BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (11.BÖLÜM)
Aradan epey bir zaman geçmişti kalkıp partiye gittim. Sedat Yurttaş (dönemin Sosyal Demokrat Halkçı Parti Milletvekili) yeni avukat olmuştu. Nebi Camii ‘nin arkasındaydı yeri sanırım. Tutuklu aileleri toplanmış, ne yapacaklarını bilmez halde bekliyorlardı. Daha önce deneyimim olduğu için Sedat’ a beni bunlara tanıt herkes şüpheyle bana bakıyor dedim. Türkçeme bakıyorlar, iyi konuşuyorum, bunlar yeniler beni bilmezler en azından bir yol göstereyim dedim. Sedat işim var dedi çıktı gitti. Uzun yıllar aralarına girmedim. Doksanlı yıllardan sonra tekrar ısrarcı oldular. Bir süre barış anneleriyle çalıştım. 2006 yılına kadar barış anneleriyle kaldım. Ardından partinin kadın hareketi geldi. Çalışma tarzımız birbirine uymadı. Biz canla, başla, bir işe yüreğimizi vererek, menfaat beklemeden yapmaya alışmışız. Hem çocuklarımız hem de biz böyle bir terbiyeyle büyüdük. Valla onlar alıyorlar bir şey de verdiklerini düşünmüyorum. Bu yüzden de ayrıldım. İkinci oğlum Tacettin çıktıktan on gün sonra dağa gitmişti. Ondan hiç haber alamadım.
Cemal açlık grevinde hayatını kaybettikten sonra bir mektubu geldi. ‘Anne başın sağ olsun’ diye yazmıştı. Ondan sonra da bir daha aramadı. 1982 yılında gitti. Söylenenlere göre 1986 yılında Uludere’de şehit olmuş. Ama bana haber vermediler. Cenazesini görmedim. 1992 yılında Selim Çürükkaya cezaevinde çıktığında aradı beni, Ülke Gazetesi’nin bürosunda görüştüm. Bana Cemal’i en son görüşüm ve neler konuştuğumuzla ilgili şeyler sormuştu, onları konuştuk. Cemalin cezaevinde tuttuğu günlükler var dedi. Yazılarını ve ayrıca kitaplarını getireceğini söyledi. Hastanede oğlumla konuştuğumuz şeyleri not aldı. Gitti ne kitap geldi ne de günlük elime ulaştı. Benden bir isteğin var mı? diye sormuştu. Ben de kaç yıldır Tacettin’den haber alamıyorum dedim, yardım istedim.
Aradan bir yıl geçmişti. Oğlum Murat askerden yeni gelmişti. Selim Çürükkaya’dan gelen mektubu almış. Oğlumun şehit düştüğünü bir de gazete ve dergilerde onunla ilgili çıkan yazıları koymuş göndermiş. Tabi oğlum üzülürüm diye alıp saklamış. Küçük kardeşine de söylemiş, uzun zaman benden sakladılar bu haberi. Arada epey zaman geçti. Askerden gelen oğlum Murat ortadan kayboldu. Hastanelerden, karakollara kadar araştırdık bir sonuç alamadık. 1990 – 2000 yılları, faili meçhul cinayetler dönemiydi, korkuyorduk haliyle. Ali Tekdağ, Allah rahmet eylesin, yanıma geldi. Ana dedi ‘Murat yanıma geldi. ‘Beni dağa gönder’ dedi. Ben de kızdım. Aileden iki kişi verdiniz yetmez mi dedim. Annenin yüreğine mi indireceksin. Gitmeyeceksin oturup annene bakacaksın dedim.’ diye anlattı. Eve geldim. Küçük oğlum Burhan nerden geliyorsun diye sordu. Ben de abini aramaktan geliyorum dedim. Elinde bir kitap duruyordu, tuttu önüme attı. Arama abim bu kitabın içinde. Kızdım, benle alay mı ediyorsun, abin ne arasın kitapta. Uzattı kitabı arasında bir mektup çıktı. “Beni aramayın, abimin silahı yerde kalmış. Onu almaya gidiyorum, abimin yarım bıraktığı savaşı ben tamamlayacağım” diye yazmıştı…
İşte oğlum bu da oldu üç. Cemal daha içerdeydi. Kızım Semra’yı köye gelin vermiştik. On aylıktı kızı. Köylüler Cemal’in idam cezasına çarptırıldığını, idam edileceğini söylemişler. Köylülerin anlattığına göre “Abim tek umudumdu. O çıkacak beni de buradan kurtaracak. O ölecekse benim yaşamamın ne anlamı var” diyerek intihar nedenini açıklamaya çalışıyorlardı. Gittiğimizde kanlar içindeydi. Murat’ın da on altı arkadaşıyla şehit olduğu haberi geldi. Söylenenlere göre Hani - Lice arasında bir yerde vurulduğunu söylediler. Bu da oldu dört. Sakine Ana anlatırken dayanamadık. Bu kadar acıya nasıl dayanıyorsunuz diye sorduk. “Allahu Tala. Allah u Tala nasıl güç veriyor biliyor musun? Her gün on tespih (bin defa) Allah diyorum. Her gün yüz defa da ya sabır çekiyorum. Yüz defa da ya Allah ya sabır ya selamet çekiyorum. Allah u Tala o gücüyle bana bu sabrı veriyor. Onun gücü olmazsa insan dayanabilir mi. “Sakine Ana sabrını anlatırken. Kenarları yeşil, sarı, kırmızı oyalarla işlenmiş tülbendi oğullarının fotoğraflarının üstüne örtmüş, kızına işaret ediyor” kaldır örtüyü de görsünler diyor. Cemal, Tacettin ve Murat’ı gösteriyor. Bir başka fotoğrafı gösterirken de o sağ diyor. En alttaki fotoğrafta Servet’i gösteriyor.
O partiye gitmedi, dağa gitmedi, onun işi de Hizbullah’laydı. Kuran okurdu. Dine büyük bir meyli vardı. Okuduklarını, kafasındaki ilmi gider onlarla tartışırdı. Onların savunduklarının yanlışlığını söylemekten çekinmezdi. Buda onlarla oğlum arasında zaman zaman kavgaya dönüşen olayların yaşanmasına sebep olurdu. O tartışmaların birinde öldürmeye karar vermişlerdi. Döner bıçağıyla kolunu dört yerden yaralamışlardı. Doktorlar, nasıl dayandı bu ağrıya diye hayret ediyorlardı. Eli sakat da kaldı. Yinede aynı yolda gitmeye devam etti. Onlardan biri, boş caddede, benzinlikle hal arasında bir yerde arabayla vurup kaçmışlar. Akşam ezanı, mağrip zamanı, Recep ayında 1995 senesinde öldürdüler oğlumu. Bu kadar birikim ve hafıza gücü bizi hayrete düşürmüştü. Eğer bellek unutmamakta ısrar ediyorsa bunu yapabiliyormuş demek. Sanırım barışın perspektifi de belleği ikna etmekten geçiyor. 1935 doğumluyum. Dördüncü sınıfa kadar okudum. Beşinci sınıfta Tavşanlı’dan ayrılınca eğitimimi yarıda bıraktım. Okumayı çok istiyordum. Yengem beni kabul etseydi Tavşanlı dan gelmeyecektim. Tahsilimi devam ettirecektim. Hem okulumda hem de sınıfımın birincisiydim. Amcamın oğlu Hikmet Sayar; okulun bir numaralı öğrencileriydik. Biz üçüncü sınıftayken, beşinci sınıf öğrencileriyle bizi yarıştırıyorlardı. Biz onları yeniyorduk. Dördüncü sınıfı bitirdik, tahsilimiz yarım kaldı geldik.
Ben köye geldikten sonra köylerde şimdiki gibi okul filan yoktu. Babam Silvan’a, Bismil’e gittiğinde mutlaka gazete, kitap getirmesini isterdim. Onu da bulamasam, babamın kanun kitapları vardı onları okurdum. Kürt sorununun her evresinde yer aldınız. Tarihin yaşayan hafızasısınız. Bu yeni Kürt hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz. Bana bunu sormayın diyor. Sakine Ana. Bugünkü Kürt hareketine ilişkin memnuniyetsizliğini öğrenmek istemiştik. Biraz zorlayınca sorumuza başka bir soruyla karşılık verdi. Öcalan’ın Avrupa’ya çıkması doğru muydu sizce? Biz yanıtsız bırakınca sorduğu soruyu kendisi yanıtladı. Ben doğru bulmamıştım gitmesini. Eğer dağda kalsaydı. Son gerilla kalıncaya kadar onu korumaya devam ederdi. Kürt meselesi belki bugün daha farklı bir mecrada seyrederdi. Kaderlerini dağdakilerle birlikte yaşamalıydılar. Benim dilim sivridir. Kimseyi de kırmak istemem. Benim derdim analar.
Dün televizyondaydı Halise Ana dinlediniz mi anlattıklarını. Köylerinde koruculuğu kabul etmemişler diye neler yaşadıklarını. Evimizi askerler bastı gece diye anlatıyordu. Kapıyı açar açmaz askerler içeri girmiş. Gelini daha yeni doğum yapmış. Çocuğun kırkı bile çıkmamış. Askerler içeri girer girmez kocasıyla oğlunun elini kolunu bağlamış, dışarı çıkarmışlar, dışarısı kış kıyamet, dört günlük bebek gelinin kucağında, Halise Ana da öteki torununu kucağına alıp çıkmışlar dışarıya. Ev ateşe verilmiş ardından. Kocasıyla oğlu yüzüstü yatırılmış yere. Alıp ikisini götürmüşler, gelin ve Halise Ana ya da nereye gidiyorsanız gidin demişler. O da gelini ve torunlarıyla komşunun kapısını çalmış. Açmamışlar kapıyı, koruculardan biri acıyor, onları alıp karşı köye, akrabalarının yanına götürüyor. Daha köye varmadan kırklı çocuk gelinin kucağında ölmüş. Şimdi o iki yaşındaki çocukla gelin hayattalar. Halise ananın kocası çıktı ama oğlu otuz altı yıl ceza aldı. Silah almadığı için, korucu olmadığı için. O iki yaşındaki çocuk liseyi yeni bitirmiş. Dilşah ana yine öyle. Bir de anlatamayan analar var. Bir tane ana vardı, ağlıyordu hiç konuşmuyordu.
Senin ne derdin var diye sorduğumda ‘benim hiç derdim yok’ bu kadar ağladığına göre mutlaka bir derdin vardır anlat hele dediğimde başladı anlatmaya “ bir tane oğlum vardı. Gelinimi de yeni getirmiştim. Bir gün evimizin üstüne silah attılar. Evi bastılar. Oğlum kaçtı. Kocamı götürdüler işkence yaptılar bir süre cezaevinde kaldıktan sonra bıraktılar. Oğlum o günden sonra eve gelmedi. Gerillaya katıldı. Gelinim evde ben evde. Kocam çıktı içeriden bir zaman sonra. Birkaç ay öyle yaşadık. Sonra askerler yeniden geldi. Kocamı ve gelinimi alıp yeniden götürdüler. Kocam ve gelinime işkence yaptılar. Kaçan oğlumun nerede olduğunu soruyorlar, haber alamadıklarını söylüyor onlar da. Kayınbabanın gözü önünde geline tecavüz ediyorlar. Bir sonuç alamayınca bırakıyorlar. Gelinini de al götür diyorlar. Gelin o gece odasına girdi yanımıza gelmeden. Gelinimin odasına gittim neyin var diye sordum. Yorgun olduğunu söyleyerek yorganı başına çekti. Biz uyuduktan sonra gelin gidip bir ip buluyor ve kendini asıyor. Sabah kalktık ki gelin intihar etmiş…
Kadın bana ‘oğlum gitti, gelinim gitti, kocam kalp krizinden öldü bir ben kalmışım bir evin damında. Ben ağlamayım da kim ağlasın görüyorsun işte hiçbir derdim kalmadı… Benim hiçbir derdim kalmadı görüyorsun işte... Bu Kürt milletinin derdi çok. Bitmez. Ben çok dert dinledim. Kendi derdimi unuttum. Allah- u Tala insana namus derdi göstermesin. Ben çok dert gördüm oğlum. Her şeyden daha zordur bu namus derdi. Görmedim ama duydum. Diyeceksin ki suçumuz ne? Suçluyuz. Suçumuz bir birimizin derdini anlamamak. Senin suçun ayrı benimki ayrı. Benim suçum hep bu dertlere gömülmek, seninki benim derdimi anlamaman. Öbürünün hiç birimizi anlamadan sadece cebini doldurması. Barış gelecek diyorsunuz. Bütün dertlerimizi biraz olsun dindirecek. Asker anaları, gerilla anneleri ağlamayacak. Bir teselli bir huzur bulacağız diyorsunuz. Keşke olsa. Hani başta anlatmıştım size başbakanın benimle görüşmek istediğini. Ben görüşmeyi kabul etmeyince ya on yâda on beş gün arada geçmemişti, karakoldan geldiler. Elime bir kâğıt tutuşturdular, karakola gelip şu kişiyle görüşeceksin dediler. Gittim karakola saat iki buçuk üç civarıydı. Elimdeki kâğıdı kapıya gösterdim, polis memurlarından biri aldı beni götürdü görüşeceğim kişinin odasına.
Kapıyı çaldım. Yer gösterdi oturdum. ‘Nasılsın teyzeciğim iyi misin’ dedi. Teşekkür ederim iyiyim oğlum. Benim sağlık durumumu sormak için çağırmadın herhalde mesele nedir diye sorduğumda ‘teyze senin Tacettin diye bir oğlun var mı’ diye sorduklarında anladım benim için bir suç icat edileceğini. Vardı oğlum. 1979 yılında evimde muhafaza için tuttuğumuz ve hiç kullanılmamış bir silah yüzünde üç yıl denenmemiş işkenceleri görerek cezasını yattı çıktı. Çıkanlar o yıllarda tekrar tekrar gözaltına alınıyordu. Oğlum o korkuyu göze alamadı. Kurtuluşu dağa gitmekte buldu. Ama Kenan Evren’e sorarsanız o bilir. Ona sorun. İşkenceden çıkanlar onun zulmünden kaçarak nereye gitmişse benim oğlum da oraya gitti. Biliyorsanız yerini gidin bulun ben de otuz yıllık hasreti mi gidereyim dedim. Polis memuru durdu. ‘İyi de teyze ben buraya şimdi ne yazayım.’ Aynen benim dediklerimi yaz oğlum. Mecbursun bunu yazmaya. Durdu düşündü. Ben bunu yazamam. Benim ifadem bu bunu yazacaksın. Elini uzattı telefona birileriyle konuştu. Yüzünü de o tarafa çevirdi ne konuştu anlayamadım. Telefonu bıraktığında. ‘Teyze gideceksin beşinci ceza hâkimiyle görüşeceksin’ Tamam şimdi giderim dediğimde ‘hayır yarın dokuzda bekleniyorsun.’ deyince kabul etmedim şimdi gidecem dedim, yola çıktım. Önce avukatımın durumu öğrenmesini istedim. Gidip hâkimi gördü. Polis memurunun dediklerine benzer şeyler anlattı.
Velhasıl sabah dokuzda hâkimin karşısına çıktım. Salon boş kimse yok. Avukatın bana söylediğine göre eğer zamanında gitmeseymişim arananlar listesine koyacaklarmış. Avukat, hâkime doğru yürürken hâkim ‘kaçtı gelmedi değil mi ‘ diye söylenince buradayım dedim. Hâkim de şaşırdı. Ben genç birini bekliyordum bu çok yaşlı. Kimliğimi istedi. Dosyamı çıkardılar. ‘Çok ceza almışsın’ sesimi çıkarmadım. Biraz çevirdi dosyamı ‘çok konuşuyormuşsun biraz sessiz dur’ deyince dayanamadım. Hâkim bey çocuğunuz var mı diye sordum. ‘Allaha şükür var.’ Dedim hâkim bey. Allaha şükür benim de vardı. Eğer birileri gelse, o evladını senden alsa götürse, işkence yapsa, öldürse sen konuşmaz mısın? Durdu ses yok. Dosyayı çevirmeye devam etti. Bana konuşuyorsun diyorlar. Ben konuşmayayım da kim konuşsun. Ben beş evlat kaybettim. Beş defa yüreğim yandı. Ben konuşmayayım da kim konuşsun. Bir asker ölüyor, bir gerilla ölüyor benim yaram kanıyor. Bu kanı durdurun. Asker ölmesin, gerilla ölmesin, benim yaram kanamasın ben de konuşmayayım. Cevap yok. Avukatıma dönerek al bunu buradan götür işareti yapmış. Tabi ki sorularım yanıtsız kaldı. Neyse çıktım eve geldim.
Bir hafta sonra karakoldan çağırdılar. Bana üç ay ceza verilmiş. Hâkim merhametli davranmış. Bir yıl evde oturma cezasına çevirmiş cezamı. Valla ben evde oturmam. Beni içeri atıyorsanız şimdiden atın. Ben Kenan Evren’i mahkemeye vermişim. Nisanın dördünde Ankara’ya gidecem. Bağıracam, çağıracam, eğer Kenan Evren’le yüzleşebilirsem yakasına yapışacam evlatlarımı ondan isteyecem. O zaman beni idam edin isterseniz.‘ Yok, yok kimse ona karışmıyor’ peki ya neye karışıyorsunuz. ‘Toplantılara, partiye gitme, siyaset yapma başka bir şey istemiyoruz.’ Valla ben oğullarımın kavgasını hayatta olduğum sürece vermeye devam edecem dedim. Şubat’ın 13 ünde cezam bitiyor… Sakine Ana’yla görüşmemiz bittiğinde ayrıldık evinden, kaybedilmiş yaşamların yükü sırtımızda, bir kente yıllar sonra gelmenin ve o şehirde başka biri olarak ayrılmanın derin hüznünün yaşayarak. Alıp Sakine Ana’nın hikâyesini başka evlerin misafiri yapmaya koyulduk. Bu kitap biraz da başkalarını anlamanın vicdanıdır.
Ocak 2013 Diyarbakır
MÜRSEL YILDIZ & İBRAHİM ALP
YORUM GÖNDER