BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (17.BÖLÜM)
O DAĞA GİTME OĞUL GİDERSEM DAĞA GİDERİM ANNE
Seviha Ana Diyarbakır
Görüşme Tarihi: Ocak 2013
Kod Adı Bave Sor, daha sonra Selahaddin Pasur adını almış.
Katılım Tarihi: 1993
Uzun yıllardır haber alınamıyor. Kendisi için yanlış konuşan ağız yırtılsın. Sait Karagöz(Dengbej) Bir “veda yoludur” çocuklarını kaybetmiş anneler. Çocuklarıyla buluşacakları karanlığın rengini açmak için yaşarlar. Onlar da bilirler ölümün günün birinde, bizim de kapımızı çalacağını ama yaşarken gidenleri de yaşatacaklarına inanırlar. Ölen oğullarının çığlıklarını devralır anneler. Bu onların yaşama nedenidir. Sokaklara her çıktıklarında, oğullarının yarım kalmış sözlerini haykırırlar. Bunu yaparken, çocuklarının onları duyduklarına inanırlar. İşte bu yüzden, bıkmadan anlatırlar dillerinden düşürmedikleri barışı.
Barış; kanayan ruhların huzur bulması içindir. Çocuklarını kaybeden anneler, çığlıklarla dünyaya getirdikleri evlatlarını, çığlıklarla uğurladılar. Ölüm bütün dillerde aynıymış meğer. Ve bütün anneler acının diliyle ağlarlar.
Seviha Ana da o dilde anlatıyor bütün fotoğraflarda gülen oğlunu. Seviha Ana Anlatıyor “Herkesin oğlu kendisine güzeldir. Benim oğlum da bana. Arkadaşları tarafından sevilen biriydi. Bir gün okula gitmese gelip sorarlardı. Ben Kürt meselesinin farkında olan biri değildim. Ama oğlum bunun farkındaydı. Ağalık, beylik sistemini eleştirirdi. “Herkes eşit doğar, hayatın efendisi insandır” derdi. “Eşim, daha askerdeyken kendisine yapılanlardan dolayı devlete karşı öfke duyuyordu. Askerken başından geçen bir olayı anlattığını hatırlıyorum. Eşim askeri kantinde televizyon izlediği bir sırada elektrikler kesiliyor. Çavuşlardan birisi ‘Kıro Kürt; al şu yirmi beş kuruşu git bana biraz cereyan getir’ diyerek dalga geçiyormuş. Arkadaşları engellemeye çalışmışsa da eşim dayanamamış, kavgaya tutuşmuşlar. Çavuşu bayağı bir hırpalamış olacaklar ki bölük astsubayına olay intikal etmiş. Komutan ise çavuşa ‘on beş kişisiniz. Baş gelemediniz mi üç Kürt’le’ diye olayın sorgusuna bile gerek kalmadan üç ay askerde cezaya çarptırılmış iki arkadaşıyla birlikte.
Şimdi televizyonlarda haberi yapılan “disko”larda neler yaptıklarını da siz düşünün artık. Bu yüzden de üç ay geç terhis oldu. Yaşadıklarından dolayı oğlunun askere gitmesini istemiyordu. “Çocuklarımı askere göndermeyeceğim“ diyordu. Kızardım. Çocukların aklına bu tür şeyleri düşürme derdim. PKK’yı duymuştuk ama çok tanımıyorduk. Köyde oturuyorduk. Çocuklar büyüyünce ilçeye taşındık. Biz okumadık hiç değilse O Dağa Gitme Oğul Gidersem Dağa Giderim Anne onlar okusun istiyorduk. Okullar tatil olunca köye giderdik. Oğlum liseyi bitirdi. Üniversite sınavına niye hazırlanmadığını sorduğumda “benim daha önemli işlerim var.” diyordu. Oğlum öğrenciyken PKK’yi tanıyormuş. Onlarla ilgili çok şey okumuştu. Yaşının küçüklüğüne rağmen büyümüş de küçülmüştü sanki. İstanbul’a teyzesine gitmişti. Teyzesine gelen kalabalık bir misafir grubuna, Kürt meselesi ve Türkiye ile ilgili gelişmeler üstüne bir sohbet yapmış. İnsanlar bir saate yakın hayranlıkla dinlemişler. Teyzesi beni aramıştı “abla bu çocuk çok zeki nazar değecek‘ diye gururla anlattığını hatırlıyorum. Biz de zamanla bu örgütü tanımaya başlamıştık. Kulp bölgesine gelmişlerdi. Zaman zaman köye gelip giderlerdi.
Devlet ve PKK çatışmaları derinleştikçe gerillaların köye gelmesi devletin üzerimizde baskı kurmasına neden oluyordu. Devlet baskıyı arttırdıkça bizim nefretimiz de derinleşiyordu. Oğlum dağa gitmeden bir yıl önce, Kulp’ta gözaltına alındı. Diyarbakır’da günlerce işkence yapıldı. Birlikte gözaltına alınan arkadaşıyla, içi boş bir tekerin içine konularak tekeri döndürüyorlarmış. Su istediklerindeyse iki arkadaşa idrarlarını karşılıklı içirtmişler. Oğlum bu yaşadıklarını ablasına anlatmıştı, ablası da bana anlattı. Çıktıktan sonra da baskılar artmaya devam etti. 1992–1996 yıllarını bilirsiniz. Her sokak başında birini öldürüyorlardı. Gözaltında insanlar kaybediliyordu. JİTEM cinayetler işliyordu. Hatırlarsınız mutlaka, Hizbullah’a tetikçilik yaptırıyordu devlet. O zamanlar her evin altından toplu mezarlar çıkıyordu. Oğlum da bundan nasibini aldı. Diyarbakır’da dört şarjör mermi boşaltılmış üstüne. Tesadüfen kurtuldu. Bu olaydan sonra sana kurtuluş yok dedim. Git buralardan. Evi satayım avrupaya kaç demiştim. Dağ o zamanlar ölüm tehlikesi yaşayan Kürtlerin son tercihiydi. Dağa gitme. Sen, kibarsın, narinsin dağ sana göre değil demiştim. Babası da yanımdaydı. Ne git ne de gitme tek kelime söylemedi. Tabi oğlum kabul etmedi yurt dışına gitmeyi “gidersem dağa giderim, bir tek isteğim var senden anne” dedi. “Sakın arkamdan ağlama.” Demişti. Çok içli bir gençti. Duygusaldı, narindi…
Geçmişten Bir Anı “Hiç unutmuyorum, doğum yapmıştım, yatıyordum. Kendisi de çok küçüktü. Ben yorulmayayım diye mutfak tezgâhına yetişmek için tabure koyar bulaşıkları yıkardı. O, dağa gittiğinde bütün bu yaşadıklarımızı unutamıyorum. O hala benim için ayağı mutfak tezgâhına yetişmeyen bir çocuktur hayalimde.” Uzun bir zaman çevremde oğlumun dağa gittiğini sakladım. Devlet kayıtlarına geçtikten sonra da durum aşikâr oldu. Sekiz çocuğum var, ama o bir başkaydı. Dağa gittikten üç sene sonra Kulp tarafına gelmişlerdi. Gelip beni gördü. Kendisi yüzünden, babasının sık sık gözaltına alındığını, işkence yapıldığını öğrendi. Oğlum çok üzülmüştü babasına yapılanlara. Oğlumu ilk ve en son gördüğüm o dönemde, çok uzaklara git oğlum. Devletin eline düşme. Ölümse ölüm yapacak bir şey yok. Ama ele geçirilirsen, ölümün acı çekerek, işkence çekerek olur demiştim. Oğlumu öptüm. Vedalaştım. Geri döneceğim sırada “anne arkadaşlarımı öpmeyecek misin” diye sormuştu. Arkadaşlarıyla da vedalaştım. Oğlumla yaptığımız en son görüşmeydi. Nereye başvurduysam, ölü mü, sağ mı bilgisini alamadım. Oğlumun örgütteki adının Bave Sor olduğunu, daha sonra da işkenceyle öldürülen arkadaşı Selahaddin Pasur olarak ismini değiştirdiğini biliyorum. Kürt annelerinde dağa giden bir oğuldan haber alınamıyorsa bunun anlamı bellidir. Ama analar umudeder. Ölümle baş etmenin bir yoludur bu.
Ocak 2013 Diyarbakır
MüRSEL YILDIZ& iBRAHiM ALP
YORUM GÖNDER