SOYKIRIM KISKACINDA VARLIK SAVAŞI YÜRÜTMEK
Geleceğe yürüme gücü, bunun iradesinin ve eyleminin açığa çıkmasını “umut” olarak tarif ediyor Önder Apo:
“Kapitalist modernitenin yarattığı dünyaya bakın; yaşam her yönüyle kirletilmiş, insan insan olmaktan çıkartılmış. Kadını sahte, erkeği sahte, tarih ve dinler, kutsal kitaplar iktidar yalanlarının araçları haline getirilmiş. Ahlak, vicdan ve adalet gibi toplumsal değerler başta olmak üzere iğfale uğramayan tek bir değer bırakılmamış. Ben insanım diyen biri böyle bir ihanet zemininde nefes alabilir mi? Dipsiz ve karanlık bir kuyunun dibindeki biri için, kuyudan çıkmak için uzatılan ip ne ise, benim için de gerçek odur. Nasıl ki kuyunun dibindeki insan can havliyle bu ipe sımsıkı sarılıyorsa, biz de gerçeğe öyle sarılmalıyız. Umut dediğiniz şey de budur, gerçeğin yarattığı farkına varma, bilinçlenme ve bunun aydınlanmasında geleceğe yürüme gücüdür. Bunun iradesinin ve eyleminin açığa çıkmasıdır.”
Umut, gerçekten de günümüzün soykırım rejiminde yürüme takati veren en önemli duygu. Umutsuzluk, kendine ve yaşama inançsızlığın, anlam yitiminin bir sonucu olarak gelişiyor. Bu soykırım rejiminde her an yok edilme, kaybetme korkusuyla yaşamanın kendisi, insanı umutsuzlaştırır, iradesini kötürümleştirir, korktuğu şeyin kölesi haline getirir. Varlığını koruma güdüsü, varlığın özgürlüğünü yitirmesine galip gelir. Özgürlük, ancak anlam yüklü bir yaşamla birlikte değerlidir zira. Özgürlüğün vazgeçilmez bir ilke olmaktan çıktığı an, varlığın kendisini “ihanet zemininde” savunmasız bıraktığı andır. Özgürlük ruhu çalınmış bedenlerin, kendi üzerlerinde hükmü kalmaz. Kendi yaşamlarının kurucusu değil, figüranıdırlar. Yönlendirilmeye, yönetilmeye, sömürülmeye açık bir beden olmaktan başka yol çare bulamazlar, çünkü umutsuzluk ikliminde başka türlü nasıl yaşanılacağının bilgisi silinir hafızalardan. Bu insan, kendisi dışında her şey olabilir ama kendisini tanıyamaz. Yaşam anlamını sorguladıkça kendi anlamının peşine düşer insan. Kendi olma iradesi, ancak anlamlı bir yaşam arayışının gelişmesiyle oluşur. İşte o zaman beden ruh kazanır, özgürleşmek ister sınırlarından. Kendini tanımayan, kendi varlığının anlamını bilince çıkarmamış biri ne kadar kurtulabilir korkularından? Bu umutsuzluğu ve korkuyu yok edecek araçları oluşturmanın yolu ise “kendi kendinin olabilmeyi” başarabilmiş kadın gerçekliğinden geçiyor.
Diğer yandan, toplumsal sorunları çözmek, kendisi olmaktan çıkmış toplumsallığı yeniden varlık anlamıyla buluşturmak en büyük umut işçiliği. Tesadüfe bakın ki, kadınların yaşamını umutsuzluk cehennemine çeviren Suudi Arabistan’ın geçtiğimiz günlerde Mars’a gönderdiği uydunun adı da “Umut”. Dünya dışında yaşam izleri arayarak yeni umut vaadi dağıtılıyor adeta. Mars’a peşpeşe uyduların gönderildiği günümüzde, yaşamın anlamı, sınırları üzerine tartışmalar şüphesiz çok farklı boyutlarıyla sürmekte. Ancak, en önemli boyutu farklı bir yaşamın varlığına dair umut…
Evrendeki varoluşun bir iğne ucu kadarını ancak tutuyor yer ettiğimiz gezegen. Bu iğne ucunda yaşayan 7 milyar insan ve milyarlarca başka canlı türü varken kendi varlığını, yaşamını anlamlı kılma arzusu insanı yaşama bağlayan en güçlü duygu olagelmiştir. Anlam boşluğu, delilik ya da ölüm sınırına bırakır çoğu insanı. Kişi kendini tanıyabildiği, gerçekleştirebildiği oranda yaşamdaki varlığını da anlamlı kılar. İnsanı, kainatın bir aynası olarak tanımlayan inançlar, bir mikrokozmos olarak tanımlayan bilgeler, insanı bu koca evren içinde anlamlı bir varlık olarak konumlandırma arayışını dile getirmektedir bir bakıma. Önder Apo da insanı kendi farkına varan doğa olarak tanımlamaktadır. Burada ister tür olarak ister birey olarak insanı, toplumsallık dışında ele alamayacağımız için varlığın herkoşulda toplumsal olduğunu belirtmek gerekiyor. İnsanın varlığını anlamlandırması ancak hayatın evrensel ve toplumsal doğamızın bütünlüğü içerisinde kavranması gerçeğine dayanır. Bu bütünlük içinde kendi varlığını gerçekleştirebilen insan, özgürlüğünü sağlayabilen insandır.
Varlık, anlam ve özgürlük arasında da güçlü bir bağ vardır. Özgürlüğün ön koşulu, varlığın kendisidir. Olmayan bir şeyi özgürleştirmek mümkün değildir tabi ki. Ancak varlığın kendini oldurabilmesi, anlamlandırabilmesi için de özgürlüğe ihtiyacı vardır. Dolayısıyla anlamla buluşmayan bir özgürlük, varlığı beslemez. Diğer taraftan varlığı biyolojik-güdüsel sınırlarda kavrayan insan ile kainatın aynası olduğunun bilincine varan insanın özgürlük arayışları farklılaşır. Varlığını biyolojik-güdüsel yaşam sınırlarında ele alanlar için özgürlük arayışının ufku bellidir. Beslenme, barınma ve soy sürdürmedir bu ufuk. Gündelik dile çevirirsek, başını sokacak bir evi, karnını doyuracağı ekmeği, soyunu sürdürecek çocuklarının olması yeterlidir. Kendini mikrokozmos olarak evrende konumlandıran insan, biyolojik sınırlarla yetinmez, kültürel-toplumsal-felsefi anlamlar yükler özgürlüğe… Zaten insan türü, bu anlamlarla kendi farkına varan doğa haline gelebilmiştir.
Kültürel, ideolojik, politik konumlanmalar da varlık-anlam-özgürlük ilişkisini etkiler. İdeolojik, politik üretimi olmayanların, güdüsel anlamlara yüklenmesi normaldir. Çünkü her koşulda varlığını anlamlamlandırmak ister insan. Ancak varlığımıza biçtiğimiz bu anlam bizi nereye götürür, kendimizi gerçekleştirebilmemizi ne kadar sağlar gibi sorular sormak gerekiyor. Kendinden menkul bir varlık yoktur. Simone de Beauvoir’ın “kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünde işaret ettiği oluş halini bilince çıkarmak önemlidir. Her varoluş hali, bir kültürel birikimin, sosyolojinin ve siyasal zeminin neticesidir. Öyleyse kendi varlığımızı özgürleştirme arayışında içinde oluştuğumuz bu kültürel, sosyolojik ve siyasi zemini doğru tahlil edebilmemiz de önemlidir. Varlık savaşımı yürüten kadınlar, halklar, diller, inançlar varlığın bu doğasından kaynaklı, egemen sistemin kültürel, toplumsal zemin üzerindeki tahribatlarına yönelmektedirler. Örneğin, ağaçların ruhu olduğuna inanan ve varlığını bu ruhla gerçekleştirebilen bir himalaya köylüsü, ağaçların sadece kereste olarak görüldüğü bir ortamda kendisi olamaz. Karnını doyurabilmek için o ağaçları kesen bir şirkette çalışmak zorunda kaldığında, varlığını anlamlandırdığı ruhu kurutarak kendini de yok etmektedir.
En geniş anlamıyla kültür, varlığın doğasıdır. Dinamik, sürekli hareket halinde olan bir doğadır bu. Dolayısıyla varlık da sürekli oluş halindedir. Oluş halinin tıkanması ya da varlığın doğasından kopuşu, varlığın tümden yitirilmesiyle sonuçlanır. Önderlik, varlık, xwebun ve özgürlük arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken, felsefi yaşam arayışıyla gelişecek kültür devriminin önemini ortaya koyuyor: “Felsefi bir yaşama tutacak olursak, kültür devrimi varlığın kendini bilme, kendisi olma, kendini yönetebilme, kaos anından kendini kurtararak kendi düzenini ve öz disiplinini oluşturması durumudur. Kişi olarak, hatta halk ve hareket olarak başarının ölçütü, buna göre varlık bulmak ve özgürlüğünü kazanmaktır.”
Kimliksizleştirilen kadınlar, halklar olarak kültür devrimine bir varlık-yokluk savaşı olarak yaklaşmamız gerektiği açıktır. Çünkü kapitalist modernitenin tahakküm kurduğu siyasal zeminde Kürtlere bırakılan tek yaşam alanı biyolojik yaşam olmuştur. Soykırımın kıskacına alınan Kürt kültürü yani varlığı, ancak kültür devrimini gerçekleştirerek bu kıskaçtan çıkabilecekken, ne kadar çok çocuk doğurursa o kadar kıskacı kıracağını sandı. Kürt aile yapısında kadının fiili olarak çocuk doğurma makinasına dönüşmesi, bu yanılgının bir sonucu olarak gelişiyor.
Bilge’nin “varlığı olmayanın özgürlüğü olamaz” sözü, 21.yüzyılın çarpıcı bir gerçeğini ortaya koyuyor. Kapitalist modernitenin “önce boyun eğdir, teslim al; sonra kendine göre dizayn et” politikası şiddetini arttırarak henüz teslim alamadıklarına yöneliyor. Zira kendisine alternatif olabilecek, veya kapitalist modernitenin dışında bir yaşam olanağının varlığını gösteren herşeyi kendisine dönük bir tehdit olarak görüyor. Yerinde bir korku çünkü kapitalist modernitenin kendini bütün vahşetine rağmen sürdürebilmesinin en büyük nedenlerinden biri alternatifsizmiş gibi görünmesi. Kendine göre dizayn ettikleri için “bahşettiği” özgürlükler, zenginlikler de yok değil. Celladın idama götürdüğü mahkuma son isteğini sorması gibi bir durum. O noktadaki mahkumun isteyebileceklerinin sınırı bellidir. Bir alışveriş merkezine benzetmiştir dünyayı kapitalist modernite. Sanal bir özgürlük alanı yaratarak, insanların duygularını tatmin etmeye çabalar. Bilincimize sınırlar çekilmiştir böylece. Dizayn edilenle gerçeğin sınırları birbirine karışmıştır. Terbiye edilmiş bir varlık sözkonusudur. Önder Apo’nun belirttiği gibi “Genelde uygarlık ve özelde kapitalist modernite, oluşturduğu ideolojik baskı ve sömürü tekelleriyle, köleliğin her biçimine bulanmış, bol yalanlı, demagojik ve bireyci yaşamlarla yanlış yaşamayı mümkün kılar ve kabul ettirir.”
Teslim alamadıklarını ise açlıkla, şiddetle, yoklukla dize getirmeye çalışmaktadır. Bu tabloya baktığımızda gerçekten de varlığımızı özgürleştirmek istiyorsak dönüp sormamız gerekir, varlığımızdan geriye kalan nedir? Ve nasıl özgürleştireceğiz? “Kültürel soykırımın, kapitalist modernitenin, gelenekselliğin, beyaz yaşam tarzının” varlığımız üzerindeki etkisi nedir? Kendi kendimizin olmak, umut ilkesini, özgürlük ilkesini yaşamın yürütücü gücü haline getirmek için payımıza düşen sorumluluk nedir?
Teslim olmayanlar, herşeyi göze alarak direnenlerin dünya dışı gezegenlerdeki yaşam olasılıklarına bağlayabilecekleri umutları yok. Ve terbiye edilmenin, özgürlük ilkesinden vazgeçişin varlıklarından geriye kalan ne varsa yok olması anlamına geldiğinin bilinciyle sarılıyorlar yaşama yükledikleri anlama, bu dünyaya sığdırdıkları umutlarına. Dağların kadınları, çöllerin bedevileri, amazonların yerlileri, hindistan’ın çiftçileri, şehirlerin gettoları… Prometheus’un ciğerleri misali hergün bir parçası sökülse de vazgeçmeyenler…
Kendi kendinin olmak (xwebun), özgürlük ve umut arasında diyalektik bir ilişkisellik vardır. Varlığın kendi özüne dönüşü yani kendisi olması, harekete geçme enerjisi verecek umut ve özgürlük idealiyle anlamlı bir forma kavuşur. Varlık, bilinç ve form arasında böylesi bir bütünlük olduğunu kavramak, sahte yaşam formlarının gerçek yani anlamlı olandan ayırd edilmesini sağlar. Sahte yaşam formları, varlığın kendisini yanlış bilinçten, yabancılaşmadan, soykırımcı etkilerden kurtarması, toplumsal kimliği ve benliği ile buluşmasıyla aşılabilir. Bu noktadada kendisi olabilmiş kadın gerçekliğinin dönüştürücü gücünün farkına varmak, anlamını bilince çıkarmak önemli oluyor. Bu bilincin pratikleşerek yaşam gücüne dönüşmesi, kişiliğin kendi hakiki doğasına dayanarak yeniden oluşumu ve gerçek bir varlık haline gelmesi sürecidir. Kadının bu yönlü mücadelesi, bütün toplumu etkileyecek bir zemin olmaktadır. Öyleyse bütün toplumsal mücadele alanlarının kadınların varlık savaşını “kadın özgür olmadan, toplumun özgür olamayacağı” bilinciyle ele alması, sahiplenmesi elzemdir. Önder Apo’nun bu bağlantıyı ifade eden cümleleriyle tamamlayalım:
“Zorba ve sömürgen erkek eli ve aklıyla kadın yaşamına binlerce yıldan beri yedirilen köleliğin düzeyini tüm içerik ve biçimleriyle kavramak gerçekler sosyolojisinin ilk adımı olmalıydı. Çünkü bu alandaki kölelik ve sömürü biçimlenişleri tüm toplumsal kölelik ve sömürü biçimlerinin prototipidir. Bunun tersi de geçerlidir. Kadın yaşamına içerilmiş köleliğe ve sömürüye karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesi ve bu mücadelenin kazanım düzeyi, tüm toplumsal alanlardaki köleliğe ve sömürüye karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesinin temelidir.”
KAYNAK: AMARGİ
YORUM GÖNDER