KLASİK SİYASAL AKIMLAR VE DEMOKRATİK TOPLUMCULUK
Her siyasal düşüncenin bir toplumsal zemini vardır. Belki eleştirebilirsiniz, kabul de etmeyebilirsiniz, ama kendince haklı bir gerekçeye dayanır. Örneğin muhafazak‰rlar geleceğin belirsizliklerinden korkarlar. Var olan korunursa, belirsiz bir gelecekten daha iyi olabilir. Sadece kişisel kaygıların değil, aile, toplum, mülk, cinsiyet, gelenek-görenek vb. yapılanmalarda da bilinmeyene sürüklenmemek iyi olmaz mıydı? En azından değişiklik olacaksa da çok yavaş, çok az ve çok kontrollü olması en uygunu olurdu. O nedenle gelenekselliği ağır basan toplumlar daha fazla muhafazakar siyasetlerle yönetildiler. Muhafazakarlığın en büyük açmazı da yaşamın kendisi oldu. Çünkü yaşam, hep bir çeşitlilik, değişimle iç içe yürüdü. Liberaller, son iki yüzyıla damgasını vurdular. Aslında modernitenin siyasetçileri liberaller oldu. Teknik gelişmeyi de arkalarına alarak, insanlara eşitlik, özgürlük vaadettiler. Ilımlıydılar, yaşamdaki ara renklere denk düşüyorlardı. Toplumsal tabanda da yaygın bir orta sınıf izdüşümü vardı. Fakat moderniteyle herkes tanışmıştı artık. Söz yetmiyordu.
Özgürlük, eşitlik az olup da, söz çok olunca liberaller itibar kaybetmeye başladılar. Bir de tüm eşitlik, özgürlük ve adalet söylemlerine rağmen dünyadaki eşitsizlikler, adaletsizlikler kutuplaşarak büyüyordu. Sağcılık ve solculuk ise ilericilik ve gericilik kavramları etrafında adlandırılsa da, meselenin esası daha değişiktir. Fransız Devrimiyle başlatılan çelişkinin, sanayi devrimi sonrası kutuplaşmayla siyasal yaşama damgasını vurduğu söylenebilse de, kaynağında felsefik, ideolojik ve toplumsal gerekçeleri de barındırır. Nasıl bir ilericilik?.. Gerçekten ileri olan, geri olan neydi? Düşünce mi önce gelirdi, madde mi? Kim düşünceden yana olacaktı, kim maddeden yana? Değişim-dönüşüm ve ilerleme maddenin hareketinde miydi, yoksa düşüncenin hikmetinde mi? Yıllarca bunlar çarpıştırılarak sağ ve sol tanımlara izah getirilmeye çalışıldı. Halbuki her madde düşünen (canlı) bir maddeydi. Madde ile düşünce süreçleri birbirinden ayrılabilir miydi? 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra kuantum fiziğindeki değişiklikler sağ ve solun bu kavramsal, felsefik dayanaklarını köklü sorgulamaya götürüyordu.
Sağ, muhafazakarlığın en baskın rengi olarak her zaman varlığını korumuştu. Sol ise yükselişini sanayi devrimi sonrasına borçluydu. Sınıfsal, ulusal, cinsiyetçi çelişkilerin artması kadar, dünya siyasal-ekonomik önderliğinin İngiltere, Almanya ve ABD arasında çekişme konusu olduğu bir dönem yaşanıyordu. Her sınıfsal sistem gibi kapitalizm de karşıtını yaratarak büyüyordu. Liberal olsun, muhafazak‰rlar olsun, rejiminin rengi ne olursa olsun, kapitalizmin çelişkilere ihtiyacı vardır. Bu çelişkiler doğal olarak sistemi yarattığı kadar, sistemin kendisi de bizzat bu çelişkilere gereksinim duyarak yaratır. Her sağcının bir solcuya, her solcunun da bir sağcıya ihtiyacı vardır. Aslında ikisi her zaman birbirine karşıt olmayabilir. Hatta tam tersi bir araya geldiklerinde iyi bir sistem bütünselliğini oluşturabilirler. Türkiye'nin sağı, solu...Şimdi Türkiye'ye gelirsek, Türkiye sol partilerinde sağı çok iyi tamamlayan bir solculuk örneği görebilirsiniz. Şu günlerde CHP çok tartışılıyor ya, CHP solculuğu daha köklü bir sağcılık tamamlayanıdır. Tek başına sistem oluşturamaz. İnsanlara güçlü projelerle toplumsal çözümler getiremez. CHP, devlete köklü bağlılığı nedeniyle sanayi devrimi çelişkisine dayalı solculuğu bile çok güçlü yapamamıştır. Felsefedeki klasik idealizm, materyalizm ayırımı, ideolojilerdeki mutlaklıkların yanlışlığı iyice gün yüzüne çıktığına, sanayi devrimi damgalı dünya sistemi aşıldığına göre, sol kendisini nasıl tanımlamalı sorusu günümüzde daha yakıcı oluyor.
Toplum odaklı tanımlama;
Sistem içi çelişkilerle kendisini tanımlayamayacağına göre en iyi yaklaşım, toplum odaklı bir tanımlama olabilir. İşte bu nedenle demokratik toplumculuk veya toplumcu demokrasi kabul edilmeli. Yani solun artık hem demokratik hem de toplumcu olması şart. Kendisini sadece sistem içi çelişkilerde bir taraf olarak görürse, hiçbir zaman yeni bir sistem yaratamaz. En radikal eylemci solcuların bile kapitalizmin değirmenine su taşıdıkları göz önünde bulundurulmalıdır. O zaman devlet ve etrafındaki resmi toplumun dışında kalan tüm kesimlerin çıkarlarını savunmalıdır. Rengini bu toplumsal kesimin çeşitliliğinden almalıdır. Devlet veya resmi toplumla karşıtlaşmayı hiçbir zaman baş hedef haline getirmemelidir. Yine toplumculuğu kadar demokratik niteliği de önem kazanacaktır. Bir sınıfın, bir etnik yapının vb. mutlak öncülüğünü veya üstünlüğünü savunmuyorsanız, doğal olarak bütün çelişkilerin demokratik bir aradalığını savunursunuz. Bu anlayış solun genişlemesi ve kapsayıcılığı açısından çok önemlidir. Devlete sınırlama, politikanın yerele kaydırılması, yerelde çok canlı bir bilinçli yurttaş katılımı ve bu bilinçli özgür yurttaş etrafında yaygın öz örgütlülükler ve bu çeşitliliklerin birbirine güç vermesi... İşte demokratik toplumcu solculuğun yeni savunusu bu olabilir.
Solculuğun kolaycılığı;
Sol, artık bir şeylere karşı olma kolaycılığını bırakmalı. Karşı olmak değil, bir şeyler yapma
zamanı. Başkası adına siyaset yapmaya gerek olmayabilir. Herkesin kendi siyasetini kendisinin yapmasına imkan sunmak daha doğru olmaz mı? Gelecek adına iyi tasarımlar yapmak her zaman ilericilik olmayabilir. Politik-özgür yurttaş daha iyi bir gelecek için bugünden daha iyi katılır ve geleceğini mutlak olmayan bir iyimserlikle daha iyi günlere taşımayı isteyebilir. Kısacası solun sağa alternatif olması dönemi bitmiştir. Solun devletsel sisteme alternatif toplumsal sistemler yaratma derdi vardır. Devleti sınırlama, toplumsal statüler (cinsiyet, yaş, sınıf, ulus vb.) arasında eşitsizlikleri giderme, tüm kimliklerin özgürlüğünü ve eşitliğini sağlama, ekolojik sorunları çözme gibi temel bir programı olabilmelidir. Türkiye'de solun esas krizi, bu söylediğimiz kavramsal tartışmaların yerli yerine oturtulmamasından kaynaklanıyor. Sağ da sol da aslında krizdedir. CHP'dekinin birsolculuk olmadığı herkes tarafından dile getiriliyor. Türkiye'de toplumsal solculuk arası çeşitli düzeylerde yapıldı. Önemli kazanımları da oldu. Denizler, Mahirler katledilirken toplumsal yaşamın bu kadar cansızlaşacağını kimse belki de hesaplayamamıştı. Ama öyledir, toplumsal siyaseti toplumun elinden alırsanız, geriye bir ruhsuzluk kalır. CHP'deki bu tartışmalar kökleri canlandırma değil, iktidar grupçukları çekişmesidir. Türkiye'nin ciddi demokratik toplumculara ve tartışmasına ihtiyacı var.
Devlete giden yol!..
Kendimizi bunun dışına veya üstüne yerleştiremeyiz. Bu çerçevede baktığımızda; alışkanlıklarla yürüme var. Güçle sonuç alan siyaset doğru gibi gözüküyor. Anlayış şu: Kapitalist olmak istemeyebilirsin, ama etnisiteni, mezhebini, kurumunu ayakta tutmak için
merkezileşmen, bunun için de çatışman, çatıştırman gerekiyor ki, bu devletleşmeye götüren iktidarcı zihniyet yapısıdır. Ayakta kalmanın yöntemi olarak, güç olmanın gerekleri ortaya konuluyor. Kısacası sınıflaşmaya dayalı siyasallaşma ve iktidarcılık anlayışı köklü bir bilinç çarpıtması olarak zihinlerimizde ve siyasallaşma anlayışımızda varlığını koruyor. Egemen iktidar bir siyasal bedendir deniliyor ve bu, sınıflaşmanın kendisidir; toplumun bir parçasının diğerlerine göre merkezi bir öğe haline getirilişi ve toplumun bu eksende yakın veya uzak, taraf veya karşıt biçimde konumlandırılışıdır. İdeolojik tanım ve tespitler buna hizmet eden birer araçtırlar. Bu şu demektir: siyaset hep toplumsallığın reddi ve inkarı üzerinden geliştirilmiştir. Bununla birlikte devrimci hareketlerin bastırılmasında ve sistemiçileştirilmesinde kullanılagelen böl-çatıştır-yönet yöntemi olarak siyaseti toplumsal olana karşı konumlandırmak, bu siyasetin daha inceltilmiş bir devamı olmaktadır.
İktidarın karakteri;
İktidar olgusunun karakterinde biriktirme,merkezleşme,büyüme esastır. İçinde merkezleşmenin gelişmediği, sınıfsal olmayan toplumsal bir siyaset felsefesine ulaşılabilmiş değildir. Temel geçerli güç biriktirme ve başarı ölçütü olarak merkezleşme ortaya konulmaktadır. Bu anlayışın vardığı en üst nokta devlet, en alt nokta ben-merkezciliktir; ikisinin arası Marksist-Leninist örgütlenmedir. Uç noktaları anarşizm ve liberalizmdir. Üst noktaları ise totalitarizmdir; reel- sosyalizm veya faşizm olmaktadır. Bilinç çarpıtmasının bu denli derin nüfuz etmesinde Marksizm-Leninizmin rolü azımsanamaz. Bilgi iktidarın yanına ekonomik iktidarı ekleyerek, sosyalizasyon adına ezilen sınıf devletleşmesinin önünü açtı. Bütün devrimci hareketler günümüze kadar bu temel bilinç yapısı üzerinden kendisini büyütmeyi ve kurumlaştırmayı esas almıştır. Ve bu aşılamıyor. Bırakalım aşmayı, sorgulaması bile hala derinlikli olarak yapılamıyor. Sınıf siyaseti eşitlik-özgürlük getiriyor mu? Bu siyasallaşma anlayışı ne kadar toplumsallaştırıyor? Toplumu ne kadar üretiyor? Bu gibi temel sorulardan ziyade, güçlenmede sonuç alıcılık ve yöntem sorunları öne çıkıyor. Bu anlayışın sonuçları biliniyor; evrensel düzeyde siyasete güven azalmış, devrimci hareketlerde demoralizasyon ileri düzeyde, kendi değerlerine inançsızlaşma, marjinalleşerek topluma ters düşme ve sonuçta kırılmadır yaşanan. Savrulma genellikle toplum geleneğinin ve ahlakının çok gerisinde bir yaşam düzeyine giderek son noktayı koyma biçiminde olmaktadır. Birçok devrimci hareket bu duruma nasıl geldiğinin farkında bile olmayabiliyor.
Değişim mi, restorasyon mu?
Demokratik alanda dönüşüm ağırlıklı olarak restorasyonla yürüyor. Biraz gücün, imkan ve olanağın biriktiği yerde iktidar zemini ortaya çıkıyor ve bunun üzerinden siyaset gelişiyor. Bu kadar kadronun bu denli siyasete yapışıp kalmasının iktidarın elden bırakılmamasıyla alakası vardır. Türkiye'de yoğun çatışmalar buradan geliyor. Bu, şu anlama geliyor. Siz siyaseti elimizden alamazsınız, alsanız da vermeyiz. Kısacası klasik siyaset elden bırakılmak istenmiyor, toplum güçsüz görülüyor. Zaten kadro şekillenmesi temelde toplumsal kuruluştan ziyade toplumu yönetmekle kendisini merkeze alıyordu. Gittiği her yerde toplumun üzerinde davranılıyor. Böyle bir kadro veya siyasetçi bu toplumu yönlendiremezse, kendisini nasıl tanımlayacak diye soruyor. On kadronun bir arada çalışamaması, yaşayamaması, ilk elden gruplaşmaların, odaklaşmaların gelişmesi buradan ileri gelmiyor mu? Değişim adına, eleştiri-özeleştiri adına yapılan, özünde yine bir siyaset oluyor. Çünkü sınıf eleştirisi, dıştalama, karşıtlaştırma, geleneksel topluma itme biçiminde gelişiyor. Demokrasi ve özgürlük hareketi eleştiri-özeleştiriyi tekrar gündemine alarak klasik Marksist-Leninist eleştiri-özeleştiriyi aşarak eleştiri-özeleştiriyi ben-merkezci-iktidarcı kullanımının dışında toplumsallaşmanın ve komünalitenin üretimi temelinde yeniden yapılandırmalıdır.
Güç merkezli siyasallaşma;
Özgürlük hareketinin 30 yıllık mücadele tarihi temel ilke olarak güce dayalı siyasallaşma, merkezi güç biriktirmesi biçiminde gelişti. Merkezileşmenin ilk elden kazandıran ve güç katan yanları vardır, olmuştur da. Toplumun ulusal taleplerle kısa sürede bir örgütleşme etrafında toplanması, önemli bir bilinç yükselmesini ve özgürlük arayışını getirmiştir. Bu bir nitelik sıçramasıdır. Fakat 90'lar sonrası bilinen köylü, küçük-burjuva aydın çeteleşmeleri ve bilinen sağ-sol particilik, orta yol particilik anlayışlarının beraberinde getirdiği güç kaybı azımsanamaz. Önemlisi, bunun özünde iktidarcı-devletçi zihniyetle alakası olduğu, onun karakterinde hep ikililik olan, karşıtını yaratan, çatıştıran, ezen ve karşının gücünü kendisine katan bu zihniyet yapısının sistemi yeniden ürettiği tam olarak anlaşılamadı. Sınıfın, kişiliğin, ideolojinin veya alışkanlıkların çatıştırılması, eleştirisi... hepsi önemli oranda güç biriktirmenin, ortaklaştırma adına merkezleşmenin gerekleri olmuştur. Yani sınıflaşma hep önde gitmiştir. Sistemsel olarak hiyerarşiyle uğraşmak, onu sorgulamak yoktu, sınıf ve kişilik eleştirisi vardı. Hareket bunu aştırmak istedi. Bu, yeni paradigmal bir değişim ve dönüşümü ifade ediyordu.
MAHİR DENİZ (ATAKAN MAHİR)
YORUM GÖNDER