DEVRİMCİ KÜLTÜR ve AHLAK (6.BÖLÜM)
Ahlak Bildiğini Yapmak, Yaptığına İnanmaktır;
Bugünün dünyasında adamın biri bir haftalık uzay gezisi için yirmi milyon Dolar harcar; buna karşılık Afrika’daki çocuklar açlıktan ölür, Kürdistan’daki çocuklar çöplükten ekmek toplar. Birileri her hafta süt banyosu yapar, birileri ömrü boyunca süt görmez. Birileri kendi evinin içindeki oda sayısını bilmez, birileri başını altına sokabileceği naylon çadır bile bulamaz. Birileri zevk için yer yutar, birileri ekmek bulamaz. Mağazalar ve marketler doludur, ama kullanılmaz. Ürün yaratılır, bozulur, çöplere atılır ya da fiyatını arttırmak için götürülüp denize dökülür. Ama milyonlarca insan da yaşamı boyunca o besinleri görmeyi ve yemeyi bir yana bırakın, ismini bile bilmez. Bugünün kültürü bilim ve bilimsellikten en çok söz eden kültürdür. Yine demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi erdemleri çokça dillendirmektedir. Fakat yaşanan yığınca kültürsüzlük olduğunu herkes bilmektedir. Bizim paradigmamız ve insan tanımlamamıza göre, bu sorunların bir izahı vardır. Bu da bizim kültürümüzdür. Yani tüm bunlar nasıl oluyor? Birilerinin tuvaleti altındandır; öte yandan birileri de yemekte kullanacağı kaşık, çatal bulamaz.
Bu örneklendirmeler öyle küçük ve basit bir örnekler değildir. Bunlar derin toplumsal sorunların sonuçlarıdır ve günümüzde bütün bu sorunlar toplumsal kaos biçiminde yaşanmaktadır. Ahlak bozulduğu için bu böyledir. Bir haftalık uzay gezisi için yirmi milyon Dolar harcayan bir insan, Afrika’daki aç çocukların neler yaşadığını hissetmez. Çünkü ahlakı bitmiştir. Birileri her hafta süt banyosu yaparken, birileri hayatında hiç süt içemezse, bunun nedeni ahlaksızlıktır. Birileri özgürlük ve irade adına abuk sabuk şeyler yaparken, öte yanda bir halkın dili inkâr edilip yok ediliyorsa, burada bir ahlaksızlık vardır. İşin en vahim yanı da tüm bunların normalmiş gibi görülmesidir. Egemen ahlaksız olduğu için halinden memnundur. Ezilen de köle olduğunu bilmediğinden bunu kabullenmiştir. En büyük ahlaksızlık bunlardır. Toplumsal sorunların görülmesi ve yaşanan sorunların giderilmesi açısından ahlaklı olmanın ne kadar önemli olduğunu bu örnekler çok çarpıcı bir şekilde önümüze koyuyor. Bütün bu çelişkiler ve sorunlara rağmen hala bir duyarsızlık varsa, kimse bunları güçlü bir şekilde hissedemiyorsa ya da tüm bunlar köklü bir değişim ve dönüşüme yol açmıyorsa, o zaman günümüz insanının temel sorunu ahlak sorunudur demektir. Ahlak olsa böyle olmaz.
Çünkü ahlaka toplumun vicdanıdır dedik. Bu tür sorunlar büyük bir vicdansızlığın yaşandığının da kanıtıdır. O zaman günümüzde yeni bir kişilikle bu sorunların çözülmesi için temel alınması gereken şey ahlaki olmaktır. Bu temel bir sorun olduğu için de ahlaklı olmak demek devrimci olmak demektir, fedai olmak demektir. Günümüzde bencilliğin, bireyciliğin, maddiyatçılığın egemen olduğu, her şeyin alınıp satıldığı bir ortamda toplumcu olmak, yani bütün insanları düşünmek, bütün insanların sorunlarını kendi sorunları gibi hissetmek fedailiktir. Bunun için biz ahlaktan bahsederken, tümüyle devrimcilikten bahsediyoruz. Devrimcilikten de kastettiğimiz köklü, hızlı, radikal bir değişim ve dönüşümü insanın kendisindeki vicdansızlığa karşı yapmasıdır. Önderlik boşuna zihniyet ve vicdan devrimi gereklidir demedi. Bu, günümüzde başta sosyal bilimler olmak üzere sanat alanında da ölçüler konularak geliştirilmesi gereken özgür insandır. Bu açıdan ahlakiliğe çağrı, ahlaki bir duruş sergilemek insana önemli bir özgünlük kazandırır. Ahlakla ilişkili önemli bir durumu insan şöyle vurgulayabilir: Ahlaki olmak aslında öz ile biçim arasında uyum yaratmayı gerektirir. Söz ve pratik birlikteliğini esas almayı gerektirir. Fakat tarihin hiçbir döneminde söz ile eylem arasında bu kadar derin bir uçurum oluşmamıştır. Sanki her söz insanı yalancı ve çıkarcı yapmak için art arda dizilmiştir. Güzel sözler çirkin, çirkin sözler güzel olanı ifade eder hale gelmiştir.
Bu çarpık durumu özellikle sanat ürünlerinde çok rahat izlemek mümkündür. Gelişmiş olarak görülen Avrupa ve Amerika toplumundaki insana mikrofonu uzatın, her insan komünal değerlerden bahsedecektir. Bu, insanın özüdür ve çok normaldir. Ama bu toplumlarda kendi egemenlerine yaklaşımlarında gerçeklikleri böyle midir? Böyle değildir. Ahlak insanın inandıklarını pratikleştirmesini de gerektirir. Bu anlamda da teori ve pratik arasındaki uyumluluk düzeyi insanın ahlakiliğini ortaya çıkartır. Sistemimiz için değerlendirdiğimizde de, paradigmamıza ne kadar inandığımız, ideolojik duruşumuzun gerektirdiği pratiği ne kadar sergilediğimiz bizim devrimciler olarak ahlak düzeyimizi ortaya çıkartır. Ahlakın bir de pratiğe geçmek için insanlara bir dayatması söz konusudur. Çünkü tümüyle vicdandır, duygudur ve insanidir. Bir şey görüyor ve kabul etmiyorsanız, mutlaka onun giderilmesi için bir uğraş içerisine girmeniz gerekiyor. Vicdan ve ahlak insanın haksızlıklara karşı harekete geçmesini sağlayan bir iç enerjidir. Bu anlamda ahlak insanların pratikleşmesini, güçlenmesini, iradeleşmesini, arayış içerisine girmesini sağlayan bir insan özelliği de olmuş oluyor. Sadece okumakla, bilmekle, çözümlemekle yetinmek, yine çok şey bildiği halde pratikleşmemek de yeterince ahlaki olmamakla ilişkilidir. Çünkü insan bildiklerini pratikleştirerek toplumsal yaşamın mayası olan bilincini inanca dönüştürebiliyorsa bir şeyler yapabilir. Ahlak bildiğini yapmak, yaptığına inanmaktır.
Pozitif bilimcilerin ya da modernist paradigmanın söylediği gibi “İnanç kötüdür, dogmatizmdir, tutucudur” söylemi safsatadır. Bu, kapitalist ahlaksızlığa bilimsel kılıf örmek için uydurulmuştur. Bunların söylediklerinin tersinin doğru olduğunu günümüz yaşamı kanıtlamaktadır. Çünkü insan inanan bir varlıktır. Bir yerde okumuştum. İnsanda bir gen bulmuşlar, “İnsanların bir şeylere inanmasını sağlayan bir gen var, insan mutlaka inanır diyorlar. İnsan inanmalıdır. İnanç olmasza olmaz; insan bir doğruya, bir değere, bir güzelliğe inanacak ki yaşama bağlanabilsin. Bu olmazsa teknik, robot, karınca insan ortaya çıkar; nitekim çıkmıştır da. Günümüzün sosyal bilimleri, pozitif bilimleri duygu ve düşünceleri birbirinden ayırdıkları, bireyi toplumdan ve düşünceyi maddi üretimden koparttıkları için insan tanımları yanlış oluşturulmuştur. Bu konuda da “Bilim böyle diyor, doğrudur” yanlışını görmek önemlidir. Bilim özü itibariyle insanın kendisiyle doğa arasına koyduğu araçtır. Ama devletçi toplumda egemenlik aracı yapılmıştır. “Bilim iktidardır” denir. Bunu en çok da kapitalizm yapmaktadır. Bilim sistem üretiyor. Kazanımlarından da sistemin sahipleri faydalanıyor. Eskiden din kitaplarının ayetleri vardı. Şimdi de egemenlerin çıkarı için konuşan ahlaksızlaştırılmış bilimin sözüm ona doğruları vardır.
Ahlakilikte ki inanma ve inandığını yapma ilkesinin gücünü anlamak için toplumsal tarihin bize sunduğu çok çarpıcı örnekler vardır. Bu konudaki ilk çarpıcı örnek mitolojiden anlaşıldığı kadarıyla Sümer Rahipleridir. Sümer rahiplerin kurdukları sistemlerinde esasta ahlaki ilkeyle çalıştığı görülmektedir. Bu ilke rahiplerin topluma sunduklarına kendilerinin inanması ve söylediklerini yaşamsıdır. Köleciliğin ilk süreçte gönüllü gelişmesinin temel nedeni bu ilkenin çarpıcı yaşanmasıdır. Köleci sistemin binlerce yıl yaşamasının sırrı da bu ilkede gizlidir. Rahiplerin her söylediklerinin kanun gibi yaşamda pratikleşmesi ahlakilikleriyle doğrudan bağlantılıdır. Bu ilkenin kendilerini tanrılaştırmasıyla sonuçlandığına tarih tanıktır. Bu ahlaki geleneğin gücünü peygamberlerin yaşam ve mücadelelerinde de görüyoruz. Peygamberlerin asıl yaptıkları topluma yeni ahlaki kurallar dayatmak olmuştur. Teori-pratik uyumu peygamber kişiliklerinin vazgeçilmez özelliğidir. Bugün bile iyi yani ahlaklı olan insanlara “peygamber gibi insan” denildiğini biliyoruz. Önderlik son savunmasında hem peygamberleri, hem de dinleri daha çok ahlaki kurallarıyla ele almaktadır. Toplumsal güçlerinin nedenlerini ahlakilikleriyle izah etmektedir. Dinde sözün yani kelamın çok önemli olduğunu, kelamın tanrısal olduğunu belirtmesi, kendi içinde pratikleşme zorunluluğunu getirmektedir. Din adına konuşulan konuların insan yaşamında ciddi bir ağırlıklarının olması kelamın gücünden kaynaklanmaktadır. Dinde söz yaşanmak ve pratikleştirilmek için söylenir. Yalanın günah olduğunu söylemek, yine münafıklık gibi kavramlar dindeki ahlakiliğin gücünü göstermektedir. İşte bu güç peygamber yaşamıyla toplumlarda kabul görmüştür.
Bu geleneğin dervişlerde de temel bir özellik olduğunu biliyoruz. “Bir lokma bir hırka” felsefesinin kendisi ahlak yüklüdür. Dervişlik kültürü müminin ahlakla yaşama kültürüdür. Dervişlik adanmışlıktır. Adanmak için inanç gereklidir. İnançlı yaşamın da ahlaki yaşam olduğunu biliyoruz. Ahlak yüklü yaşam kültürü bu toprakların kültürüdür. Bu kültürün tüm saptırmalara rağmen güncellikte ne kadar etkili olduğunu biliyoruz. Bu kültürün toplumsallığın temel harcı olmasındandır ki, ahlaklı olan insanlar ellerinde bilim ve para gücü olanlardan daha fazla etkilidirler. Toplumda etkili olan insanlar sözlerine inanılan insanlardır, yaşamları örnek alınan insanlardır. Konu ahlaki duruş sahibi insanlar ve ekoller olunca, Zerdüşt kişiliğini anmadan geçmek doğru olmaz. “İyi düşün, doğru konuş, güzel yap” ilkesi ahlaklı yaşamın formülüdür. Yine Sokrates ve Buda gibi kişilikler, toplumsal tarih içinde yerleri her geçen gün daha da değer kazanan insanlar olarak, ahlaki yaşamları kadar ahlakın yaşam içindeki önemlerini insanlara kavratma çabası verenler konu için verilecek bildik örneklerdir. Ahlak için yapılan ‘yazılı olmayan toplum kanunları’ değerlendirmesi doğru, ancak çok dar bir tanımlamadır. Ahlak inanç ve vicdan olduğu için insan maneviyatı yaşıyor. Ahlakilikte birileri ille de şunu yap demez. Yaptıran, ahlakın kendisidir. Dolayısıyla ahlak toplumsal yaşama insanların doğal, özgürlükçü ve kendi iradesiyle katılımının da önünü açar.
Ahlak insanı büyük sorumluluk sahibi yapmıştır. Sorumlu olan insan toplumsal görevlerinin bilincinde olan insandır. Sorumluluk bilinci insanda doğruyu yaşmayı geliştirmeyi yanlışa karşı da mücadele etmeyi sağlar. Sorumluluk kendisiyle beraber paylaşımcılığı getirir. Ödev bilinci demek de olan sorumluluk ahlak yüklü emekçilik ve yaratıcılıktır. Sorumluluk iktidar ve devletçi zihniyettin panzehiridir. Ne zaman ki insanlar toplumsal ödevlerinin gerektirdiği yükümlülüklerin gerektirdiklerinin tümünü yerine getirmek için duyarlılıklarını yitirdiler bazıları bu boşluğu amaçları ve çıkarları yönünde kullanmaya başladılar. Sorumluluk duygusunun azalması toplumsal görevler karşısında tembellik keyfiyetin yaşanmasının başlangıcıdır denebilir. Örneğin sorumluluk sahibi olan insan özellikle günümüzde bir saniye dahi yerinde durmaz. Sorumlu olanlar, sorumluluk duygusu güçlü olanlar ahlaklıdırlar. Sorumsuzluk anlaksızlıktır. Ahlaklı insan sorumluluğunu sevinç içinde yerine getirir. Ahlakın yaptırım gücü toplumun ahlaki örgüsüdür. Ahlakta tutuculuk ve gericilik, devletçi toplumun ortaya çıkardığı olgulardır. Yoksa toplumun vicdanı olarak ifade ettiğimiz ahlaki örgü, zaten toplumun canlı dinamik organizması içerisinde sürekli kendisini var eden ruhtur. Ahlak hızlı bir değişimi yaşamaz. Maddi üretime nazaran daha geç bir değişim ve dönüşümü yaşar. Bunun için ahlaki örgü toplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerinde yer yer toplumsal gelişimi engelleyebilecek kadar tutuculaşabilir. Çünkü ahlak toplumu bir arada tutan çok sağlam bir harçtır. Bir yanlışlık felaketlere davetiye çıkartabilir. Tıpkı günümüzde yaşandığı gibi. Tabii burada bizim devletçi toplum ahlakını ve insanını, ana-kadın olgusunun temelini oluşturduğu komünal ahlaki örgüden ayrıştırmamız gerekir. Devletçi ahlak insanları köleleştiren, iradesizleştiren ahlaktır; insanların egemenlerin hizmetine koşturulmasını sağlayan ahlaki örgüdür. Komünal toplum ahlakı ise, toplumu gerçekten komünal dinamikleri üzerinden geliştiren bir güçtür.
Bu konuda şu toplumsal gelişme durumunu da göz önünde bulundurmak önemlidir: Ahlakilik olgusunda devletçi-iktidarcı sistemi ele alırken, kapitalizmi ayrı düşünmek gerekir. Kapitalist modern yaşam anlayışından hareketle diğer iki devletçi toplumu ahlak noktasında değerlendirirsek yanlışlara düşebiliriz. Özellikle köleci ve tek tanrılı din sistemlerinin kurucularına ve buna katılanlara büyük haksızlıklar yapmış oluruz. Dolayısıyla sermaye sahibi kapitalist ile rahibi, peygamberleri ve dervişleri ahlak konusunda yan yana getirmemek adaletli olmak için önemlidir. Bununla bir övgü içinde olalım demiyoruz. Ancak aralarındaki büyük farkı da görmek ahlakilik gereğidir. Sonuç olarak tekrar belirtmek gerekirse, insan ancak toplumsallaşarak var olabilir. İnsan toplumsallaştıkça yaratır, değiştirir, dönüştürür. Ama toplumun, bu değişim ve dönüşümün insanları her şeye rağmen bir arada tutmasını sağlayan ölçüleri koyan da insanda vicdana yol açan ahlaki yanıdır. Ahlakın da toplum içerisinde böyle bir gücü söz konusudur. Özellikle düşüncenin gelişkin olmadığı süreçlerde, insanların duygularıyla bir arada yaşamasını sağlayan temel düşünce formunun inanç temelli olması, ahlakın da inanç üzerinden bir ağ gibi toplumu sarması ve derinlik kazanması, toplumsallığın ilk süreçlerinde her şeye rağmen toplumu bir arada tutan temel bir harç olmasına neden olmuştur. Bu anlamda toplumu kültürden, kültürü ahlaktan koparmak mümkün değildir. Ahlaki örgü bir aşamadan sonra toplumun özelliklerine göre onun kültürel yapısı içerisinde şekilleniyor, kültürünü etkiliyor, kültürü içerisinde bir değişimi yaşayarak günümüze kadar geliyor. Ahlak manevi kültürün en önemli değeridir.
Toplumdan topluma değişen muhtevası olsa da, ahlak her insandaki vicdandır. Ahlak bozulursa, vicdan kalmazsa, toplum temel dengesini kaybeder ve rotasından çıkar. İnsan toplumu toplumsal özelliklerinin dışına çıkar. Çok ciddi sorunlara yol açabilecek yaratımlara başvurabilir. Biz bunu devletçi toplum olarak tanımlıyoruz. Devletçi topluma ilişkin bazı tanımlamalar yapmaya çalıştık. Ahlakın üst sınıflara nasıl bağlandığını ve üst sınıflara hizmet etme temelinde geliştirildiğini anlatmaya çalıştık. Toplumsal gelişmeyi sağlamak ve toplumu dengede tutabilmek komünal özün sürekliliğine, komünallik de ahlak denilen temel değer yargılarına ihtiyaç duyar. Bu anlamda ahlak toplumu dengede tutan, toplumun insani bir oluşum olarak gelişimini sağlayan mayadır. Çünkü ahlak olmazsa, insanın dışındaki insanların acıları ve sevinçlerinin duyumsanması ve paylaşılması mümkün olmaz. Toplum kanunları değil, orman kanunları hâkim olmaya başlar. Vicdanlı, ahlaklı olunmadığı zaman toplum içerisindeki sorunları insanca çözme değil, birilerinin çıkarlarına göre çözme gelişir. Böylesi durumlarda da düşünce kimin elindeyse, kim hâkimse, bir nevi vicdanın ölçüsü onun ölçüsü olmuş oluyor. Hele bir de toplum devletleşmiş bir kesim insanın hâkimiyetine girmişse, ölçüler tamamıyla onların ellerine geçmiş olur. Onlar da istedikleri gibi toplumu yönlendirebilirler. Bu vicdan açısından önemli bir noktadır.
İnsanlaşmak Özgürlüğün Kendisidir Vicdanın sorumluluk duygusuyla da bir ilişkisi vardır. Sorumluluk duygusu, bireyin toplumun üyesi olması fikrine inanmasıyla başlar. Sadece bir birey için değil, bir grubun kendisini topluma ait görmesi ile sorumluluk duygusu ve düşüncesi arasında kopmaz bir bağ vardır. İnsanı sorumluluk altına alan, bunu hatırlatan, bu anlamda insanın değişim ve dönüşüme yönelmesine neden olan etmenlerden bir tanesi de vicdandır, ahlaktır. Vicdanı ve ahlakı kalmamış bir insan, herhangi bir haksızlık karşısında sorumluluk duymaz. Sadece kendisine dokunulduğunda tepki verebilir. Vicdan ile özgürlük arasında da güçlü bir bağlantı vardır. İnsanın özgürleşmesi sorumluluk altına girmesiyle başlar. Yani insan bilecek, bir şeylerin sorumluluğunu hissedecek, bir şeyleri düzeltmesi gerektiğinin farkına varacak ki görevlerini yerine getirebilsin. Sorumluluk sahibi insan arayışçıdır. Bütün insan arayışları içerisinde özgürlük arayışı, vicdan ve ahlakla en yakın ilişkili olandır. Özgürlük kendi içerisinde bir arayıştır. Özgürlük, yaşamı yaşanır duruma getirmektir, kendi iradesini bilmektir, kendi sorumluluğunu bilmektir, toplum içerisinde şekillenen bir üye olduğunun bilincine varmaktır. İnsanlaşmak özgürlüğün kendisidir. İnsanlaşmanın kendisiyle anlatmaya çalıştığımız şey yaratmak, değiştirmek, paylaşmak, sorumluluk duymak ve diğer insanların acılarını ve mutluluklarını hissetmektir.
Bütün bunlar aslında birbirlerini tamamlayan hususlardır. Fakat devletçi toplumda, özellikle onun kapitalist aşamasında her alanda insani değerler parçalandığı için, bu tür şeylerin sanki hiç birbirleriyle ilişkileri yokmuş gibi ele alınır. Toplumu toplum yapan bütün maddi ve manevi üretimi bütünlük içerisinde ele alınmalıdır. Özellikle erdem denilen insan özelliklerinin birbirleriyle olan ilişkilerini bilerek bütünlük içerisinde ele almamız gerekiyor. Günümüzde böyle bir sorunun olmadığı düşünülüyor. Yaşamda hâkim olan da bu düşünce olduğu için yaşam çok parçalıdır. Örneğin muazzam gelişmelere yol açabilen insanlar vardır. Hayranlık uyandırabilecek kadar yetenekli insanlar vardır. Ama yaşamına ve yaşamın diğer alanlarında yaşanan sorunlar karşısındaki duruşuna bakıyorsunuz, ilgilenme düzeyine bakıyorsunuz, kendisinden nefret etmekten başka çareniz kalmıyor. Bazı insanlar da vardır, yaratıcılık ve yetenek anlamında çok kötürüm durumundadırlar, ama paylaşım noktasında hayranlık uyandırabilecek kadar insani özelliklerin bütünselliğini sergileyebiliyorlar. İnsan bütün bunları en üst noktada birleştiren bir varlık olmalıdır. Fakat insanda yaratılan parçalanma köklüdür. Günümüz insanlığının sorunları belirtilmeye çalışılırken, bunun nedenlerinden bir tanesinin de bu parçalılık olduğu bilinmelidir. Bu ruhi parçalanmadan ötürü insanların herhangi bir soruna karşı tepkisini kestirebilmek zordur. Duygu ve düşünce parçalanması ve yaşanan boşluk, insanda mekanikleşmeye yol açmıştır.
Günümüz insanının bir sorunu da değersizlik psikolojisidir, yalnızlık hissidir. Tarihin hiçbir döneminde insanların birbirlerine karşı bu kadar vurdumduymaz oldukları görülmemiştir. Günümüzde özü güçlendirecek maneviyat olmadığı için insanlar biçime yönelmişlerdir. Zaten sistem de kendisini imaj yaratan sistem olarak değerlendiriyor. Bunun için reklamcılık bu kadar iş görüyor. Biçimi iyi olsun, ötesi lafı güzaftır, gerisinin kıymeti yoktur. Sanki heykelden bahsediliyor. Yunanistan’ı gören arkadaşlar bilirler. Atina’da uzaktan bakıldığında, canlı bir insana çok benzeyen harika yapılmış heykeller vardır. Özün bitirilip biçimin aşırı öne çıkarılması insana bu heykelleri anımsatıyor. Bazıları da “Önemli olan özdür, biçime bakma” diyorlar. Bu anlayış da heykelleşmiş insanın tersi durumudur. Tüm bu durumların ahlakla birebir ilişkisi vardır. İnsan için bu her iki anlayış da sağlam ve doğru değildir. Önemli olan öz ve biçim arasında bir uyumu sağlayabilmektir. Özün kendisini rahat bir şekilde biçime kavuşturmasıdır. Günümüzde yaşanan bu sorunlar bir şekilde çözülmez ve aşılmaz ise, insanın kendisini bitirebileceği, hatta sadece kendisini de değil üzerinde yaşadığı doğayı da bitirebileceği sonucuna varılmıştır. Ahlak bir de bu bakımdan bizim açımızdan önemlidir. İnsana bütünlüklü bir yaklaşımı geliştirebilmek, yaşanan sorunlara eğilebilmek için de ahlak sahibi olmak gereklidir. Ahlak insana insani olanı seçme imkânı verir. Seçme noktasında da kapitalist dayatmaların çok ciddi bir sorun olduğunu bilmek ahlaki olmaktır.
Toplumsal sorunları tespit etmek, çözüm yollarını ortaya koymaya çalışmak ve daha çok da insanları sorunlar karşısında duyarlı olmaya yöneltmek insani bir görevdir. Günümüzde hâkim olan bireycilik insanın bu görevlerini yapmasını engelliyor. Bundan dolayı toplumdan kaçışın somut ifadesi sorunlardan kaçmak biçiminde görülüyor. Toplumsal görevinden kaçış olarak bu durum, şu sorunu çözelimden çok, öyle bir yaklaşıma neden oluyor ki, sorunları görmezden gelerek sorunların çözümsüzlüğünü dayatıyor. Bu, devletçi mantığın özünde vardır. Devletçi mantık toplumu yönetme mantığıdır. Toplumu yönetebilmek için de alttaki toplumun ya da yönetilen toplumun “Benden adam çıkmaz, güç getiremem” mantığını esas alması sağlanmaya çalışılmıştır. Ezilenler böylece kendilerinin yönetilmesi gereğine inandırılıyorlar. Egemen sistem “Sorun vardır, sen sorunu çözemezsin. Sorun varsa ve başkası çözmüyorsa sana ne?” mantığını hâkim kılarak kendini vazgeçilmez kılmaktadır. “Sorunun olduğu yerden uzaklaş” tümcesi günümüzde bir slogan gibi tekrarlanmaktadır. Sorunları başkaları yaşıyor denilerek, doğal sorunlar karşısında bile insanlar duyarsız kılınmıştır. Buna benzer daha birçok toplumsal hastalıktan bahsetmek mümkündür. Tüm bu hastalıklı durumlar kesinlikle insanın toplumsal gerçeğinin parçalanması ve vicdanlarının yara almasıyla direkt bağlantılıdır.
Her sorun toplumsal bir ihtiyacın karşılanmamasından doğar. İnsanın duyarsızlığı, bu ihtiyaçların giderilmesinde rol üstlenmemesine neden olur. Bu da kültürel bir varlık olan insanın en temel özelliği olan yaratıcılığını kaybetmesine yol açar. Bunu bilmemek, bilip de gereklerini yerine getirmemek ahlaki boşluğun yaşanmasından kaynaklanmaktadır. Devletçi toplum toplumun dinamik, canlı gelişim sürecini ele geçirme, ona hükmetme biçiminde gelişmiştir. Bu durum insan beyninin bütün organlara hükmetmesine benziyor: Burada beyin eli, parmakları, bacakları kesiyor. Hâkim yürütülüştür bu. Örneğin beyin az düşünmek istiyor; bunun için de açlık güdüsünü kesip atıyor. Ya da beyin bir şey düşünüyor, onu yapmak istiyor; ayaklara, ellere talimat veriyor, git yap diyor. Devletçi toplumda egemenlerle yönetilenler arasındaki ilişki biraz da buna benziyor. Üst sınıf oturmuş, kendi çıkarı için ne gerekiyorsa, insanlara onun doğru olduğunu dayatıp durmaktadır. Bu anlamda da toplumsal sapma derken çok basit bir olgudan bahsetmiyoruz. Önderliğin tüm çözümlemeleri ve özellikle Savunmaları bu konu üzerinedir. Bütün toplum üyelerinin yaşananları görmesi ve görüp karşı koymasının ilk adımı vicdan sahibi olmaktan geçer. Tam da bu noktada kültürü devrimcileştirmeye ve devrimci ahlaka sahip olmaya ihtiyaç vardır. Bunun için günümüzde ahlaki olmak devrimcilik gerektiriyor. Çünkü herkesin her şeyi alıp sattığı, maddiyatçılığın ve bireyciliğin temel insan değeri haline getirildiği bir süreçte başka yol bulmak da güçtür.
Dünyamızda yedi milyar insan yaşıyor, hepsi neredeyse aynı mantalite üzerinden düşünüyor. Bir grup insan çıkacak, bunların dışında düşünecek! Tespit edildiği kadarıyla insan işleri içinde en zor olanı budur. En zor iş, toplumda hâkim hale getirilmiş düşünce kalıplarını, yaşam kalıplarını aşmaktır; insanları yeni zihniyete, yeni bir vicdana, yeni bir toplumsal sisteme alıştırmaktır. Dünyanın en zor işi kesinlikle budur. Çünkü bu işte insanla uğraşma vardır, insanı adeta yeni baştan yaratma vardır. İnsan eğitmek ve bozulmuş bütün komünal kültür değerlerine düzeltici müdahalede bulunmak devrimciliktir. Devrimci kültür ve ahlak dediğimiz olgu işte bu noktada devreye girer. İnsan bireyi üzerinde kurulacak en büyük baskı toplumsal baskıdır. İnsanlar en kolay toplumsal baskı altında ezilir, yenilirler. İnsanlar bireysel olarak birbirine bir şey dayattıkları zaman buna karşı koyabilirler. Ama toplum içinde sorgulama sürecini başarıyla geçirmiş, gelenek haline gelmiş ve kökleşmiş değerleri yeniden sorgulama ihtiyacı ortaya çıktığında bile sorgulamaya başlamak ‘deliliktir.’ Önderlik hep ilk çıkış döneminden örnekler veriyor ya, “Bize Yandım Allah Çetesi, Deliler Topluluğu diyorlardı” diyor. Bu durum Kürt toplumsal gerçeği açısından anlaşılmaya değer bir konudur. Bir de Kürdistan’da bir diriliş devrimi oldu. Bu konu daha rahat değerlendirilebilir. PKK’nın çıkışı öncesinde Kürtler neredeyse bitmişti. Konuştuğu adam, Önderliğe, “Biz uzun kulaklıyız, biz kuru kütüğe dönüşmüşüz” diyordu. İnsan hiç kendisine ‘uzun kulaklı’ der mi? Bu sözler özünde doğal bilgelik sözleridir. Bir köylü kuru tahtaya dönüştüğünü hissediyorsa, bu öyle sıradan bir toplumsal durum olarak değerlendirilemez. Toplum içerisindeki en saf, en temiz, devlet toplumundan en uzak, onun kültürü içerisinde en az şekillenmiş bir kişi bile bunu söylemişse, şehir kültürüne bulaşmış toplumsal kesimin hali acaba nasıldır? İşte devrimcilik bu realiteye meydan okumaktır. Devrimci kültür ve ahlak bu realiteden yeni bir kültür, yeni bir ahlak yaratmaktır.
Bunun için PKK devrimciliği, kuru tahtayı yeşertmeyi başarma devrimciliğidir. Bu pratikte kanıtlandı. “Ben kuru tahtayım” diyen insandan gerilla ordusu kuruldu, siyasetçi ordusu kuruldu. Bu halk fedaileşti. Ama dikkat edelim; başlangıçta bu çıkışa ‘deliliktir’ denilmişti. Onun için dedik ki, toplumsal ahlak ve vicdan bugünün akıl yapısıyla anlaşılmaz. Delilik toplumsal diyalektiğin temel esaslarına göre sınıfçı ve cinsiyetçi sistemin hâkim zihniyet ve yaşam kalıplarına köklü bir devrimci kültürü ve ahlakı dayatmaktır. Bunu devrimciliğin ne demek olduğunun anlaşılması için belirttik. Yoksa kim akıllı kim deli, bellidir. Günümüzün kangren olmuş toplumsal sorunlarının çözümü için biraz da delidolu olmak gerekir. Önder APO’nun vurguladığı gibi, ipini kopartacaksın. Sistemle aramızdaki tüm ipleri koparmadan devrimin işleri yürümez. Kendini değiştirmek ve yanı başındaki insanları değiştirip dönüştürmek insanlık açısından en önemli bir iştir. Bir düşünceye, Önderliğe inanıyor ve bundan aldığımız güçle pratikleşiyorsak, o zaman en önemli görevimiz başkalarını da buna inandırmayı başarmaktır. Başarının yolu da ahlaki olmaktan geçer. Kültür olgusunda kültür yapma diye bir şey vardır. Kültürel değerler nasıl yapılır? Bu yapma işinde devrimcilik nasıl olur? Bu noktada da tekrar toplumsal gerçekliğe dönüyoruz. Yani toplum nasıl değiştirilir Toplumsal değişim nasıl gerçekleşir? Bu noktada da toplumun kendine has, sürekli değişken ve çok zengin yasaları vardır. Topluma öyle gelişigüzel şeyler dayatılamaz. Belki bazı şeyleri topluma dayatabilir ve kabul ettirebilirsiniz, dayattığınız bu şeyleri bir süre yaşatabilirsiniz de.
Ama toplumsal bünye bunları uzun süre kaldırmaz. Bunlar çarpık kültürleşme ile sonuçlanır. Sonra toplumsal bünye adeta bunları kusar ve dışarıya atar, ya da bu dayatmaları kendisine uyarlamaya ve yeni bir biçim vermeye çalışır. Bu aşamada daha çok insanların toplum içerisindeki duruşları, ideolojileri ve felsefeleri temelinde bir kültür yapma ya da kültür yaratma söz konusu olur. Toplum kendi içerisinde biraz tutucu bir varlık olduğu için, değişip dönüşmesi gerektiği halde değişim karşısında bir zorlanmayı, bir sıkıntıyı yaşayabilir. Bu noktada da toplumun kendi iç dinamikleri o zorlama karşısında yeni çıkışlar arama ihtiyacı duyar. Toplum içerisinde toplumun üyeleri giderek bu sorunları aşma çabası içerisine girerler. Bu da insani bir özelliktir ve adım adım toplumun kendi iç işleyiş yasalarına denk düşebilecek yöntemler temelinde topluma mal edilmeye çalışılır. Doğruluğu ve yanlışlılığı tartışılabilir, zamanı ve mekânı tartışılabilir. Böyle süreçlerde herkes bir şeyler söyleyebilir. Ortaya çıkan yeni şeylerin doğruluğu ve yanlışlığı ancak toplum içindeki etkisiyle ölçülebilir. Bu tür sonuçlar kimlik temelinde somut tartışılır. Bu değişim ve dönüşüm dayatmaları giderek toplum içinde bir kabullenmeye yol açtıklarında genelleşir ve toplumsallaşırlar. Böylelikle insan bizzat kendi içerisinde istemlerine ve ihtiyaçlarına göre böyle bir mekanizma ile kendisini değiştirip dönüştürebilir. Önder APO son savunmalarında düşüncenin de maddi bir olgu olduğunu belirtti. İşte düşünce gücü maddi bir gerçeklik olarak en fazla değişim ve dönüşümü yaratabileceği bu tür aşamalarda ortaya çıkıyor. Dolayısıyla düşünen bir varlık olarak insan, düşüncesiyle vardığı sonuçlar temelinde bizzat kendi eliyle bütün toplumun farkında olmadığı şeyleri de yaratabilir, bunları toplumuna da mal edebilir. Bu nokta devrimci kültür ve ahlak olarak tanımlayabileceğimiz ya da değerlendirebileceğimiz bir husustur.
CİHAN EREN 6.BÖLÜM
YORUM GÖNDER