DEVRİMCİ KÜLTÜR ve AHLAK 2.BÖLÜM
Yalan Kültürü Etrafında Dönen Her Şey Devlet Kültürüdür;
Burada şu önemli gerçek ortaya çıkıyor: Bir araç veya herhangi bir değer için bu devletçilerin ya da komünlerindir denilemez. Nasıl kullanıyorsak o önemlidir. Hepimizin bildiği gibi, saban komünal toplumun hâkim olduğu dönemin aracıdır. Ama bu araç daha sonra köle ve feodal efendilerin tarlasını sürdü. Kapitalist çiftlikleri sürdü. Bu, toplumsal ilişkilerde ne demektir? Özel mülkiyet demektir. Demek ki kültür değerlerinin kendisi değil, kullanılma biçimi çok önemlidir. O zaman şunu da söylemek gerekir: Nasıl ki neolitiğin sabanı özel mülkiyetle efendilerin oluyorsa, efendilerin elindeki özel mülkiyet kültürü de değişebilir. Çünkü kültür ürünleri yapıldığında, onların yapısına özel mülkiyet aşısı yapılmıyor. Tüm ürünlerin bünyesinde toplumsal yaşama cevap olma tohumu vardır. İşledikçe ürün veriyor, insan hayatını yaşanır kılıyor. Buna rağmen kültürün neden özel mülkiyet adı altında bünyesi değiştiriliyor denilecektir. Bunun cevabı, “büyük toplum yalanı”dır. Egemenler büyük yalanlarla bunu yapıyorlar. “Büyük toplum yalanı”, bildiğimiz kadarıyla bir Önder APO tarafından yapılmış bir kavramlaştırmadır. Komünal demokratik kültürün ve yaşamın saptırılıp egemenlik altına alınmasının yol ve yöntemleri için kullanılmıştır. Bu yalanlarla kültür olmayan, ama kültürmüş gibi birtakım etkili şeyler yaratmışlardır. Öyle ki, bu yaratımların hepsi gereksiz ve toplumsal yaşamın bünyesini bozan fazlalıklardır, insanlık kültürü değildir. Devletçi toplumun toplumu tüketirken karşı koyuşlar ortaya çıkmasın diye ve çıktığında da etkisizleştirilmeleri için yaratılmıştır. Bu çok önemli bir konudur. İnsan yaşamındaki yalanları –mitolojik, dini, felsefi ve bilimsel olanları- çıkarırsak, geride komünal toplumsallığın kendisi kalır. Yalan kültürü nasıl işliyor? Bunun için günümüzü örneklendirmek gerekir. Çünkü “yalanın güzeli” günümüzde söyleniyor, yaşanıyor. Sistem çok biçimsel ve makyajlı olduğu ve imaja önem verdiği için, yalanları da makyajlıdır, boyalıdır. Şunu demek istiyoruz: Teknoloji ve bir üretim yeri olarak yaratılanlar bir sınıfın, bu arada kapitalistlerin olamaz. Zaten insan kültür ürünlerini başında egemenler yaratmak için yapsaydı ya da bu egemenlik oluşumu kültürel değişimin karakterinde olsa ve değişimin doğal bir sonucu şeklinde ortaya çıksaydı, bu gelişme ilk toplumsal dönemde de olurdu. Ama binlerce yıl yaşanmış komünal toplum gerçeğin hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Her gelişme tüm insanlığına aittir. Yalanlar işte bu temel ilkeyi bozmak için devreye giriyor. “Bilim ve teknoloji kapitalistlerindir, onlar yapmıştır” demek yalan kültürüdür. İnsanları buna inandırmak için yapılanlar yalan kültürüdür. Üretilen bu yalanların topluma ulaştırılması için geliştirilmiş yol ve yöntemlerin içinde yalanlar vardır. Daha somut olarak belirtirsek, meşru savunma dışında geliştirilen şiddet, baskı ve devlet adındaki kurumların işlevsellik tarzı, iktidar, aşırı tüketim, bencil duygu ve düşünceler, kadının karılaştırılması, tüm toplumun karılaştırılması vb. şeyler “büyük toplum yalanı” ile yaratılmış insanlık dışı kültürdür. Bu kültür gereksizdir, fazlalıktır. Bu yalan kültürü etrafında dönen her şey devlet kültürüdür. Bu çarkın dönmesinde çıkarı olanlar da devletçilerdir. Bu bakış açısıyla kültürel değerlerin maddi ve manevi olanlarına bakıldığında, iki ayrı kültür dünyasının olduğu görülecektir. İçinde bulunduğumuz süreçte en büyük kültür, bu iki ayrı kültür dünyasını birbirinden ayrı görecek bir düşünce kültürüne kavuşmaktır. Kültür ayrıştırmasına ve sadeleştirmesine bir de yaşamı var eden pratik alanların özgünlüğünde gidebiliriz. Bu alanlara kısaca bakalım. Kültür çok geniş bir alan olduğu için, her değişim kültürün bir boyutunu temsil eder.Örneğin kültür yaratma açısından ekonomi kendi başına bir alandır. Bu alan daha çok insanların beslenme ve üretim gerçekliğiyle ilişkili bir durumdur. İnsanların ekonomik faaliyette bulunurken, bu alan özgülünde giderdiği ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları gidermesi için yarattığı araçlar bu alanın kültürünü ifade ederler. En geniş ve önemli sahalardan biri budur. En hızlı değişime uğrayan da bu sahadır. Üretim araçlarının toplumsal yaşamda oynadıkları rol çok çözümlenmiştir. İnsan zihniyetinin birebir yansıyarak pratikleştiği bir alandır. Toplumsal biçim daha çok ekonomik kültürün biçimiyle şekilleniyor denebilir. Örneğin devletçi toplum en fazla ekonomik alanı ele geçirip, bu sahada ortaya çıkan ürünler üzerinde egemenliğini kurarak toplumu denetimine almaya çalışır. Çünkü ekonomik alan kültürleşmesi, toplumsallaşmanın ve dolayısıyla kültürleşmenin temelini döşeyen beslenme ihtiyacını karşılar. Toplumsal temel olması da bundan dolayıdır. Örneğin diğer tüm kültürel yaratım sahaları kendini bu alanda kanıtlayarak ne kadar iyi olduklarını ispatlamaya çalışırlar. Ekonomik kültürün büyümesi, toplumsal yaşamın önemli oranda rahat yaşanmasına yol açar. Sistemlerin toplumu yürütüş tarzı ve kültürel karakterine göre, bu sahanın kullanılması kültürel değişimde her zaman önemli bir gerekçe olmuştur. Marksist teori ve mücadele biçimi buna örnektir. Kapitalizmin bu kültürü toplumsal değişime karşı ne ölçüde engel haline getirdiği ve biyo-iktidar düzeyinde kullandığı iyi bilinmektedir. Son yıllarda Kürt halkına karşı arkasına ABD’yı almış Fettullahçılarca yürütülen mikro ve makro krediler, kömür ve makarna dağıtımı buna örnek olarak verilebilir. Kısacası kültürü değiştirmek isteyenler de, değişmesini istemeyenler de bu önemli kültür yaratma sahasına ve bunun olanaklarına yönelmişlerdir.
Güzel Olan Sanatsaldır;
Yine sanat, kültür ürünlerinin kendisini en rafine haliyle dışavurduğu bir alan olması itibariyle biraz daha farklı değerlendirilebilir. Sanatla insan kendi duygu ve düşüncelerini biçimlendirir. Bilindiği gibi kültürün komünal değer ifade edebilmesi için toplumsal yaşamın özgür ve eşitlikçi karakterini esas alarak yapılan her değeri doğru, yararlı ve güzel olması temel kıstastır. Tüm bu özellikler insan yaratımlarının içinde yan yana olur. Bütünlüklü tarzda kültürel ürünlerin değerliliğini ortaya çıkarır. Buna bilimsellik, etik ve estetik değerlerin bir değeri ifadeye kavuşturması diyoruz. En fazla kültür olmayı başarmış ürünler bu üç temel özelliği en güçlü barındıranlardır. Tabii doğru, yararlı ve güzel kavramları daha çok felsefi konulardır. Burada neye ve kime göre sorusu önem kazanıyor. Hangi ölçüleri esas alarak bir değere doğru, yararlı ve güzel diyoruz? Yukarda da belirttik: Toplumsallığın komünal özünü esas alarak bunu yapıyoruz. Bu düşünsel yaklaşımdan hareketle, toplumu bitiren ve insanı öldüren araçlar dışındaki hemen hemen tüm araçların yapılması gayesi doğrudur. Bunlar yaşamın gelişmesine ve kolaylaştırılmasına vesile oldukları için yararlıdırlar. Bir değer eğer bu iki ilkeyi bozucu rol oynamıyorsa, yararlılığı kullanıldıkça artıyorsa güzeldir. Güzel olan sanatsaldır. Bilindiği gibi sanat veya sanatsallık sadece müzik, resim tiyatro gibi üretim alanları geçerli değildir. Bu temeldeki sanata en rafine sanatsallık diyebiliriz. Sanatsallık insanlığın özünde vardır. Çünkü her insanın en güzeli bulma, ortaya çıkarma ve yaşama isteği ve amacı vardır. Bunun için her insanın eyleminde bir sanatsal yan bulunmaktadır. Kültür değerlerinde sanatsallığın ya da felsefede dile getirildiği gibi estetik yanın özgünlüğü, bunu ifade eden yaratımının bir benzerinin olmamasıdır. Yani sanatsallık tümüyle insana özgü bir özelliktir. Kültür değerlerini doğadaki diğer tüm değişimlerden ayıran en temel özellik sanatsallık dediğimiz yandır.
İnsan yaşamak için doğada birçok eylemde bulunur. Kendine ait bir hareket ve değişim şekli vardır. Ancak bu insan uğraşlarının hemen hepsinde doğadan ve diğer canlılardan bir etkilenme ve uyarlama da vardır. Örneğin beslenme bir canlılık kanunudur. Hayvanlar da beslenir. Savunma yine böyledir. Barınma yine bir doğa olayı gibi her canlının bir faaliyettir. Kuşkusuz insan bunları yaparken çok değişik süreçler pratikler ürünler temelinde bunu yapıyor. Ama sanatsallık dediğimiz olay, bir doğa kanunu gibi her canlının faaliyeti değildir. Örneğin sesin beste olması, renklerin bir tabloda resim halini alması, kimi davranış ve mimiklerin tiyatro olması vb. kendiliğinden olmayan, insanlarca yapılan bir eylemdir. Bunun için sanatsal bir dil vardır. Zaten ilk insanlar kendi farklarını ifade ederlerken, bugün sanat dediğimiz dışavurumları kullanmışlar, dans etmişler, ilginç seslerle sevinçlerini dile getirmişlerdir. Sanat konuşma dilinden önce insanlar arasında anlaşma kültürü olarak kullanılmıştır denilebilir. Sanatla insan bir yaşamın sevinçlerini, hüzünlerini, acılarını dile getirir. Sanat duygu ve düşünceleri hem biçimlendirir, hem de insanın yaşadıklarını dışa yansıttır. Sanatın bir özelliği de yaşama dair olan her şeyi kendi konusu olarak görmesi ve değerlendirmesidir. Bunun için birçok yerde kültür ile sanat neredeyse aynı anlama gelecek biçimde kullanılır. Sanata önem vermek, güzelliğe önem vermektir, insana önem vermektir. İnsan en güzeline layıktır. Bizde de kültür ve sanat yan yana kullanılır. Bu, sanata yüklediğimiz anlamla ilişkilidir. Kültür değerlerinin kimlikleşmesinde bu anlamda sanata çok rol düşüyor. İnsanın kendinden doğaya kattıklarının, insani olanların hepsinde sanatsallık vardır. Kimin, hangi toplumun doğaya ne kattığını öğrenmek için de sanat gereklidir. Örneğin birçok şey asimile edilip tanınmayacak kadar başkalarına mal edilebilir. Bu sadece sanat değerlerinde mümkün değildir ya da oldukça zordur. Sanat konusunu ele alırken belirtilmesi gereken bir şey de, yukarıdaki tanımlamaya uymayan, ama sanat gibi duran ürünlerdir. Bunun nedeni yine komünal toplum ve devletçi toplum kültürleri arasındaki öz farkıdır. Devletçi toplum da kendi farkını en fazla sanat ürünleriyle ortaya koymaya çalışır. Onlar da devleti var eden hangi yaratımlarsa, onları sanatsallık olarak insanlığa sunarlar. Belki farklı bir tartışma konusudur, ama devletin kendini hâkim kılmaya çalıştığı köleci dönemde bu işi sanatla egemen kıldığını söylemek abartı sayılmaz. Örneğin mitolojideki edebi dil, zigguratların mimarisi, heykel olarak putlar buna örnek verilebilir. Bu güçler kendi zulüm ve işkencelerini de sanatsallıkla insanlara güzel diye sunmuşlardır. Tıpkı bugün bireyci tiplerin sanatın vazgeçilmez karakterleri olarak topluma idol diye sunulmasında görüldüğü gibi. Sanat ürünlerinde kullanılan duygu, düşünce, dil, şekiller, nesneler ve renkler gibi sanat ürünün ortaya çıkması için gerekli araçlar da kültürel olarak toplumların kimlikleriyle ilişki içindedirler. Her coğrafyanın ve toplumun sanatsallığını en uyumlu veren araçlar vardır. Örneğin müzikte seslerle enstrümanlar arasındaki uyum gelişigüzel olmaz. Mey ve ney Batı seslerine, ritimlerine fazla uymaz. Saksafon da Doğuluların sesleriyle ritmik yapısına fazla uyumlu olmuyor. Yani her kültürün kendi sanat biçimi ve ürünleri vardır.
Siyaset Toplumsal Yaşamı Yönetme Görevini Yerine Getirir;
Siyaset dediğimiz kültürel alan insanların kendi toplumsal sistemleri içinde karşılaştıkları sorunları giderme, üretim alanları ve toplumsal tabakalar arasında koordine mekanizmasını oluşturma, buna yöntem geliştirme alanı olarak değerlendirilebilir. Siyasi kültür anlaşılmaya en muhtaç alan olmaktadır. Tüm kültür alanlarını hep birlikte insanlığın motoru olarak ele alırsak, siyaset bu motorun şoförüdür. Siyaset alanına kültürel yaratımlar dünyasının şoförlüğü benzetmesini yaparken, bunu çok fazla kişiselleştirdiğimiz, çok fazla iradeleştirdiğimiz, diğer alanların inisiyatiflerini siyasete yüklediğimiz anlamı çıkmasın. Bu benzetmeyi rolünün daha iyi anlaşılması için yaptık. Siyaset toplumsal yaşamı örgütler, biçimlendirir, işbölümlerini düzenler. Yani kültürümüzden daha iyi faydalanmak için yaptığımız iş oluyor. Toplumsal yaşamı yönetme görevini yerine getirir. Bir hizmet alanıdır. Siyaset, insanın toplumsal yaşamı içinde kültürel ürünlerini yaratırken, bu yaratım sürecinin planlı, amaçlı ve hedefli olmasının yanında, kısa, orta ve uzun vadede en az emekle en çok ürün, en az ürünle en mutlu yaşam, emek süresi ve zorluklarına göre toplumsal paylaşım ve adaleti sağlama faaliyeti olarak değerlendirilebilir. Siyasi kültürün toplumsal yaşamda görevlerini yerine getirerek katkısının gerçekleştirilmesi konusunda insanlarda bir duyarsızlık vardır. Aslında her insan siyasi bir kültüre sahiptir. Plan, amaç ve hedeflerden bahsettik. Her insanda bunlar mevcuttur. Siyaset alanında konuşulacak o kadar çok şey var ki, tartışmamızı buna boğmadan kısa bazı hususları dile getirerek yetinelim.
Birincisi;
siyaset kültürlerin birbirinden en net olarak ayrıştığı alandır. Bir insanın toplumsal işbölümlerine, kültürel ürünlerin paylaşımı ve kullanılmasına yaklaşımı, onun dünya görüşünü hemen ele verir. Komünal olup olmadığı net olarak ortaya çıkar.
İkincisi;
devletçi toplumun en fazla hâkim olduğu toplumsal alan siyasettir. Devlet iktidarlarından çok çekmiş toplumsal kesimlerin hafızalarında, siyaset eşittir iktidar veya devlet gibi bir yanılsama vardır. Toplum yeterince bilincinde olmasa da, devlet ve iktidar adı altında yalan söylendiğini hissediyor. Bir yere kadar bunun farkındadır. Siyaseti de bu yalan mekanizmasıyla tanıdığı için kendi işi olarak görmüyor. Bu da toplumsal kesimlerin siyasete uzak kalmalarına yol açıyor. Aslında tanıdığı devlet ve iktidar siyasetidir. Komünal demokratik toplumun da bir siyaseti vardır. Örneğin PKK siyaseti böyledir. PKK özgürlük, demokrasi ve adalet için siyaset yapıyor. Bu erdemlere inanan insanları bir araya getiriyor. Onların dili ve yüreği olmaya çalışıyor. Siyasette yapılması gereken ilk şey, siyaseti iktidar güçlerinin elinden almak, en azından alternatif siyaseti geliştirmek olmalıdır. Bu anlamda toplumun en fazla da
siyasileşmesine ihtiyaç vardır. Siyasetsizlik veya siyasetten uzak durmak demek, “Şimdi beyefendiler ve hanımefendiler de var; ben şu kadar çalıştım, şunu yarattım. Bunu ne yapalım, nereye bırakalım” deyip emeğini egemenlere teslim etmek demektir.
Üçüncüsü;
siyasetin emeğin korunup geliştirmemesi ve topluma yaydırılmasıyla direkt bir ilişkisi vardır. Bunları belirtirken, içimizde bazı arkadaşların “Yöneticilik benim karakterim değil, ben yönetim olmak istemiyorum” demeleri aklıma geldi. Bu arkadaşların tutumlarının bizi sadece hareket olarak değil, bir halk olarak da nereye götürdüklerine bakalım.
Dördüncüsü;
bu konuda komünal demokratik siyasetin, toplumsal siyasetin merkezi koordinasyonu görev ve sorumluluğunun yerine getirilmesi gibi bir özelliğinin var olduğunun bilinmesidir. Yani tüm toplumun ortak eğilimlerinin sözcüsü olarak, uzlaşan veya uzlaşmaz çelişkilerin koordine edilerek, toplumsal yaşamın dengede yürümesini sağlama görevinin olduğunu bilmektir. Siyaset kültürü içinde komünler, meclisler, partiler, dernekler, sendikalar gibi kurumlar, örgütleşme alanları vardır. Din önemli bir siyasi alandır. Siyasi çalışmalarda kullanılan birçok deyim ve kavramın din kökenli olduğu biliniyor. Siyasetin çalışma yöntemi esasta dinlerin çalışma tarzından çıkmıştır. Dini kişiliklerin ve partilerin etkili olmasının bir nedeni de bu çalışma biçimlerine hâkim olmalarıdır.
Dil ve Düşünce Alanı İçinde Kültürel Zenginliğin En Rahat Bulunabileceği Alandır;
Yine kültürün kendisini içinde en geniş biçimde ifade edebildiği dil ve düşünce ayrı bir alandır. Bir insanın düşüncesinde ve dilinde yaşamın diğer alanlarına ait kültürel değerler bulunabilir. Bunun için kültürü ele alıp değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda, insanların bütün kültürel zenginliğini içerisinde en rahat bulabileceğimiz alan düşünce ve dil alanıdır diyebiliriz. İnsan bütün yaratımlarını düşünerek yapıyor, yaptığı bütün ürünler düşüncesinde bir yansımaya kavuşuyor. Belki bir topluluk veya herhangi bir grup kendi zihniyetinde tüm yaratımları tanımlamaya kavuşturmuyor olabilir; ama o grup ya da o topluluk, dilinde ve düşüncesinde kendi tarihsel geçmişinde yarattığı bütün ürünlerin izlerini taşır. Tümünü olmasa da, bunların çok önemli bir kısmını dilinde ve düşüncesinde izleyebiliriz. Dolayısıyla bir toplumun kültürel ürünlerini ele alacak olursak, onun düşünce dağarcığını ve dilini çözümlemeye tabi tutarken, bu toplumun hangi tarihsel süreçlerden geçtiğini, neler yarattığını ve nasıl bir değişim yaşadığını çok rahatlıkla izleyebiliriz. Bu anlamda da kültürel ürünleri yaratım ve değişim açısından anlaşılır kılmak ve sadelik içinde dar da olsa değerlendirmek, daha çok bu iki alan üzerinden mümkündür. Kültür tanımlaması yapmak ve konumuzu anlaşılır kılmak için dile getirebileceğimiz önemli bir nokta da bu oluyor. Kültür-düşünce, kültür-dil ilişkisi toplumların kimliklerinin farklılıkları açısından da önemlidir. Her halkın ismi ile dilinin aynı olması da bundan kaynaklanıyor. Lisan insan ilişkisinin önemini vurguluyor. Kürtçeye düşmanlık bundan dolayıdır.Türkiye Devleti neden Q, W, X harflerine düşmandır diye hiç merak ediliyor mu? Sanırım dillerde kimi sesler ve bu sesleri simgeleyen harfler sadece bir halka ait oluyor. Bunu hiçbir yerde okumadım, ama bana mantıklı geldiği için paylaşmak istiyorum. Ne kadar bilimsel ve tarihsel olur, bilmiyorum. Kürtçe dilinde de bu üç harf tam Kürt sesleridir. Dikkat edilirse, bir kişi asimile olmuş olsa bile, Türkçe konuşup K ve V harflerini kullandığında, Kürtçedeki Q, W ve X seslerini çıkarır. Eğer Kürtler bu üç sesi unuturlarsa veya gırtlak yapıları bunları çıkaracak özelliğini kaybederse, Kürtçe o zaman tümüyle ortadan kalkar. Sanırım devlet bunun için Kürtçeye, ama özellikle bu üç sese düşmandır. Kültür açısından diğer önemli bir nokta da, sıkça vurguladığımız gibi, kültürel ürün ve toplum ilişkisidir. Bireylerin kültürü olmaz. Birey kendi başına kültür yaratamaz. Çünkü insan toplumsal bir varlıktır. Birey toplum içinde şekillenir. Toplum kolektivizmi, ortaklığı ifade eder. Bir insanın toplum içerisinde bir şey ifade edebilmesi için, önce o topluma katılması gerekir. Bir insanın topluma katılması demek, o toplumdan etkilenmesi demektir. Yani diğer insanlardan etkilenmesi demektir, diğer insanlardan güç alması demektir, kendi gücünü diğer insanlarla paylaşması demektir. Kültür olgusunu ele alırken, toplumsal gerçeklik açısından bir de böyle değerlendirme yapmak mümkündür. Dolayısıyla bir toplumun kültürünün bütün zenginliklerini bir insanın yaşamında ya da zihniyet kalıpları içerisinde değerlendirmek zor bir mesele oluyor. Örneğin Kürtlerin kültürel geçmişlerini, tarihsel süreçlerinin tümünü salt bir insanın duruşundan yola çıkarak tanımlayamayız, çözümleyemeyiz. Bir insanın duruşu bir noktaya kadar o toplumun yaşadığı kültürel düzeyi ve geçmişini ele verebilir. O toplumun yaşadığı önemli süreçleri o insanın duruşunda, konuşmasında, zihniyetinde, üretim biçiminde değerlendirebiliriz. Ama bu çok dar bir çözümleme olur.Kürt bireyleri olarak içinde yaşadığımız süreç toplumumuzun içinden geçtiği süreçten kopuk değildir. Ancak bundan ne kadar etkilendiğimiz ve buna ne kadar katıldığımız, bireyler olarak yaşam kültürümüzü belirler. Çünkü öğrenmek yaşadığımız süreçte oluşur. Toplumsal yaşam öğretir. Tarihin tümü toplumda mevcuttur. Birey bunun ne kadarını öğrenebilir? Burası biraz çelişiktir tabii. Her insan kendi başına bir şey yaşamaz. Toplum bir şey yaşar, insan bunun içerisinde etkilenir, onun bir yansıması olarak bireyin duruşunda dışavurur. Onun için de kültür tanımlaması toplumsal gerçeklik temelinde yapılır ve kültür toplumsal etkinliğin sonucunda oluşur, birey bunun içinde şekillenir denilir. Artık birey kendi yeteneğine göre bu sürece katılır, bu süreçte olumlu ya da olumsuz bir şekilde rol oynar. Kültür açısından önemli bir nokta da işte budur. Kültür açısından diğer önemli bir şey toplumsal yaşamın insanlığın belleği, hafızası olması durumudur. Toplum sadece insanların bir araya gelmesi değildir. Toplum aynı zamanda insan yaratımlarının içinde kalıcılaştığı bir yaşam alanıdır. Bu, insan açısından bellek oluşturmadır. Yani geçmiş yaratımların hafızaya dönüşmesi de toplumsal yapının bir sonucudur. Dolayısıyla tarihsel bir aşamayı değerlendirdiğimizde, bu gerçeklikten ötürü bugün yaşadığımızın salt bugünle ilişkili bir şey olmadığını bilmemiz gerekir. Bunun için de bulunduğumuz anda yaşadıklarımızın önemli bir kısmı geçmişte yaşanan birikimlerin ya doğrudan ya da dolaylı sonuçlarıdır; bu birikimlerin değişim ve dönüşüme uğramış biçimleridir. Zaten bugün değiştirdiğimiz, değiştirmek istediğimiz şeyler, bizim geçmiş tecrübelerden edindiklerimizin kazandırdıkları ile oluyor. Bugünün maddi ve manevi kültürü de bunda oluşarak gelişiyor. Bu açıdan da kültür konusunda en somut, en belirleyici ve etkileyici olan yaşanmış olanlardır. Yani kültür açısından geçmiş önemlidir. Çünkü gelecek henüz yaşanmış, oluşmuş değildir. Gelecek henüz kendisini ortaya koymuş değildir. Gelecek henüz kendisini yaratmış, somutlaştırmış değildir. Bu anlamda da hem kimlik itibariyle, hem ürünler bakımından, hem de düşünce ve dil açısından kültürde belirleyici olan geçmiştir, geçmişin etkileridir diyoruz.
Kültür Toplumun Kimliğidir;
Günümüzde de eğer bir değişiklik gerekiyorsa, bir değişim ihtiyacı fark ediliyorsa, burada en önemli husus insanın geçmişine nasıl baktığıdır. Bu hususta insanın kültürel geçmişini nasıl ele aldığı çok önemlidir. Çünkü mutlak, sıfırdan veya durup dururken bir yaratım mümkün değildir. İhtiyaç dediğimiz şeyler bile geçmişin çelişki ve çatışmalarının günceldeki yansımasıdır. Bu açıdan kültürel kimlik değişiminde en etkileyici, en belirleyici olan şey geçmiş, gelenek, tecrübe ve birikim dediğimiz olgulardır. Bu olgular insan yaşamında belirleyici rol oynuyor. Bu gerçeklik insanda kendi geçmişini inkâr mı ediyor, yoksa tümüyle kabul mü ediyor, kendi geçmişine bilimsel bir yaklaşım sergileyerek olumsuzlukları aşmak istiyor mu, istemiyor mu realitesini ortaya çıkarır. Bir insan tutucu mu yoksa gelişmeye açık mı, yeni yaratacağı şeyler ait olduğu toplumun karakterine ve özüne uygun mu, yoksa değil mi? Tüm bu sorunların yukarıda belirttiğimiz gerçeklikle doğrudan bağı vardır. Bu kültürel değişim ve yeniden yaratım açısından son derece önemlidir. Bu konuda bilimsel olmayan geçmişe inkârcılık biçimindeki yaklaşımlara rağmen, geçmiş günümüzde kendini dayatıyor, yaşatıyor. Kimi dönemlerde toplumsal değişim ve dönüşüm kendisini çok acil, şiddetli bir şekilde dayattığı halde, yeni ihtiyaçların güçlükle karşılanmasının ve yeni ürünlerle buna hızla cevap oluşturamamanın nedeni, geçmiş kültürün direniş göstermesidir. Dolayısıyla en iyi ve doğru biçimde yeni ihtiyaçları karşılama temelinde geleceği kurmak, değişim ve dönüşüm yaratmak, kendi geçmişini doğru bir sorgulamaya tabi tutmak temelinde gelişir. Eğer bu olmaz ve inkâr edilirse, yaratılacak şeyler çok fazla köklü olmazlar, fazla kalıcı olamazlar, sorunları çözemezler. Bu konuda çok tutucu bir yaklaşım geliştirilirse ihtiyaçlar karşılanmaz. Örneğin günümüz Ortadoğu toplumsal gerçekliğine baktığımızda, toplumsal değişimin kendisini çok şiddetli bir şekilde dayattığını görürüz. Ama Ortadoğu toplumları kendi geçmişlerini doğru bir tahlile tabi tutmadıklarından ya da kendi geçmiş kültürlerini sadece İslamiyet ile sınırlandırdıklarından ve bu noktada çok tutucu olduklarından, bu şiddetli değişim istemine rağmen, değişim oldukça zor gerçekleşiyor.
Avrupa toplumlarında da değişime geçmişi inkâr temelinde yaklaşıldığı için sürekli bir değişim yaşanmış, ama bu değişim toplumu çok monotonlaştırmış, çok köksüzleştirmiş, ruhsuz bir topluluk hale getirmiştir. Yani kültürel üretimler yapar ya da kültürel değerleri yaratırken insana doğru yaklaşılması, sağlam bir toplumsal yaşam için kaçınılmaz olmaktadır. Bu anlamda bir toplum kendi geçmişini nasıl ele alıyor, nasıl değerlendiriyor ve onun eğitimini nasıl veriyorsa, bu durum hem bugün hem de gelecekte yaratacağı kültürel ürünleri ve kültürel kimliğini de direkt etkiliyor. Bu anlamda kültürel değişim açısından değişimin okunması, değişimin yorumlanması, değişimin sorgulanması, giderek değişimin yaratılması çok önemli bir kültürel yaratım olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da elbette kendi başına bir kültürdür. İnsanların kendi geçmişlerini ele alış tarzlarının kendisi de onların kültürünü ifade ediyor. Bu noktalarda da daha çok etkileyici olan şey zihniyet yapısı oluyor. İnsanlar nasıl düşünüyorlar, mantıkları nasıl çalışıyor, sorgulama biçimleri nasıldır, kabul ve ret ölçüleri nelerdir, bir şeyi niye kabul ediyorlar, niye reddediyorlar biçiminde tanımlayabileceğimiz düşünüş yöntemi, yani insanların zihniyet düzeyleri, kendi kültür ürünleri ve kültürel değişimleri üzerinde etkide bulunuyor. Kültürel yeniden yaratım açısından belirtebileceğimiz önemli bir husus da budur. Dikkat edilirse, bütün bunlar insanın toplumsal gerçeklik içerisinde yaşadığı özellikleridir. Bu özellikler bir şekilde kişilikte somutluk kazanıyor, yani kişide kendisini dışavuruyor. Böylelikle insanın kimliği haline gelmiş oluyor. Olumlu ya da olumsuz, insanlar bunları bir şekilde yaşam pratiklerinde somutlaştırıyorlar. Onun üzerinden kendilerini tanımlıyorlar. İnsanların kendi emekleriyle ortaya çıkardıkları temelinde tanımlama yapmalarını sağlayan en önemli kültürel değer manevi kültür ve giderek maddi bir olguya dönüşecek olan ideolojidir. Bu aslında eylemleri adlandırma, ölçü koyma ve insanın kendisiyle ürünü arasında bağ kurma işidir.Çünkü düşüncenin felsefi ve ideolojik boyut kazanması insanlarda programın ve tasarının gelişmesine yol açıyor. Bu düzeyde düşünce kabiliyeti kazanmak öngörüyü de beraberinde getiriyor. Bu aşamadan sonra artık insanlar çok vasat, durağan ya da çok yavaş, salt duyumsadıkları ve gördükleri ihtiyaçlarına cevap verme temelinde gelişmiyorlar. Düşüncenin sistem kazanmasıyla toplumsal ihtiyaçlar kendisini şiddetli bir şekilde hissettirmeden bile, insanlar olası ya da olabilecek ihtiyaçlarını tanımlıyor ve bunlara cevap vermek için uğraş içine giriyorlar. Toplumsal değişimde bu aşama, insanın akıl yapısındaki değişim ve dönüşümün kökleşmesiyle gelişiyor. Toplumsal yaşamı organize etmede ideoloji bu evrede devreye girer. Bu daha çok toplumsal gerçeklik açısından devletçi topluma tekabül eden bir süreçtir. Daha doğrusu, aklın yaşadığı gelişmenin toplumu daha gelişkin bir özgürlük sistemine götürebileceği, bunun imkânlarını yakaladığı bir aşamada akıl devletleştiriliyor. Burada da kültür için ikinci bir olgu devreye giriyor. Kültür yaratmada ilk aşama, doğanın zorluklarına rağmen yaşama çabası ve yaşama isteminin pratik sonuçlarının ortaya çıkardıklarıydı. Kültür yaratmada ikinci bir aşama da bilinçli toplumsallık geliştikten sonra, toplumsal ilişkilerin kendisiyle birlikte insan düşüncesinde, yaşam tarzında ve ilişkilerinde yarattığı yeni ihtiyaçlara verilen cevapların yol açtığı gelişmedir. İnsan toplumsallaşıp toplumsal ilişkiler içerisine girdikten sonra, toplumsal yapının özelliklerinden kaynaklanan ihtiyaçlarla karşılaşır. Toplumsal yaşamı devam ettirmek ve çelişkilerini çözmek, bu aşamayla birlikte doğaya cevap vermek kadar gerekli hale gelmiş oluyor. Çünkü toplum insanın aynen doğa gibi içinde ve üzerinde kendini yaşattığı alandır. İnsanın doğa karşısındaki duruşu - özellikle tarihin ilk süreçlerinde- daha çok hayvanidir. Beslenme ve korunma, ağırlıkta hayvanları taklit etme biçiminde giderilmiştir denilebilir veya hayvanla insan arasında belirgin bir farklılık henüz oluşmuş değildir.
Kuşkusuz bu süreçteki duruşun içinde de insana has şeyler vardır. Hayvanlarda olmayan insan toplumuna has özellikler oluşmuştur. Ancak bu pek çarpıcı ve belirgin değildir. Fakat insanlar “Biz toplum biçiminde yaşamaya mecburuz” duygusunu fark ettiklerinde ve bunda yol aldıklarında, insan bir varlık haline geliyor ve gerçek kültür dediğimiz olgu da böylece ortaya çıkıyor. İşte tam olarak kültür derken, toplumsal bir varlık olarak insanın doğa üzerinde yarattığı maddi ve manevi her şeydir ilkesi böylece ortaya çıkıyor. Zaten kalıcılaşan değerler de bu biçimde ortaya çıkıyor. Çünkü kalıcılaşmak için toplumsallığa ihtiyaç vardır. Neden? Çünkü toplum bellek yaratarak kalıcılaşmayı sağlıyor. Toplumsallıkla kültürel değerler insanların duygu ve düşüncelerine nakşoluyor. Buna maddi değerlerin maneviyata, manevi değerlerin de maddi birer olguya dönüşmesi de diyebiliriz. Yani düşünce-pratik- düşünce diyalektiği toplumsallıkla birlikte yaşamdaki yerini sağlam kuruyor. Toplumun kalıcılaşmayı ve devamlılığı sağlaması insanlığı yaratmasından ileri geliyor. Örneğin şu an bir topluluğuz, Kürt topluluğuyuz. Bizim Kürt toplumu içerisinde aldığımız zihniyet, Kürtlerin binlerce yıldır yaşadıkları zihniyetin bir devamıdır. Onun için on binlerce yıl önce yaşanmış olan şeyler bir şekilde bizim bir arada olmamızdan kaynaklı olarak bizde de yaşanıyor. Toplumsal kalıcılaşma kendisini bu biçimde devam ettiriyor. Yani insan bir toplum içerisinde doğuyor, o toplum içerisinde bilinç kazanıyor, o toplum içerisinde tecrübe ediniyor. O toplumun yaşam tarzına göre bir kimlik kazanıyor. Böylelikle geçmiş ve gelecek arasında bir köprü kurarak bir devamlılık sağlıyor. Bu temelde kültürle kimlik kazanma ya da kültürün bir yaşam tarzına dönüşmesi de gerçekleşmiş oluyor.Toplumsal bir varlık olarak insanın hayat içindeki ilişkilerinde yaşadığı çelişkilerini gidermesi ve bir insan olarak kendisini bir topluluk içerisinde ifade etmesi için gerekli her yöntem de kültürleşmede önemlidir. Burada da farklı bir durum ortaya çıkıyor. İnsanın yaşamında güdülere cevap vermesinin hayvansal tarzda olduğu bir dönem vardır. Bu sürecin de insanlaşmanın devamı için önemli etkileri olmuştur. Ama birebir insan yaratımı olarak kültür, toplumsallaşmanın kökleşmesiyle birlikte devam eden sürecin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu anlamda da biz kültürü toplumun dışa yansıması ya da kimliği olarak ifade ediyoruz; toplumsallaşmayla birlikte insanlığın yarattığı şeyler olarak ele alıyoruz. Böyle bir tanımlama daha çok kültürü ifade ediyor. Bu son vurgular Önderlik tanımlamalarının bizde yarattığı yoğunlaşmalara daha yakın durduğu için, kültürü tanımlarken daha fazla bizim kendi tanımımızdır diyebiliriz. Toplumsallaşma gerçekleştikten sonra, toplumsal yaşamın kalıcılığı içinde kültür ürünlerini, kimliğini ve yaratımlarını zaten çok rahatlıkla ele alabiliyoruz. İnsanlar hangi süreçte neyi yaratmışlar, nasıl yaratmışlar, düşünceleri neymiş? Hangi dili kullanmışlar, hangi sanatı geliştirmişler, nerede geliştirmişler? Hangi süreçte hangi tarz üretim ve düşünce, hangi yaşam biçimi daha çok ön plandaymış? Bunlar zaten genel hatlarıyla bilinen şeylerdir ve diğer derslerin de konusudur. Genel olarak biz toplumu komünal demokratik toplum ve devletçi toplum olarak bir ayrıştırmaya tabi tutuyoruz. Devletçi toplumu da kendi içerisinde köleci dönem, feodal dönem, kapitalist dönem biçiminde bir ayrışmaya tabi tutuyoruz. Bunlar hakkında da yine çözümlemeler yapılmıştır. Önder APO, demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması ile bunları daha net bir şekilde ifadeye kavuşturmuştur. Bunlar bilinen şeylerdir. Bizim burada kültür açısından belirteceğimiz şey, kültürün insanla olan direkt ilişkisinden ötürü, kültürün kimlikle ilişkisi, kültürün toplumsal varlıkla ilişkisi, toplumsal varlığa dönüşmüş insan ürünlerinin toplumsal sistemler değişince buna bağlı yaşadıkları konusudur.
İnsanın komünal toplum döneminde bir şeyler yaratması, komünal demokratik yaşamın devamı için bir şeyler yaratması demektir. Devletçi toplum döneminde de bir şeyler yaratılıyorsa, bu yaratımların önemli bir kısmı bu yaşamın devam ettirilmesine dönük bir yaratımı ifade eder. Çünkü her kültürel değer yaratıldığı dönemin ruhunu kendi içinde taşır. Bir ürünün ruhu, yani işlevselliği değişik olsa da, kullanım biçimi içinde bulunduğu dönemin karakterinden uzak olamaz. Yani her ürün belli bir amaç için işletilir. Kültür için belirtebileceğimiz önemli bir husus da, insanın doğayla olan ilişkisinde, kendisiyle doğa arasına araç koymasıdır. İnsan biyolojik yapısı ve fiziki gücü itibariyle direkt doğayla karşı karşıya geldiğinde ciddi zaaflar yaşayan bir duruştadır. İnsan bu zaaflarını araç yaratarak aşmıştır. Dolayısıyla insanın bütün yaratımları aynı zamanda insanın kendisiyle doğa arasına koyduğu araçlardan oluşmuştur dersek yanılmış olmayız. Bütün insan üretimleri ya da ürünleri aynı zamanda insanın kendisiyle doğa arasına koyduğu araçlardan faydalanarak geliştirdikleridir de. Hangi ürün ve yaratımı ele alırsak alalım, her ürün veya yaratım insan açısından mutlaka bir araç da gerektiriyor. Örneğin düşünce bu anlamda insanın doğayı okumasını sağlayan bir araçtır; dil insanların kendi aralarındaki ilişkilerini geliştirebilmesi için başvurduğu bir araçtır. Yine insan, çok teknik bir üretim olarak tanımlayabileceğimiz ekonomik faaliyeti için bir sürü araç geliştirmiştir. Kendisini korumak için geliştirdiği ve desteğine başvurduğu bir yığın araç vardır. Barınak anlamında insanın kendisini yaşatabilmek için geliştirdiği korunak biçimleri vardır. Bu anlamda kültür ürünleri içerisinde insanların geliştirdiği, değiştirip dönüştürdüğü araçların da önemli bir yeri söz konusudur. Kültür ürünleri içerisinde en çok değişim ve dönüşüme uğratılan, insanların ihtiyaçlarını gidermek için geliştirdiği bu araçlardır. Özellikle teknik araçlar dediğimiz araçlarda sürekli bir değişim ve dönüşüm yaşanmaktadır. Her aracın değişim ve dönüşümü insanda yeni bir düşünce ve pratiğe yol açıyor. Bu da kendisiyle yeni bir tanımlamayı getiriyor. Her tanımlama kendisiyle birlikte yeni bir anlama gücünü yaratıyor. Her anlam gücü de kendisiyle birlikte hem toplumsal yaşam içerisinde, hem de yarattığı ürünlerde yeniliklerin ortaya çıkmasına neden oluyor.
CİHAN EREN 2.BÖLÜM
YORUM GÖNDER