DEVRİMCİ KÜLTÜR ve AHLAK 8.BÖLÜM
İktidar Kültürü Hayvanlaştırma Kültürüdür;
Kürt kültürü devletleşerek sömürgecilik yapacağına ve binlerce kadını pazarda satacağına, dağların doruklarında devlet kültürüne göre ilkel kalmıştır. Bunun için Kürt kültürü iyidir. Bunu iyi anlayabilmek, iyi hissedebilmek için devlet sistemini ve günümüzde kapitalizmin temsil ettiği modernizmi kötü görmeyi gerektirir. Reel sosyalist tanımlama ya da kaba Marksist materyalist tanımlamada söylendiği gibi değil, tersi doğrudur. Yani kapitalizm feodalizmden, feodalizm kölecilikten iyi değildir. Aslında bunun tam tersi doğrudur. Kölecilik feodalizmden, feodalizm kapitalizmden iyidir demek bile mümkündür. Bizim paradigmamıza göre durum böyledir. Böyle değerlendireceğiz. Onun için Doğunun kadını recm etmesi, Avrupalı sermayedarlarının küçük kız çocuklarını seks malzemesi olarak kullanmasından daha fazla içinde toplumsal kanun barındırır. Recmde bir mantalite vardır. Onun için beşik kertmesi geleneği, Avrupa sisteminin yarattığı sorunlardan ötürü her gün açlıktan ölen binlerce çocuktan daha insanidir. Bu tür durumları iyi anlamak için belirtiyoruz. Yoksa recmi kabul etme anlamında bunu söylemiyoruz. Tamam, Ortadoğu’da kadın recm ediliyor. Ama her gün uzak Asya’da yüzlerce kız çocuğunun Avrupalı sermayedarların seks ticareti için kullanıldığını, bu çirkinlik için götürülüp getirildiğini bilmeyen yoktur. Bu da bir kültürdür, aşağılık ve iğrenç bir kültürdür. Onun için iyilik, kötülük, gelişmişlik, gerilik tanımlamasını yaparken, iktidar ve devletin dışında, özellikle kapitalizmin dışında bir tanımlama getirmek gerekiyor. Örneğin köle pazarında satılan kadın bir bütündür. Ama kapitalizmde kadın parça parça satılmaktadır.
Bu sistemde kadının kulağına bir para veriyorlar, dudağına bir para veriyorlar, yanağına bir para veriyorlar, kalçasına bir para veriyorlar. Bundan dolayı televizyondaki boyalı kadınlar köle pazarında satılan kadınlardan daha köledirler. Pazarda satılan kadın en azından satıldığını biliyordu. Şimdiki sistemin kadın ise kendisini satıyor. Fark buradadır. Kültür derken, iyilik ve kötülük derken bunu söylüyoruz. İşte buna direndiği için Kürt kültürü iyidir, insanidir. Bütün kültürlerden de daha iyidir. Geri kalmak bu anlamda daha iyidir. Önder APO, Atina Savunması’nda, Yunanlılar için “Sizin İskender’iniz bütün insanları karınca gibi ezdi. Siz yalan ve ikiyüzlülükle, komploculukla siyaset yaparak övünüyorsunuz. Ama ben ilkel dediğiniz Kürt köylüsü olmaktan gurur duyuyorum” dedi. Yani “Benim anlayışıma göre öyle olmaktansa, böyle olmak daha insanidir” anlamına gelen vurgular yaptı. Onun için birlikte yaşadığımız halklar vardır. Bizim için iyi olan Türkmen’dir. Biz Türk kültürü derken Türkmen kültüründen bahsediyoruz. Sermayedarlar veya devlet bürokratlarının yaşadıkları kültürden bahsetmiyoruz. Biz onu Türk olarak da kabul etmiyoruz, Türk kültürü olarak da kabul etmiyoruz. O bir egemen kültürdür, sadece dili Türkçedir. Araplara gitse Arapça konuşacaktır, ama aynı adamdır. Yani başka yere gitse de yaşamında bir şey değişmez. Örneğin Recep Tayyip Erdoğan’ı Arabistan’a götürseniz, Arabistan’da başbakan olsa Arapça konuşacak, ama aynı yaşayacak, aynı yiyecek, aynı içecektir. Buna karşılık bir Türkmen’i götürseniz, Arap çöllerinde yaşayamaz. Köyünü, çadırını, koyununu, keçisini arar; türküsünü, sazını arar. İnsanı kültürün, kültürü de insanın aynısı olarak değerlendirdiğimiz için egemenleri halklardan uzak tutmak gerekiyor. Egemen kültür korkutma kültürüdür, bastırma kültürüdür, yok etme kültürüdür. Egemen sistem bütün insanları doyurma, bütün insanları yaşatma, tüm insanlara insani bir yaşam sunma, sorunlarını çözme kapasitesine sahip değildir. Bu kültürde bir avuç azınlığın yaşam rahatlığı esastır. Her şey buna göre kurulur. O zaman bu nasıl bir sistemdir? Tabiî ki öldürme sistemidir.
Malthus yasaları vardır. Bu yasalar, denge kurulsun diye insanların toplu ölümleri normaldir diyor. Doğanın bunu yaptığını söylüyor, aslında yapan sistem oluyor. Ama kurnaz olduğu için bunu doğaya yüklüyor. Kapitalist devletçi sistemde savaşla, açlıkla, hastalıkla öldürmeler son derece yaygındır. Bunların hepsi birer yöntemdir. Gerçekten insanlar çok çaresiz oldukları için açlıktan ölmüyorlar. Gerçekten insanlar çok çaresiz oldukları için hastalıklardan bu kadar kırılmıyorlar. Gerçekten de insanlar çok çaresiz oldukları için birbirlerini savaşlarda öldürmüyorlar. Bu, devlet kültürünün sistemleştirdiği bir uygulamadır. Jenosit yöntemini bulup uygulayan ve insanlığın sözcük hazinesine ekleyen kapitalist sistemdir. Şimdi İranlılar vinçle insanları asıyorlar. Aman ne vahşi! Amerika’da ise dakikada bir insanı zehirli iğneyle, bilmem elektrikli sandalyede öldürüyorlar. Aralarında ne fark var? George Bush yapınca modern olduğu için iyi, Ahmedinejad sokakta yapınca çok geri mi oluyor diyelim? Yani biri İran egemenlik kültürü veya İslam’a dayandırılan bir kültürdür, diğeri ise kapitalist egemenliğin Amerikanca olanıdır. Ama İran halkı kendi içinde halk olarak, insanları öyle asıyor mu? Asmıyor, asmaz. Hatta bazı tutucu Sünni köyler vardır. Niye o köylerin içerisinde recm yoktur? Niye tarikat şeyhlerinin olduğu yerlerde recm vardır? Burada halk kültürü, egemen kültürden ayrışıyor. Egemenlerin kültürü tabiî ki çirkin bir kültürdür. Kürtlerde de olsa, Türklerde de olsa yine kötüdür. Toplumlara musallat edilmiş bu kötü kültürü birileri bir yerde hazırlıyor; topluma ideolojik, askeri ve siyasi baskı ile empoze ediyor. Egemenler bu işte oldukça ustalaşmışlardır. İktidar kültürü hayvanlaştırma kültürüdür. Zaten egemenler “İnsanlar hayvanlaştırılırsa yürütülüp yönetilebilir” mantığına sahipler.
Dolayısıyla hayvanlaştırmak için gerekli olan yöntemler ne ise tümünü uyguluyorlar. Onun için Kürt kültüründe şöyle bir özellik vardır: Egemen kültürün insanlar üzerindeki dayatmalarına benzer hiçbir dayatmayı kendi içinden çıkartmamıştır. Biz bununla övünüyoruz. Diğer halklara göre de özgünlüğümüz ya da iyiliğimiz budur. Hemen hemen bütün halklar devletçi kültüre teslim oldu, biz teslim olmadık. Tabii ki bununla övüneceğiz. Bu kültürümüzü idealize etme değil ki. Hiç çirkin değil miyiz? Çirkinleştirilmiş yanlarımız da vardır tabii. Ama teslim olmamışız. Bu da bir yiğitliktir. Seyit Rıza Türk devlet yetkililerine demiş ya, “Ben sizin oyunlarını çözemedim, bu buna dert olsun; ama siz de bana diz çöktüremediniz, bu da size dert olsun.” Kürtlerin böyle bir özelliği de vardır. Ama bu kültür niye sistemleşemedi denilecektir. Hangi halk kendi kültürünü öz değerleri üzerinden sistemleştirebildi ki? Devlet toplumu yaratıldıktan sonra, halkların başında kılıç salladı. Aynı sistem şimdi de insanlığın başında nükleer silah tehdidini sallıyor. Bu o kadar basit bir şey değildir. Bütün toplumsal iktidar dayatmalarını ve devlet kültürünü aşmadan, insanlıktan bahsedemeyiz. Kürtler için de bahsedemeyiz, başkaları için de bahsedemeyiz. Dolayısıyla yeniyi yaratma sorunu her açıdan ciddi bir sorundur. Özgür bir halk yoktur. Hiçbir yerde insanca yaşam yoktur. Bunun aksini iddia etmek yalnızca kendini kandırmaktır. Kendini kandırmanın en büyüğü ise, günümüz insanlığının içinde yaşadığı insanlık dışı duruma rıza göstermesidir. Kuşkusuz doğru, güzel ve özgür olan duygular da yaşanıyor. Bazen niyetlerde, bazen türkülerde, bazen hayaller ve anılarda yaşanıyor. Bazen dostluklar ve akraba ilişkilerinin içinde yaşanıyor. Ama sistemleşmiş olmaktan uzaktır. Komünalizmi kuramıyor, çünkü üzerinde devlet gibi bir zulüm makinesi vardır. Bu, mevcut durumu en iyi izah eden bir değerlendirmedir.
Bunun için günümüzde özgürlük diye bir şeyden bahsedilemez. Bütün halklar açısından bu böyledir. Ama en az kirletilmiş, bunun karşısında en fazla direnen Kürt kültürüdür demek mümkündür. Başta Kürtler olmak üzere, bütün Ortadoğu toplumları değişik yöntemlerle özgürlük karşıtı olan egemen kültüre karşı bir direniş içindeler. Ama bu direniş öncüsüz kaldığı için, bugün kendisini tanımlamada ve çözümlemede zayıf kalmaktadır. Ortadoğu’da yol ve yöntem tutturulamadığı için ateşe su döküleceğine benzin dökülüyor. Tarz biraz böyle gelişiyor. Dolayısıyla bu bir kördüğüme dönüşmüştür. Bunun kültürel olarak iyi anlaşılması gerekiyor. Bir Halkı Savunmak eğitiminde, özellikle Savunmanın birinci ve ikinci bölümleri tartışıldığında bu biraz daha iyi görülecektir.
Bizim Ölçümüz Komünal Duruştur;
Her şeyi kendimizde, toplumumuzda, bütün dünyada ele alırken, komünal kültür ve devletçi toplum kültürü olarak birbirinden ayrıştıracağız. Her değerlendirmemiz için amentü artık budur. Bizim temel amacımız da komünal kültürü sisteme kavuşturmaktır. Demokratik komünal kültürü demokratik konfederalizm biçiminde sistem haline getirip her alanda yaşanır kılmaktır. Bunun da gelişmesi için devlet kültürüne alternatif yaratmak gerekir. Tabii beş bin yıllık bir kirlenme vardır. Bu kirlenmeyi kolayca aşmak mümkün değildir. Burada bir arkadaş otuz yıllık mücadele veriliyor derken, sanki ne değişti demeye getirdi. Biz bir okul yapmaktan değil, bir yaşam yaratmaktan bahsediyoruz. Hayat kuruyoruz, yeni bir zihniyet ve vicdan geliştiriyoruz. Yeni bir dil geliştiriyoruz. Ekonomi, sanat, siyaset, kısaca her alanda yeni bir kuruluştan bahsediyoruz. Önceki değerlendirmelerimizde ne dedik? Dünyanın tespit edilmiş en zor işi insan yaratma işidir. Demek ki şu andaki tartışmamız, dünyanın en zor işini başarma tartışmasıdır. Kürtler köle olmaktansa, dillerinin kesilmesini kabul etmişlerdir. Bu özgünlükten ötürü gerçekten otuz yıllık mücadele müthiş bir yaratımı ortaya çıkarttı. Dünyanın
neresinde her gün on binlerce insan ayaktadır? Demokrasi bu değil midir? Dünyanın hangi ülkesinde ya da hangi toplumunda binlerce kadın dağlarda savaşıyor? Hem de özgürlük temelinde, karşılığını herhangi bir maddi çıkara dönüştürmeden? Dünyanın neresinde bunlar var? Bu iyi değil mi? İnsani olmak bu demek değil midir? Bizim dışımızda böyle bir durum yoktur. Tabii bununla övünmek hakkımızdır. PKK’nin kısa bir sürede bu kadar geniş bir etkide bulunması, köle olmaktansa dilinin kesilmesini kabul eden Kürt kültürünü güncelleştirmesinden dolayıdır.
Devletçi sistemin bastırıp biçimsizleştirdiği, çirkinleştirdiği, iyiyi ve güzeli sadece duygularında yaşayan, biraz da hisseden bir halk gerçekliğinden gözle görülen harika değerler yarattı. PKK önce kendi kadrolarında iyi, doğru ve güzel olanın pratikleşmesini sağladı. Kürt halkı bunu gördükten sonra PKK etrafında toplandı. PKK’de kendisini gördü ve bunda yanılmadı. Kürt PKK idi, açığa çıktı ve her gün gelişiyor. Bakın, bu öz itibariyle insanlığın kendisidir. Kürt olduğu kadar evrenseldir de. Çünkü insandan bahsediyoruz, Kürt’müş, değilmiş, bu çok önemli değildir. Ama siyasi bir hareketsiniz, siyasi alanda bir mücadele veriyorsunuz, bir halkın gücüne dayanmak zorundasınız. Bir yerden başlamak gerekiyor. Kürt toplumu, Kürt kültürü insanlığın özgürlüğüne en büyük desteği vermeye elverişlidir ve buna imkân veriyor. Çok fazla kirlenmemiştir. Biz Kürt merkezli özgür insanlık davasını yürütüyoruz. Yani bütün hedeflerimiz kapsamında değerlendirildiğinde, Kürtler olarak insanlığa hizmet için çalışıyoruz. Ama bunun ilk adımı kendimizde bir şeyler gerçekleştirmektir. Bütün halkların kültürlerinde güzel şeyler, insani yanlar vardır. Bunun en temel ve köklü nümunelerini güncelde de Kürdistan’da yaratıp geliştirmek istiyoruz. Devlet iktidarı ya da kültürünün Kürdistan’da kendisini hâkim kılarken attığı en köklü adım din dönemidir. Günümüzde bir Kürt çirkinleşmesinden, kirlenmesinden, kültürsüzlüğünden ve geriliğinden söz edeceksek, bunun ilk adımlarının İslamiyet kimliğiyle Arap işgalleri döneminde atıldığını bileceğiz. Bu konuları değerlendirirken milliyetçiliğe düşmeyelim ya da idealize etmeyelim. Biz komünal demokratik toplumun kültüründen, yaşam değerlerinden bahsediyoruz. Bunu kendimizde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Böyle bir yaşam iddiamız vardır.
Önderliğin paradigmasıyla birlikte iyi ve kötü nedir, ne gelişkindir, ne geridir, bütün bunlar tanımlanıyor. Bir toplum, bir kişi ne kadar toplumcu ise o kadar gelişkindir. Ölçü budur. Ne kadar kitap okumuş, ne kadar sanatla haşır neşirdir, evi ne kadar donanımlıdır, ne kadar güzel giyinmiştir? Bunlar bizim için asla ölçü olamazlar. Bizim ölçümüz komünal duruştur. Diğer şeyler teknik hususlardır. İnsan geliştikten sonra doğal olarak biçim alacaklardır. İnsanı yeniden tanımlamak gerekiyor. İnsan nedir, kimdir ve nasıl yaşamalıdır? Yıllardan beridir kendi ortamımızda tartıştığımız ve cevabını bulmaya çalıştığımız bir sorudur bu. Aslında nasıl yaşamalı sorusuna cevap arıyoruz. Önderlik paradigmasıyla bu da netleşmiştir. O tanımlama bizim için temel ölçüdür. İyinin de, kötünün de, güzelin de, çirkinin de, ahlakın da, ahlaksızlığın da, gelişkinlik ve geriliğin de ölçüleri bu temelde ortaya konulduğuna göre, biz her şeyi bu terazinin kefesinde ölçeceğiz. Onun için dün bir örnek verdik. Bizim için George Bush mu, yoksa Hakkâri’deki bir çoban mı iyi diye sorulursa, tabii ki bizim için iyi olan Hakkâri’deki çobandır diyeceğiz. İnsanlığı tanımlamamız açısından bu böyledir. İnsan değil miyiz? Her şeyi insanlığın yaşamı için yapmıyor muyuz? Her şeyi, yeryüzündeki gelişmeleri yaşanılır bir hayata dönüştürmek için çaba içinde değil miyiz? Eşitlikten, demokrasiden, özgürlükten bahsetmiyor muyuz? İnsan bu değil midir? Kıstas budur bizim açımızdan. Neden bu hususlara sıkça başvuruyoruz? Çünkü bunların tümü kültürdür. Yaşamı bu değerler üzerinden yaratmaya koyulmuşuz. Egemen sistemler kendilerini toplumlar üzerinde yaşatmak için toplumların özünde olan dinamikleri alıp kullanmışlardır. Onun için dün derste İslamiyet örneğini verdik. İslamiyet’te sözü edilen cömertlik zaten komünal toplumun özünde vardır. Komünallik zaten toplumun kendisidir. Güçsüze yardım etmek zaten toplumun özelliğinde vardır.
Fakat ideolojik bir dille bunu alıp dine bağlamışlar, Tanrı emri olarak topluma sunmuşlardır. Esasta isim değiştirilmiştir. İslamiyet’te bir şeyin günah ya da sevap olduğunu tanrı inancına vurarak yaparlar. Bir insanın Müslüman olup olmadığının ölçüleri İslam’ın ve imanın şartlarına göre değerlendirilir. Bir insanın mümin olup olmadığı ibadetine bakarak değerlendirilir. Bu bir toplum yaratma projesidir. Günümüzde moda, reklamcılık ve yeni şeyler adı altında sürekli bir boyama işi yapılmaktadır. Dinin kapitalizmden iyi tarafı, toplumun özünde olan şeyleri kendi ideolojik diliyle yaşatmaya kısmen imkân tanımasıdır. Yalan söylememe, kötülük yapmama, kimseyi ezmeme ve benzeri değerler toplumun özüdür. Toplum budur zaten. Komünalizm de bu değerlerin iktidarsız ve devletsiz olarak sistemleşmesidir. Her olgu kendi içinde iki özelliği taşır. Bu iki özellik birbirlerinin varlık gerekçeleridir. Her iki özellik yan yana uzlaşma veya çatışma içinde olabilirler. Her iki özelliğin kendini daha fazla etkili hale getirmek için mücadeleleri kesintisizdir. Bu mücadele yeni bir sentezle sonuçlanır. Bu sentez yeni bir yaşam yaratır. Toplumsal yapıda bu, komünal toplum ve devletçi toplum kültür ve kişilik özellikleri olarak maddileşmiştir. Bu yapısal özellikten ötürü bir şeye tanım getirirken, aslında onun neden başka bir şey olmadığını söylüyoruz. Biz sıcağı tanımlarken, bir bakıma onun soğuk olmadığını tanımlamış oluyoruz. Varsayalım ki, soğuk diye bir şey yoktur. O zaman insanların kafasında sıcak nasıl şekillenir, nasıl oluşur, sıcağı nasıl tanımlayacağız, nasıl ifade edeceğiz? Bir olgu kendisiyle kıyaslanacak diğer bir olgu olduğu için tanımlanabiliyor. Açlık ve tokluğu, hareket ve hareketsizliği yine böyle tanımlıyoruz. İnsana ait olan değerler de aynen böyle tanımlanır. İnsan primatlardan evrimle oluşmuş bir varlıktır. Onun için biz kendimizi insan olarak tanımlarken, neden hayvan olmadığımızı kanıtlamaya çalışıyoruz.
Niye koyun sürüsü, kurt sürüsü değiliz? Niye ceylan, tavuk değiliz? Bunları anlatmaya çalışıyoruz. Bunları nasıl tanımlıyoruz? Koyun olmadığımızı, kurt ve tavuk olmadığımızı nasıl tanımlayacağız Yaratımlarımızla, biz böyle yaratıldığımız için koyun değiliz. Bunu söylüyor ve birbirimizi bu konuda ikna etmeye çalışıyoruz. Bu aşama tamamlanmış ve insan var olmayı başarmıştır. İnsan koyundan, kurttan, tavuktan nasıl farklılaşmıştır? Onlar da canlıdır, onların da bir popülâsyonu vardır, sürüsü vardır, onlar da ürüyorlar, onlar da kendilerini korumaya çalışıyorlar. Biz insanlar olarak onların hepsinden farklı bir duruş ortaya çıkarmışız. O farklı dediğimiz şey kültürdür. Kültür derken bizi kurttan, koyundan ayıran maddi ve manevi yaratımlarımızdan söz ediyoruz. Şimdi bizim temel bakış açımızda şu vardır: Hayvan olan bir varlık, nasıl oldu da hayvandan farklılaştı, nasıl ayrı bir tür olarak doğa üzerinde varlığını kanıtladı? Herkesin kabul ettiği gerçeklik, bunun toplumla yaratıldığıdır. Toplumsallaştığı için insan hayvanlardan ayrışıyor. Toplumsallaşma derken de bir araya gelmekten söz etmiyoruz. Toplumsallaşma demek konuşma demektir. Toplumsallaşma demek, ekmek için gidip tarlada buğday ekip onu büyütmek, devşirmek, getirip un yapmak, hamura çevirmek, tandırda pişirmek demektir. Toplum demek, elbise yapıp giymek demektir. Toplum demek, türkü söylemek demektir. Soyut bir kavramdır, ama toplumun içi de böyle dolduruluyor. Peki, insanı insan yapan onun toplumu ise, toplum kendi içerisinde hangi ilişkileri kurarak bunları yapıyor? Yani nasıl konuşmaya, elbise yapmaya, buğday ekmeye, türkü söylemeye başlıyor? Hangi ilişki tarzı insanları buna sürüklüyor? Biz bugün buna komünal demokratik yaşam diyoruz.
Demek ki insan konuşandır, üretendir, türkü söyleyendir; insan elbise dikendir, su kanalı yapandır, açları doyurandır; insan güçsüzlere güç verendir. İnsan sürekli bu ve buna benzer şeyleri ortaya çıkaran varlıktır. İnsan bunları yaparken de salt bir birey için ya da kendisi için değil, bir grup için yapandır. Bu tür işleri yaparken, o işler bir yerde birleşiyor, yaşam değerlerine dönüşüyor. Birbirini böyle tamamlama vardır. Bu, komünal yaşamdır. Bu toplum içinde insanlar birbirinin kültürünü yok etmiyorlar. Hayvanlarda olmayan özelliktir bu. Buna mecburdur insan; çünkü doymak, yaşamak, güzelliği yaratmak, mutlu olmak için insanlaşmıştır. Ama bugün mutluluk yoktur. Güzelliği yaratmak için insanlaşmıştır, ama bugün güzellik yoktur. Açlığı ortadan kaldırmak için insanlaşmıştır; oysa bugün açlık vardır. Doğal olmayan ölümlerin önüne geçebilmek için insanlaşmıştır; bugün doğal olmayan binlerce ölüm vardır. Ve bunu da kendi eliyle yapıyor. Niye? Bunu kim yaratıyor? İnsan yaratıyor. Peki, bu nasıl bir insanlıktır? Demek ki bu, iki insan var ya da iki insanlık, iki kültür var demektir. Toplumsal yapıda birbirinin karşıtı olan ikilli yapı durumu da komünal toplum özellikleri ile devletçi toplum özellikleridir.
İktidar Güdülere Hitap Eden Bir Kültürdür;
Devletçilik, insanda tümüyle bitirilmemiş güdüsel-hayvani özelliklere hitap eden bir sistem ortaya çıkarmıştır. İktidar aslında insanın güdülerine hitap eden bir kültürdür. Ama insanda akıl, duygu ve sürekli bir yaratıcılık olduğu için, insandaki güdüsel-hayvani yan hayvanlarda olduğundan daha kötü şekilde ortaya çıkabiliyor. Bu da insanın bir özelliğidir. Aklın, duygunun ve vicdanın saptırılmasının toplumda ne kadar tehlikeli sonuçlara yol açtığı devletçi toplumda işlenen suçlarda ortaya çıkmıştır. Şimdi bu da bir kültür yaratmıştır kuşkusuz. İnsanlar, hayvanlar gibi öldürmez. Hayvanlar gibi öldürmediği için de insana ait bir öldürme kültürü geliştirilmiştir. Bu kültür avcılıkla ortaya çıkar. Doğayla birebir ilişki içinde olan insan, bu ilişkide de kendisine göre bir kültür yaratır. Tahribatları da, kötülükleri de kendisine göredir. Kendisine göre olduğu için bunlar da insanın bir kültürüdür. Ama hangi insanın kültürü? İktidarla, devlet tarzında insanları yöneten egemenlerin kültürüdür. Bunları insanlaşma dediğimiz kültürden ayrıştırmadan işin içinden çıkamayız. Zihniyet devrimi derken, tüm bunları birbirinden ayrı ele alabilen düşünce gücüne ulaşmayı dile getiriyoruz. Vicdan devrimi derken, bu kötülükleri sevmemeyi ve bunlar nefret etmeyi dile getirmeye çalışıyoruz. İnsanlara şunu söylüyoruz: Birbirini katletmek, insanları açlığa mahkûm ederek terbiye etmek, öldürmek kötüyse, her şeyin alınıp satılması ve kadının köleleştirilmesi kötüyse, adaletsizlik ve eşitsizlik kötüyse, bunu devlet sistemi yaratmıştır. Bunlar insan toplumunca yaratılamaz. Kendi çıkarı için binlerce insanı katletmek iyi midir? Buna iyi diyenler var, buna inananlar var. Bunun için varını yoğunu ortaya koyanlar var. Devlet ve iktidar gerçeği işte budur. İyi diyenler diğer tarafa geçer. Ama beş bin yıldır bu zihniyet insanlar üzerinde öyle bir egemenlik kurmuştur ki, bunu kabul etmeyen insanlara her kötülüğü reva gören yöntemler uygulamaktan geri durmamıştır.
Devlet denilen olgu kendi egemenliği altındaki milyonlarca insanın tümünü silahlandırıp birbirine saldırtmıyor; ama bu toplum içinde başkalarını öldürmeye yetecek kadar bir toplumsal örgütlülüğü yaratıyor. Örneğin bizim Türklerle ilişkimiz ortadadır. Gerçekten Türk halkı Kürtlerin kendi diliyle konuşmasına karşı mıdır? Kesinlikle karşı değildir. Ama devlet bu toplum içinde bazılarına bunu empoze etmiştir. İşte o faşist çeteleri sokaklara döküyorlar, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” diye slogan attırıyorlar. İnsan, kültürü içinde öğrenerek kendini yaratıyor. Bu insan için hem negatif hem de pozitif olan bir ikilemdir. Egemenler bu özelliği insanın bir zayıflığı olarak kullanıyorlar. Öğrenme özelliğini insanı köle kul yapmak için ele alıyorlar. Egemenlerin kültürü ve zihniyeti kendisini böyle insana aşılıyor. Örneğin yedi milyar insan içinde bir milyar insan, insanlığın dışında yaşıyor diyelim. Ama bunlar egemen olduğu için, bu bir milyar insanın söyledikleri, istedikleri bütün insanlara bir şekilde hükmediyor. Bütün insanlar bunu kabul etmiyor. Kabul etmediği için milyonlarca askerden müteşekkil ordular vardır. O kadar hapishane var, işkenceler var, polis ve istihbarat örgütlenmesi vardır. Komünal demokratik toplumda asker, polis ve istihbarat şebekelerine ihtiyaç yoktur. Çünkü yaşam hepsinin yaşamıdır. Devletçi sistemde başını kaldırdın mı seni vururlar. Tesadüf müdür her ilçede bir hapishanenin olması? Dünyanın her yerinde bu böyledir. Peki, her ilçede niye fabrika yoktur? İnsan bu kadar vahşi bir yaratık mıdır? Her yerde istihbarat, polis, asker vardır. Peki, niye her yerde öğretmen, doktor, mühendis yoktur? Devlet, yani egemen sistem işte budur. İnsanları kendi devlet sistemi altında tutmak için tabii ki belirttiğimiz bu kurumları devreye sokuyor. İnsan adına devletçi toplum sistemleri bunu yapmıştır. Kölecilik bir adım atmıştır, feodalizm ikinci adımı atmıştır, kapitalizm de bunun üçüncü ve son adımını attı. Bu adımların peş peşe yarattığı kültür ve ahlak, insanın kendine yabancılaşmasına gelip dayandı. Marks, bunu özel mülkiyet ile izah etmeye çalıştı.
Önderlik bunu yaşamın bütün boyutlarıyla değerlendiriyor. İnsana ait kültür ‘dağların doruklarında, ormanın kuytularında, çöllerin derinliklerinde’ yaşayarak bugüne kadar gelmeyi başarmıştır. Bizim amacımız bu kültürü yenilemek, büyütmektir. Biz Kürdistan’da bunu yapmaya çalışıyoruz. Toplumsal olarak da bizim bir özgünlüğümüz vardır. Bahsettiğimiz bütün güzel yaratımların ilki burada yaratılmıştır. Daha sonra halklar bunları tanıdıkça zenginleştirmiştir. Tüm bu sınıflı devletçi toplumsal sistemlerin her biri kendi egemenlik biçimlerine göre Kürt kültürü üzerinde tahribatlar yarattı. Bu tahribatlar içinde en tehlikeli sonuçlar, tartışma götürmez bir biçimde kapitalist aşamada ortaya çıkanlardır. Bilindiği gibi Kürdistan’ın dörde bölünmesi kapitalist sistemin Ortadoğu’da hâkimiyetini kurmasıyla başladı. Bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti Devleti eliyle Ortadoğu’da bir siyaset yürütülmeye başlandı. Bu siyasetin en tahripkâr sonucu, inkâr ve imha siyaseti olarak tanımladığımız yaşamın tüm alanlarını kapsayan lanetli sömürgeciliğidir. Dil yasağı ve inkârı bu dönemde başlar. Bu sömürgecilik altında Kürt olmak suçlu olmakla eş anlama getirildi. Kürt kültürünün asimile edilip bundan Türk yaratılması, stratejik bir uygulama biçiminde devreye sokuldu. Bizzat M. Kemal’in Kürt kültürünün araştırılıp tanınması için görevlendirdiği onlarca uzmanın olduğu bilinmektedir. Bundan sonra çok sistematik yürütülen asimilasyon politikalarıyla öyle bir Kürt yaratılır ki, kendisine Kürt demek için bin şahit gerekir. Bu ağır asimilasyonun sonuçlarını halen de görüyoruz. Örneğin Kuzey Kürdistan’da Kürtlerin küçümsenmeyecek bir kesimi Kürtçe’yi bilmez. Hatta sanatçı ve siyasetçi olarak kendilerini tanımlayan birçok insanımız dahi doğru düzgün Kürtçe bilmemektedir. Kim buna normal bir durum diyebilir? Bu normal durum olamaz. Ama bakın, öyle bir psikolojik durum var ki içimizde, bu basit bir şeymiş gibi görülmektedir. “Kürtsün, Kürtçe bilsen ne bilmesen ne” der gibi bir ruh hali vardır. Şunu söyleyelim: Her insan ille de ait olduğu halkın dilini bilmek mecburiyetindedir ya da Türkçe yasak olsun demiyoruz. Bizdeki durum düşman politikalarının yarattığı bir şeydir. Bu öyle kendiliğinden gelişmiş bir durum değildir, inkâr ve imha siyasetinin eseridir. Bunu asla unutmayalım. Kürt kültürü kapitalist milliyetçilik altında ezdirilip yok edilen, başkalarının ulusal değerlerine güç veren bir temelde ele alındı. Kürt kültürel değerlerini küçük görme, gereksiz ve işe yaramaz gibi görme hâkim kılınmak istendi. Bunda da belli bir mesafe alındı. Bunun nedeni ise, asimilasyonda önemli bir aşamada bitirilmek istenen kültürün sahiplerine kendi değerlerinin işe yaramaz olduğunu kabullendirmektir. Bakın, Lazlar ne hale getirildiler? Fıkralık halktırlar, değil mi? Bu suçtur, hakarettir ve oldukça trajiktir. Bunun sorumlusu ve suçlusu, Türk egemenliği adına hareket eden nesebi gayri sahih -soyları belli olmayan- kimselerdir. Kapitalizmde bir şeyin alınıp satılma durumunda olması önemlidir. Çünkü kapitalizmde bir şey kullanılmıyor ve satılmıyorsa değersizdir. Değersiz olan ise çöp sepetine atılır. Kürt kültürüne yapılmak istenen işte budur. Kullanılan değerlerimiz Türklere, Araplara ve Farslara peşkeş çekildi. Uluslararası sistem buna onay verdi. Kürt ihanetçileri de bunda görev aldılar. Bu işin yürütücüleri de başta Türk Devleti olmak üzere diğer sömürgeci egemen devletlerdir. Şu anda demokrasi naraları atanların hemen hepsi Halepçe’de binlerce Kürt katledildiğinde yine vardılar, ama seyirci konumundaydılar. Egemenler toplumlarında çıkarları için gerekli düzeni ve disiplini geliştirdiler; Kürt toplumunu ise dağıttılar.
Kapitalist değerler geliştikçe, buna karşı direniş göstermede her geçen gün takatten düşme yaşandı. Bunun için kapitalizm geliştikçe, feodal değer yargılarıyla yaşamı esas almaya devam ettik. Öyle ki, 1970’lere gelindiğinde, kapitalist mantık ve modernist paradigma açısından “Kürtler hiçbir şeydir” noktasına gelindi. Teknolojik üretim içinde işçi olmak bile Kürt’e çok görülmüştür. Fabrikada çalışabilmek için bilim ve tekniğin geliştirdiği üretim araçlarını tanımak gerekiyordu. Kapitalist modernist mantığa göre egemen olabilmek milliyetçiliği gerektirir; özel bir çiftliğin çevresine çit çeker gibi ülkenin etrafına sınır çizmeyi gerektirir. Pazarın geliştirilmesi gerekir, kapitalist bireyci kültürü geliştirmek gerekir. Kürt toplumsal yapısının kendi içindeki dinamikleri bu tür uygulamalara kapalıdır. Buna bir de dış sömürgeciliğin ve iç ihanetçilerin politikaları eklenince, kapitalist sistem içinde yaşamak anlamında iki yol kaldı: Ya asimile olup başkalaşmak ya da başkalarının kimliksiz hizmetçisi olmak. Bu uygulamaların hâkim olduğu süreçte Kürt’üm diyenin yeri hapis oldu, ölüm oldu. Burada da siyasi bir ilke devreye giriyor. Egemenler, Kürt olan bir insana şunu yaptılar: Kürt gözünü çıkartıp yerine Türk gözünü taktılar. Kürt dilini kesip yerine Türk dilini taktılar. Aynı şey diğer parçalarda da uygulandı. Böylece Kürt direnişi modern kapitalist sömürgecilik altında tümüyle savunmasız kaldı. Feodalizme ve köleciliğe karşı Kürt kültüründe direnebilecek dinamikler çok güçlüdür. Bunun nedeni hem feodalizmin hem de köleciliğin öz itibariyle ilkel komünal yaşam üzerinden kendilerini ifade ediyor olmasındandır. Ama kapitalizmde mantık, üretim aracı, dil ve biçim değişiyor. Kapitalizm zihniyette yaşanan bilimsel devrime dayanıyor. Bu devrimi kullanıyor. Rönesans’la başlayan bu süreç, tıpkı neolitik dönem gibi bir devrimdir. Onun için kapitalizm karşısında Kürtlerin eli kolu bağlıydı, Kürtler silahsızdı; ya asimile olup yok olacaklardı ya da kendilerini ölüme yatıracaklardı.
1940’lara kadar da direniş anlamında ülkemizde bazı denemeler vardır. Ama belirttiğimiz nedenlerden dolayı bunlar da daha büyük öldürmelerin gerekçesi yapıldı. Böylece Kürt toplumu parça parça asimile edildi ve 1970’lere varıldığında Kürtler açısından ne vardır ne yoktur, ne yaşıyor ne yaşamıyor, ne Kürt’tür ne Kürt değildir gibi bir kimlik biçimi hâkim hale getirildi. PKK öncesi Kürdistan nedir, ne değildir değerlendirmesini Önderlik çok yapmıştır. Bundan ötürü bugün Kürtler açısından dile getirdiğimiz olumsuzlukların önemli bir kısmı kapitalizmde Kürtlerin içine düşürülmüş olduğu durumla ilgilidir. Kürtlüğe yabancılaşmanın mesafesi on metreyse, bunun dokuz metresi kapitalizmde yürünen tersten yolun açtığı mesafedir. Kapitalist dönemde ulus-devletlerin yaptıkları karşısında feodalizmin ve köleciliğin yaptıklarını çok görmemek gerekir. 1920’lere kadar da Fars, Arap ve Türk kültürüne karşı bir Kürt kültür direnişi vardır. Bizler açısından asıl zehirleme kapitalist süreçte yaşanmıştır. İslamiyet sürecinde Kürtler Kürtçe medrese kurabildiler, İslam’ı biraz Kürtçeleştirmeye çalıştılar. Ama kapitalizmde Kürtçe dilinde eğitim halen de yasaktır. Feodaller Kürt govendlerini bozamadılar, ama kapitalizm bozdu. İslamiyet Kürt kıyafetleri ve motiflerini bozamadı, ama kapitalist uygulamalar bozdu. Kapitalizmde Kürtler evlerinde bile kendi dillerini konuşamaz hale getirildiler. Bu bir sistem olarak kapitalizmin özünden kaynaklanan bir durumdur. Kapitalizmde kültürleri tek tipleştirme hâkim anlayıştır. Örneğin Avrupa’da kültürler arasında ne kadar fark kalabilmiştir? Nerdeyse her şey birbirine benziyor. Kürtlerin kapitalist yaşam karşısındaki zayıflıklarından kaynaklı yaşadıklarına bir de Kürdistan’a biçilen statü eklenince, tam olarak bir ulusal ve toplumsal trajedi ortaya çıktı. Neden anamız babamız Kürtçe biliyor da biz bilmiyoruz? Hiç bunu kendimize sorduk mu?
CİHAN EREN 8.BÖLÜM
YORUM GÖNDER