkaralım. Bellek oluşturabilme kabiliyetinde olan topluluklar, örgütler unutmayan ve gelişen toplumlardır. Nasıl ki bir eyleme giderken, bir mevzi kazarken, Amerika’yı yeniden keşfeder gibi davranmıyorsak, böyle davranmamız abes kaçarsa, olumsuzluklardan da dersler çıkarmamız yerinde olandır. Bu herkesin hareket adına yapılan her şeyi sanki bizzat kendisi yapmış gibi bir algıyı gerektirir. Bizden öncekilerin yaptıkları, hareketin tarihi ve bugünü bizim belleğimiz oluyor. Bir örgütsel belleğimiz olmalıdır ki birilerinin bizim yerimize yaptığı şeyleri tekrarlamayalım. Birbirimizin yerine de yaşadığımız bilinci bizde olmalı ki birbirimizden beslenebilelim. Örneğin Xakurkê ve Çelê olayları tam da bu anlama gelmektedir. Xakurkê şehadetlerinin temelinde düşmanı ciddiye almayan, ne yaptığının farkından olmayan ve gerillanın en asgari şeylerini bile uygulamayan bir tarz yatmaktaydı. Bu tarzın hareketimizin son yıllarda aldığı en büyük darbelerden birini bize yaşattığı bilinmektedir. Yaşanan kayıplara verilen cevap Çelê operasyonu oldu ve gerçek anlamda düşmanı sarstı. Düşmanı dize getiren bir operasyondu. Bununla hareket yepyeni bir süreç başlatıyordu ve yaşanan şehadetler ancak böylesi bir operasyonla ilan edilebiliyordu. Peki, sonuçta ne oldu? Otuz altı arkadaş Xakurkê’de darbe yememize neden olan tarzın kendini tekrar etmesi nedeniyle şehit oldu. Tam da bir nebze de olsa yoldaşlarımızın intikamını aldık derken, yaşanan kayıplar daha da sarsıcı oldu. Ve biliniyor bu 2011 yılının çok zorlu ve acılı geçmesinde belirleyici oldu. Düşmanda tasfiye edilebileceğimiz yönünde büyük umutlar oluşturdu. Peki, bu neden böyle oldu? Çünkü Xakurkê Çelê için ders olmadı, Çelê Xakurkê tarzını kendi tarzı ve oranın sorununu kendi sorunu olarak görmedi. Yaşananları kendilerinin dışında ve sanki sadece Xakurkê’nin işiymiş gibi gördüler. Bu nedenle de aynısını tekrarladılar ve daha büyük kayıplar verdik. Bu kendini her şeyin merkezine koyarak düşünmenin, özünde de bencilliğin bir dışavurumudur. Bir olma yoktur, parçalı hareket etme vardır bu duruşta. Bu örtük olarak herkesin sadece kendi anını yaşadığı şeklindeki postmodern anlayışın bir ispatlanması oluyor. Çünkü kimse kimseyi yaşamıyor, herkes sadece kendi anını yaşıyor, kendi anını yaratıyor. Sanki sadece kendimiziz gibi bir algı vardır. Bu yanlıştır ve kendini tekrarın asıl nedenidir. Bağlantılı olarak bize gerekli olan bir de kişisel bellektir. Bu konuda sorunlu olduğumuz açıktır. Aynı özeleştiriyi onlarca kez vermek ne anlama gelir? Aynı konuda onlarca kez eksiklik yaşadığımız, pişmanlık duyduğumuz az görülen hususlar değildir. Halbuki sadece bir defa o eksiklik üzerinde odaklanırsak, enine boyuna o eksikliği masaya yatırır ve gerekli duruşu sergilersek, o eksikliğin bir daha yinelenmesi söz konusu bile olamaz. O eksikli an tüm yönleriyle çözümlenirse, işte o zaman sorunlara bulduğu çözümlerle kendisini büyütebilen bir duruş ortaya çıkar. Ancak biz sorunlarımızla çok ciddi ve köklü bir hesaplaşma içine girmiyoruz, adına özeleştiri dediğimiz ama aslında eksikliğin dile getirilmesinden başka bir anlamı olmayan bir tutumla üzerinde durduğumuzu sanıyoruz, geçiştiriyoruz, ama sonrasında görüyoruz ki aynı sorun tekrarlanıyor. Dikkat edelim, kendi kişisel tarihimize dair de bir bellek oluşturma çabamız yoktur. Çabuk unutuyoruz, kararlaştığımız, kendimize söz verdiğimiz anlar oluyor, ama sonrasında bunları yapan biz değilmişiz gibi davranarak bunları unutuyoruz. Asla yapmayacağım dediğimiz şeyleri bile yapmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Lanet okuduğumuz anları tekrarlamaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Bu şunu göstermektedir ki o lanet okumalar ve kararlaşmalar güçlü değildir, her yönüyle ele almaktan uzak bir kararlaşmadır. Tüm bu nedenlerden dolayı bize en gerekli olan bellek oluşturmadır. Bu sağlam bir tarih bilinci edinmek anlamına da gelir. Belleksizlik, tarihsizliktir ki bu da en hafif haliyle cahil kalmaktır, egemenler tarafından sürü gibi güdülmektir. Doğru pratik ve doğru hayat için gerekli olan doğru teori ancak bellekli, tarihli olunduğunda elde edilebilir. Aksi her hal, düşmanı güçlendirmekten öteye bir sonuç doğurmaz. Parçalılık PKK’ye gelmekle bir tercih yapmış durumdayız, ancak bu doğru bir yaşamı yaşamak için yeterli değildir. PKK içinde de yapılması gerekenler vardır. Bu da doğru yaşamaktır. Doğru yaşam da bütünlüklü bir yaklaşımı gerektiriyor. Parçalılığı kabul etmiyor. Eksikliklerimizle PKK içine geliyoruz ve tüm bunları da PKK içinde yaşatmaya devam ediyoruz. Yapmaktan kendimizi alıkoyamadığımız şeyler bağımlısı olduğumuz şeylerdir ki bunlar hiç de az değildir. Biz neye bağımlıyız, neden özgürlüğe odaklanamıyoruz? Önderliğimiz de en temel sorunumuzun ‘özgürlüğe odaklanamamak’ olduğunu belirtti. ‘Örgütlenmiş madde’ şeklinde de tanımlanan insan gerçekliği karşısında bizim duruşumuz nasıldır? Acaba biz öyle miyiz, acaba enerjimiz örgütlü müdür, yoksa her bir parçası bir yere mi gidiyor? Özcesi ne kadar bütünlüklüyüz, yani bütünüz? Duygularımız, düşüncelerimiz, istemlerimiz vb her biri bir yere gidiyor ve bu durum bizi örgütlü kılmıyor, parçalıyor. Çok fazla parçalıyız, dikkatimiz çok dağınıktır. Enerjimizi odaklayamıyoruz, bu durum da potansiyelimiz olmasına karşın enerjimizi doğru kullanamamamıza neden oluyor. Dikkat edersek meditasyon yapanların, büyük insanların hep enerjilerini kontrol altına alabilenler olduklarını görürüz. Kendimizde bir örgüt kuramamışız, kendimizi canlı kılamamışız. Tüm parçalarımız birbirini tamamlamıyor, duygu ve düşüncelerimiz birbirini tamamlamıyor, istek ve amaçlarımız birbirini tamamlamıyor, teori ve pratiğimiz birbirini tamamlamıyor. Dikkat edelim en çok da parçalılığı eleştiriyor ve bunun hiyerarşik devletçi sistemin en temel işi olduğunu söylüyoruz, ancak kendimizde yaşattığımız da tastamam bir parçalılık oluyor. Her parçalama da bir güçsüzleşme olduğuna göre, güçsüzlüğümüzün asıl kaynağı kendimiz oluyoruz. Hakikat bütün olduğundan her türden parçalama ve parçalılık özünde hakikatten uzaklaşmak anlamına gelir. Bu nedenle insan aslında kendisini asla herhangi bir şeyin – buna örgüt de dahildir- parçası olarak görmemelidir. Doğru olanı insanın kendisini o şeyin kendisi olarak görmesidir. Örneğin kadronun kendisini örgütün bir parçası olarak görmesi yanlıştır. Çünkü kendini örgütün parçası olarak görmek, insanı şuraya götürür: “sen sadece bir parçasın, ağırlığın ve önemin sınırlıdır, hatta belki de yoktur. Sen olmasan da olur, sen rolünü oynamasan da diğerleri oynar ve boşluğu doldurur, örgüt sensiz de yürür…” Bu düşünce insanı sorumsuzluğa, pasifliğe davet eder. Halbuki “ben örgütüm, ben toplumum, hatta ‘Ben benim, ben evrenim, ben öncesi-sonrası, yakını-uzağı olmayan zaman ve mekânım!” demek gerekir. Nirvana, Fenafillah, En’el Hak da aslında bu söylemin farklı şekillerde dillendirilmesi oluyor. Bunların tümü ben’den bir’e geçişin ifadesi olmaktadır. Bugün bilimde yeni bir çığır açan kuantum da ‘temel birlik ilkesi’ (dolanıklık ilkesi) ile tüm farklılık ve çeşitliliğiyle beraber her şeyin özünde ‘bir’ olduğunu ortaya koymakta, bunun deneylerini yapmaktadır. Önderliğimiz bu hakikati “gerçek bütündür” şeklinde ortaya koydu. Bugün bilinen birimlerle ölçülemeyecek denli uzakta olan şeylerin bile birbirini hissedecek ve birbirine etki edecek denli birlikte olduğu görüşü Schrödinger’in deyimiyle kuantumun en temel ilkesi oluyor. Böylesi bir düşüncenin insanı her açıdan daha duyarlı ve sorumluluk sahibi kılacağı açıktır. Bu düşünce beraberinde kendinde dile gelen örgütü, toplumu ve evreni hissetmeyi, onu yaşamayı getirir. Dikkatlice baktığımızda Önderliğimizin duruşunun ve tarzının tamamen bu anlama geldiğini, ben’den bir’e geçtiğini görürüz. Çıkış Yolu Kuşkusuz daha da arttırılabilecek olan bu hususlar bize şunu gösteriyor ki kadrosal duruşumuz Önderliğimizin yaptığı kadro tanımına uygun değil. Zira kadro için yaptığımız tanımlar son derece çarpıcıdır. Kadro için ‘örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikat’ tanımını yapıyoruz. Evrendeki her oluş görünmek ister. Bu aynı anlama gelmek üzere var oluştur, gerçekleşmedir. İddialı bir ideoloji olarak Önderlik çizgisi de toplumsal yaşamda ve kadrosal duruşta kendini görünür kılmak istiyor. Bu anlamıyla kadro ideolojinin başarısının ispatı oluyor. Tüm ideolojiler kadrolarının duruşlarında ne kadar yaşamsal ve mümkün olduklarını göstermek isterler. PKK kadroları da özgürlüğü temsil etmek durumundadırlar. PKK kadrosunun en temel görevi özü itibariyle budur. PKK bir parti olarak demokratik ulus zihniyetinin doğru ve buna uygun bir bedenleşmenin mümkün olduğunu göstermek durumundadır. PKK kadroları da sistemin dışına çıkabilmeyi başarmış, alternatif olabilmiş özgür insanlar olduklarını, bunun mümkün olduğunu ispatlamak durumundadırlar. Bu anlamıyla bir örgüt olarak PKK ve özgür insanlar olarak PKK’nin kadro topluluğu inşa edilmek istenen toplumun ve insanın prototipi olmaktadırlar. Bu rolün de sistemik ve evrensel olduğu açıktır. Bu yönüyle PKK’nin ve onun kadrosunun iddiası çok büyüktür, misyonu ağırdır. Önderliğimiz tarafından örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikat olarak tanımlanan kadro, kendi doğasına uygun yaşayabilen insan demektir. Bu yönüyle de kadro hakikatin ta kendisidir. Hem kişisel hem de örgütsel amaçlarına ulaşabilmesi için de öyle olmak zorundadır. İnsan doğası yani hakikati de ahlak ve politika demektir. Komünal ve toplumsal davranmak, sistemdışı olmak demektir. Bu açıdan PKK’de kadrolaşmak, insanlaşmak ile eştir. Kadro algısı insan hakikati çerçevesinde olduğundan PKK’de ne kadar kadrolaşılırsa, o denli de insan olunur. Bu yönüyle kadrolaşmak ile insanlaşmak aynı şeylerdir. PKK mücadele tarihinde görülmüştür ki başarı da başarısızlık da kadronun duruşu ve performansından kaynağını almıştır. PKK yenilmemiştir, ama henüz amaçlarına ulaşma anlamında zaferle de buluşamamıştır. Mevcut kadrosal duruş, yukarıda belirttiğimiz zihni ve paradigmatik problemlerden dolayı başarı için yetmemektedir. Doğasındaki muazzam güce yeterince dayanmadığından performansı düşük olan kadronun, doğasına uygun bir gerçekleşmeyi yaşaması halinde PKK’nin dünya çapında devrim yapması işten bile değildir. PKK kadrosunun her şeyden önce buna inanması, bu güçte olduğunu, düşmanın da doğadışı ve anormal olması itibariyle özsel olarak zayıf olduğunu bilmesi gerekir. Zaten sistemin küresel çapta yapısal bir krizi yaşıyor oluşu da bunu olanaklı kılmaktadır. Yaşanan bir kaos halidir ve kaos hallerinde küçük girdiler büyük çıktılar yaratma özelliği gösterirler. PKK de bu kaos sürecinde kendi ekonomik, askeri ve siyasal gücünü kat be kat aşabilecek bir devrimi gerçekleştirebilir. Günümüz biliminde buna ‘kelebek etkisi’ denmektedir. Bu bilimsel izahat da bunun mümkün olabileceğini ortaya koymaktadır. Yeter ki PKK kadrosu kendi gücüne güvensin ve katıldığı Önderlik gerçeğine göre davranabilsin. Bunun için de ‘kendini bil!’ ilkesine uygun bir biçimde Önderliğe doğru bir katılım göstersin… XEBAT ANDOK (3.BÖLÜM)
|
YORUM GÖNDER