SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (73.BÖLÜM)
C- FEODAL UYGARLIGIN KURUMLASMASI VE YAYILMASI
Köleciliğin yarattığı zihniyet ve ruh yapılanmasıyla siyasal kurumlarının Hz. İbrahim geleneğine dayanan Hıristiyanlık ve İslamiyet çıkışlarıyla aşılabileceği kanıtlanınca, feodal kurumlaşma ve yayılma sürecine girmek kaçınılmaz olmuştur. Hıristiyanlığın tabandan evrimleşme yoluyla, İslamiyet’in ise tepeden devrimci yolla delik deşik ettiği Doğu’nun ve Batı’nın kölecilik sistemleri ortadan kalkarken, uygarlığın yeni biçimleri kurumlaşmakta ve yayılmakta güçlük çekmeyeceklerdir. İdeolojik süreçler yeni toplumsal şekillenmenin etrafında gelişeceği kişilikleri oluşturur. Bu bir nevi yeni düzenin program ve kadro çalışmasıdır. Kitle propagandası ve eylemlilik ise, eski toplumun geçersiz kılınması çalışmalarıdır. Bu döneme genel olarak devrim süreci denilmektedir. Hıristiyanlık’ta ideolojik süreç ve devrim yılları uzun sürmüştür. İsa’nın açıklamaları ve ilk havarileri; temel kişiliği, kadro ve programı oluşturmaktadır.
Resmi din ilan edilinceye kadarki dönem, kitle propagandasına dayalı eylem yıllarıdır ve üç yüz yıla yakın sürmüştür. Korkunç işkencelere rağmen, büyük bir inanç, barış ve kardeşlikle eski toplumsal inançlar ve ilişkileri dağıtmış, yeni inanç ve ilişkiler kurarak ilk büyük başarılarına ulaşmışlardır. İslamiyet Muhammed şahsında öncü kişiliğini bulmuş, ilk açıklamalarla birlikte küçük, ama inançlı Mekke grubuyla program ve kadroyu oluşturarak, erkenden eylem yanı ağır basan devrim sürecine girilmiştir. Devrim, Hz. Muhammed’le birlikte Dört Halife zamanında, yaklaşık kırk yıllık bir zaman diliminde esas olarak zafere ulaşmıştır. Her önemli devrimde benzer süreçler yaşanmaktadır. Devrimler kısa sürede amaçlarının ilk aşamasına ulaşırken, evrimlerle bu süreç daha uzun süreli olmaktadır. Aralarındaki fark, daha çok çalışma tarzından kaynaklanmaktadır. Daha sonraki süreç farklı bir dönemdir; genel olarak bu dönemlere kurumlaşma ve yayılma dönemleri demek uygun olmaktadır. Devrimin ilkeleri ve kendini kanıtlamış ilk model ilişkileri uzun vadeli bir kurumlaşma, derinliğine ve genişliğine yayılma ihtiyacı göstermektedir. En sonunda doruğa çıkışla başlayan sistem, çöküş süreciyle çözülmekte ve yerini yeni oluşumlara bırakmaktadır.
1- Hıristiyanlığın kurumlaşma süreci, M.S 500-1000 yılları arasında sürekli gelişme ve yayılma halindedir. Resmileşmeyle birlikte, Roma İmparatorluğu içinde açık kurumlaşmalara gitmektedir. Kilise temelindeki bu kurumlaşmalar manastır düzenine göre büyük gelişme göstermişlerdir. Nasıl ki Sümer tapınakları etrafında şehirler doğmakta ve devletler kurulmaktaysa, feodal dönemde de benzer bir durum yaşanmaktadır. Kilise kurumu etrafında en gelişkin bir mimariyle ortaçağ şehirleri yeniden kurulmakta ve yeni kurulacak devletlerin çekirdeğini oluşturmaktadır. Aslında Avrupa’yı uygarlığa hazırlayan, resmi kilise kurumudur. Kilise nereye girdiyse, etrafında bir üniversite açmakta, nüfus artışıyla birlikte yeni şehirler doğmakta, buralarda ya beylik yönetimleri ya da belediyeler kurularak, çağdaş devlete doğru bir adım olmaktadır. Daha da önemlisi, halkın zihniyet ve ruh yapısını tanrı iradesi doğrultusunda eğiterek, ortaçağ devletinin temelini atmakta ve güçlendirmektedir. İnanç ve moral değerlerini kaybeden Roma İmparatorluğu nasıl çözüldüyse, yeni inanç ve moral yapısıyla Kutsal Roma, Germen ve Frank İmparatorluklarının temeli de öyle atılmaktadır. Eğer kilise tüm Avrupa barbarlarına ulaşıp kendilerini eğitmeseydi, daha sonraki Avrupa uygarlığından bahsetmek mümkün olmayacaktı.
Çünkü barbarları uygarlaştıracak bir ideoloji yoktu. İdeolojisiz uygarlık da mümkün değildi. Bir Ortadoğu inanç ve moral değerler sistemi olarak Hıristiyanlık, M.S 1000 yıllarına doğru Avrupa’yı tamamen fethettiğinde, kapıyı ardına kadar uygarlığa açmaktadır. Hıristiyanlığın gericilik ve çöküş süreci neden gösterilerek, bu tarihi rolü göz ardı edilemez. Avrupa uygarlığı Hıristiyanlığın eseridir. Avrupa’nın vahşet döneminden kalma barbar ruhuna, bin yılların uygarlık imbiğinden damıtılmış inanç ve moral değerler aşılanarak uygar insan tipi yaratılmıştır. Bu insan tipi etrafında yeni şehir toplumu ve köylülük oluşturulmuş, bu şehir ve köylere dayalı olarak ortaçağın kutsal devleti kurulmuştur. Bu dönemler, Ortadoğu uygarlık değerlerinin direkt ve dolaylı olarak yoğunca taşındığı dönemlerdir. Avrupa uygarlık değerleri günümüzde nasıl dünyanın her tarafına taşınıyorsa, binlerce yıl boyunca tüm dünyaya olduğu gibi Avrupa’ya taşınan da Ortadoğu’nun büyük uygarlık birikimleridir. M.S 1000 yıllarında kilise tüm siyasete de egemen olmaktadır. Kilise bizzat devlettir. Ayrıca içinde hareket ettiği benzer etnik toplulukları daha geniş kavim birliklerine taşırarak, gelişkin milliyetler haline gelmelerine yol açmaktadır. Kilise etrafındaki siyasi yoğunlaşma, etnisiten, milli yoğunlaşmaya ve ülke kavramına ulaşmaya önemli katkıda bulunmaktadır.
Avrupa ortaçağı bu anlamda milliyetlerin oluşmasını kiliseye borçludur. Kilise özellikle ortak bir dil ve kültürün gelişmesine katkıda bulunarak, bu rolünü belirleyici düzeyde oynamıştır. Okumayı, insanlık kültürü alanında elinde biriken tüm değerleri öğreterek, Avrupa’yı okur yazar ve kültürlü yapmıştır. Dini ağırlıklı da olsa, ilk teoloji ve felsefi düşünceyi yayarak, aklın ve zihniyetin ileri düzeyde sıçrama yapmasını sağlamış; yeni ruhsal şekillenmelere öncülük ederek, daha sonraki bilim ve Rönesans çağlarının temellerini atmıştır. Derinliğine bu gelişmesine karşılık, Ural dağlarına kadar tüm kıtada bir genişleme gücünü göstermiştir. Hıristiyanlığın Doğu’ya doğru kurumlaşması ve yayılması aynı başarıyı gösterememiştir. Bunda önceleri Pers-Sasani İmparatorluğu, daha sonra da İslamiyet engel teşkil etmiştir. Greklerin Batı’ya doğru Hıristiyanlığı taşırma rolünü, Doğu’da Asuri-Süryaniler oynamıştır.
Özellikle Nestori mezhebi kilisenin Doğu’da tutunmasında rol sahibidir. Grek felsefe klasiklerine dayanıp Hıristiyan teolojisinin gelişmesinde ve daha sonraki İslamiyet’e taşırılmasında öğretici ve biriktirici bir konuma sahiptir. Klasik çağın ortaçağa mal edilmesinde, bu Nestori rahiplerinin çok yoğun çalışmaları büyük değer ifade etmektedir. Bunlar bir nevi ortaçağın ayakta kalan en önemli aydınlarıdır. Bunda şüphesiz eski Sümerlerden kalma Asur-Babil kültür birikiminin büyük payı vardır. İnsan şu soruyu sormadan edemiyor: Avrupa’da olduğu gibi Asya’da da daha aydın bir kilise ile Hıristiyanlık kurumlaşıp egemen olsaydı, acaba tarih nasıl gelişirdi? Önce Mani’nin (M.S 3. yüzyıl), ardından Süryani rahiplerinin önderlik ettikleri aydınlanma ve yeniden uygarlaşma şansını yitirmekle, Mezopotamya’nın çok şey yitirdiğine insanın inanası geliyor; Emevi ve Abbasi sultanlarının ellerindeki İslam gücüyle büyük uygarlıklar yaratan bu topraklara layık bir uygarlık yaratmadıklarını ve her bakımdan yetersiz kaldıklarını, erkenden bir keyif ve şamataya dalarak çok şey kaybettirdiklerini düşünesi geliyor.
Avrupa’daki din çatışmalarıyla kıyaslandığında, daha sonraları birçok trajediye yol açan talihsiz İslam-Hıristiyan çatışmasının daha erkenden ve çok tahripkar rol oynadığı anlaşılmaktadır. Günümüzde din ve laiklik tartışmaları yapılırken, tarihe daha eleştirisel yaklaşmak ve dersler çıkarmak, öneminden hiçbir şey yitirmeden yerine getirilmesi gereken bir görev olmaktadır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER