SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (66.BÖLÜM)
a- İdeolojik kimlik düzeyinde gerçekleştirilen, Sümer mitolojisinin üçüncü büyük versiyonu, dönüşüm geçirmiş biçimidir. Kaynağın Sümer mitolojisi olduğu, son tablet çözümlemelerinden oldukça aydınlatılmış bulunmaktadır. Babil’de birinci, İbranilerde ikinci, geleneğin son çocukları Arapların elinde üçüncü dönüşümle en yetkin biçime kavuşturulmaktadır. Kaynak ve birinci, ikinci dönüşümlere ilişkin yeterince açıklamalarda bulunduk. Üçüncü dönüşümün iyice anlaşılabilmesi için, bu kaynak ve dönüşümlerin sıkça göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Burada amacımız ne Kuran’ın önemini küçümsemek, ne de zihin ve moral değerler üzerinde tam bir karabasan gibi çökertilen dogmatikleşmeyi sıradan bir dini gelişmeymiş gibi göstermektir. Tersine Kuran’a doğru sosyolojik yaklaşımı göstermek ve İslam dogmatizminin hangi lanetli çıkarlara büyük maske yapıldığını açıklığa kavuşturmak, temel bilimsel görevimiz olmaktadır.
Ortadoğu ve İslam aydınlanması, ancak bu görevini hakkıyla başardığında gerçekleşebilir. Hiç unutmamak gerekir ki, yaşanılan bir karanlık aydınlatılmadan, ne mevcut uygarlık güçleri doğru tanınabilir, ne de uygarlaşmada başarıyla oynanabilecek bir rolün gerekleri yerine getirilebilir. İslamiyet’le ilgili ideolojik tartışmada, “Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyor musun?” biçiminde bir soruyla giriş yapmak, en oportünist (saptırmacı) bir yaklaşım olup, tüm klasik ve ortaçağ sofistlerinin yöntemlerini kullanmak demektir.
Maalesef yüzyıllardır gerek ilahiyat, gerek felsefe, bu sofist yöntemle boş bir tartışmaya sürüklenmiş, bu yolla muazzam ölçülerde entelektüel güç boşa harcanmış, nice can alınmış, insanlar işkenceden geçirilmiş, zindana atılmış, sonuçta incir çekirdeğini dolduracak bir sonuca da ulaşılamamıştır. Halbuki Sokrates daha ilk sofistlerle olan diyaloglarında, tartışmanın bu tehlikeli biçimini sezmiş ve tüm ömrünü bu tehlikeyi önlemeye harcamıştır. Hep şunu demiştir: Özünü bil! Önemli olan boş tartışma değil, işin özüne ilişkin olanı bilebilmektir. “Marangoz var mıdır, yok mudur? Veya iyi midir, kötü müdür?” tartışmasını yapmak yerine, ona göre “En mükemmel (erdemli) marangozluk nasıl yapılır?” sorusuna yanıt bulabilmek önemlidir. Birinci tarz sofistlerin oportünist tarzı iken, ikinci tarz gerçek filozofların, bilge ve bilginlerin yolu ve yöntemidir. O halde İslam’ın temel çıkışı olan Allah’ın varlığı ve birliği ile ne kastedilmektedir? Hangi tarihsel ve toplumsal gelişmenin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır? Pratik amacı ne olmaktadır? Aydınlatılması gereken en temel sorular bunlardır. “Allah” kavramının gelişimini bir kez daha göstermeden önce, ilahiyat ve felsefenin çok işlediği “evrenin ilk nedeni, kurucusu, sahibi” gibi tanımlamaları fazla anlamlı bulmadığımı belirtmeliyim. Bunlar sofizme yakın tanımlamalardır. İster Allah’ın var ve tek olup olmamasına, ister ilk neden, kurucu, sahip olup olmamasına ilişkin düşünce ve tartışmaların neresinde olduğumuzu da anlamlı bulmamaktayım.
Bu hususları peşinen şunun için belirtiyorum: Özellikle, tarihte olduğu gibi güncel gericilik de pratik politik çıkarları gereği dini aydınlanmaya karşı kullanarak, bu kurnaz sofist yöntemlerle sonuç almaya çalışmaktadır. Türkiye’de ve birçok İslam ülkesinde halen gericiliğin bu yöntemleri en çok kullanarak önemli çıkarlar sağladığı görülmektedir. Muazzam bir istismar ve sömürü gerçekleştirilmektedir. Belki ileride bu değerlendirmelerimi de istismar edebileceklere peşinen belirtmeliyim ki, sürekli toplumla birlikte gelişen Allah kavramı, bilgi toplumunda da varlığını sürdürecektir, sürdürmelidir. Ama o artık ancak evrenin ve toplumun tekleşmiş yasasının bir ismidir. Bu yasayı ne kadar iyi tanırsak, ismini de, Allah’ını da o kadar doğru ve anlamlı tanımış olacağız. Bunun dışındaki tüm tanımlama ve tartışmalar sofistçedir. Esasta gericiliği ve karanlığı örtbas etmek ve sömürü düzeni, korku ve haksız çıkarlar dünyasını savunmak anlamına gelmektedir. Bu yaklaşımın ışığında Allah kavramını ilahiyat ve felsefe ekolleriyle değil, toplumbilimin yöntemleriyle çözmeye çalışacağız. Toplumla vücut bulan bir dini kimlik olarak hangi toplumsal gereksinimin karşılığı olarak ortaya çıktığını, geliştiğini ve dönüştüğünü tanımlamaya çalışacağız. Hz. Muhammed’in yaşamına ilişkin tüm belirtiler, en çok Allah kavramı üzerinde yoğunlaştığını göstermektedir. Kendini en çok uğraştıran sorun, Allah’ın varlık ve birlik kimliğinin açıklanmasıdır. Bunun yapay bir sorun olmadığı, çok büyük ve yoğun çabayla yanıt aramasından bellidir.
Kilit bir kavram olarak içeriği yeniden tanımlanmaya çalışılmaktadır. Doksan dokuz sıfatla yüklenmesi, nitelikte bir sıçramanın gerçekleştirilmeye çalışıldığını göstermektedir. Adeta Allah kavramına sürekli yeni biçimler altında ve çok yoğun olarak enerji içerilmektedir. Bu çalışmayı daha iyi anlamak için, liberalizm ve sosyalizm kavramlarına içerilen değerlerle mukayese etmek hayli öğretici olacaktır. Toplumsal dönüşümlerde ideolojik kimlik geliştirilirken, kilit kavramlar hep böyle amaçlanan değerlerle zenginleştirilmekte, güçlendirilmektedir. Arabistan yarımadasındaki kabilelerin genel tanrısal güç olarak El’i M.Ö 3000 yıllarından beri bir ideolojik kimlik olarak benimsemeye çabaladıkları bilinmektedir. Kavram, kabilelerin iç yapısındaki değişimlerle, dışta diğer topluluklarla, özellikle de yükselen Sümer ve Mısır uygarlıklarıyla girilen ilişkilerden doğmakta ve gelişmektedir. Totem, bu süreçte geri kabile döneminin yarı tanrısal varlığı olarak yetmezliğe ve yeni değişimlere yanıt veremez duruma düşünce, daha soyut ve gökte seyreden tanrı olarak El, zihne yerleşmektedir.
Şüphesiz bunda Sümer ve Mısır rahiplerinin gök düzeni ve ona dayalı en yüce ve değişmez tanrılar kavramı belirleyici rol oynamaktadır. Kabilelerin soyut ve monolitik yapısı, coğrafyanın yeknesaklığı ve uygarlık merkezleriyle olan ilişki ve çatışma düzeni, El’i tek ve birleştiren kavram olarak gelişmeye zorlamaktadır. İbrahim geleneğinin en temel özelliğinin bu olduğu, kapsamlı olarak açıklanmaya çalışıldı. Musa’nın kavrama yaptığı yükleme bir adım daha ileri götürülmüştür. Adeta El’i millileştirmiştir. “İsrael” kavram olarak İbrani kabilelerin “tanrıyla, El ile yapılan güreşi” anlamına gelmektedir. Çok özel bir yakınlık kurulmak istendiğine, İsrael kelimesi tek başına en önemli bir kanıttır. Daha sonra rahip Samuel ve onun desteğiyle kral haline gelen Davut ve oğlu Süleyman’la ilk politik güç merkezileşmesi haline gelerek resmileşecektir. El’in adı artık resmi tanrı olarak İbranice “Elohim”e dönüşecektir. Elohim’in, yoğunlaşan, politikleşen ve krallığa dönüşen İbrani kavminin, İsrael’in toplumsal varlığının yeni ifadesi, adı olduğu çok açıktır.
Dönüşen toplumun zihinsel soyut ifadesi, kavramlaştırılmış ideolojik kimliğidir. Kavramlardan güç çıkarma, güçlenmeden de yeni kavramlara ulaşmanın tarihsel ve çarpıcı bir yaratım örneğiyle karşı karşıyayız. Bu İsrael ilahının günümüze kadar hangi savaşlara, icatlara, yeniliklere, düşüncelere yol açtığı göz önüne getirilirse, ne müthiş bir tasarım olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER