YAŞANAN PATLAMA OLAYI TARİHLE EN ŞİDDETLİ HESAPLAŞMADIR
Hiç şüphesiz bu son planlama değildir. Daha da yeni bir planlamayı ardı arkasına geliştirecekleri veya genel planlamanın bu başarısızlık...
Genel Başkanlık Karargâhı olarak değerlendirilen bu sahaya yönelik 6 Mayıs’ta geliştirilen büyük bombalama olayı güncel gelişmelerin ışığında değerlendirildiğinde, bunun Genel Kurmay planlamasının çok önemli bir halkası olduğu görülecektir. Bilgileri bir araya getirdiğimizde ve yeni gelişmeleri de buna eklediğimizde, kapsamlı bir planla karşı karşıya olduğumuzu her geçen an daha iyi anlıyoruz.
Hiç şüphesiz bu son planlama değildir. Daha da yeni bir planlamayı ardı arkasına geliştirecekleri veya genel planlamanın bu başarısızlık temelinde kendisine yeni bir başlangıç yaptırma biçiminde yürürlükte kalmak isteyeceği açıktır. Kaldı ki buna yabancı değiliz. PKK tarihi, hemen hemen doğuşundan günümüze kadar böylesine kapsamlı tasfiye planlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Tabii, bu son planlamanın kendine özgü yenilikleri var. Hem kapsam, hem katılan güçler bağlamında çok ileri bir düzeyi temsil ediyor ve aynı zamanda bizim de genişleyen ittifak sistemimizi hedefliyor.
Türk Genel Kurmayı daha önceki planlamaları, kendi öz güçlerine dayanarak, salt PKK’yi ve Önderliği’ni özel olarak hedefleyerek geliştiriyordu. Fakat bu son planlama çok kapsamlı bir uluslararası hazırlık ittifakı temelinde geliştiği gibi, yalnız PKK Genel Başkanlığı’nı ve onun temel karargâhlarını hedeflemiyor, geliştirdiği ittifak sistemini de kesin kapsamına alıyor. Yenilik burada, ayrıca kullandığı teknikte sınır tanımaz çılgınca bir yaklaşım var. Hiç şüphesiz bunlar bastırılamayan PKK ve onun askeri gelişmesiyle çok sıkı bağlantılıdır. Gelişmelerin önü açık tutulup hız kazandırılınca planın da kapsamı uluslararasılaşıyor ve tekniği de yoğunlaştırılıyor.
Tasfiye planları tarihine baktığımızda, bu konuda biraz daha netleşmemiz mümkündür. Çok kısaca ana hatlarıyla değinecek olursak; PKK’nin bir grup olarak gelişme durumu ortaya çıktığında -ki, bu 1975’lerin ortalarına denk geliyor- o zamanki tasfiye planı, grubun özelliklerini ve biraz da bizim başlatma konumumuzu, dolayısıyla kişiliğimizi inceleyerek grubun içine sızma ve kontrol altına alma, tehlikeli bulduklarını saptırıcı veya kendi kontrollerindeki eylemlerle bitirme, kalanları da elde tutma mantığına dayanıyordu. PKK’nin bağımsız bir grup olması aşağı-yukarı 1975’lerde netleşti. Ve o zaman grubumuza dâhil olan bazı öğeler, grubu tamamen kontrol altına alma, etkisizleştirme, fazla gelişme şansı vermeme, gelişme olmuşsa saptırma, önde gelenlerini ya katlettirme, ya da kontrollerindeki eylemlerle bitirme ve yine son söz hakkını da ellerinde bulundurma çabalarına giriştiler. Bunu, aşağı-yukarı bizim yurt dışına çıkmamıza denk bir anlayış ve bir plan olarak yürüttüler.
1977’lerin ortalarından itibaren bizzat böyle bir tasfiye ile karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Dolayısıyla biraz daha bilinçli yaklaşarak, ömrümüzü uzatmak için yurt dışına çıkıncaya kadar, bu plana karşı bir planla, bizi saptırmaya karşı onları saptırmayla en iyi karşılığı verdik. Tabii burada en belirgin yön, hata yapmamaktı. Amaçları, gruba yönelimi yumuşak bir biçimde sonuçlandırmak -yumuşak derken de, içinde Haki Karer arkadaşımızın öldürülmesi gibi cinayetler, yine kirli, kullanılmış silahlarla bizi içeri atıp otuz yılla cezalandırmalar var- ve bazı soygun eylemlerini, cinayet eylemlerini bizim kararımıza dayandırarak yaptırıp bizi böyle ağır eylemlerden, cinayetlerden dolayı cezalandırmak istediler. Bunların hepsi mümkündür. Tabii biz bunu yapmayınca bunların sıkıntısı başladı. Özellikle Fatma ve Pilot gibi bu işin önde gelen yürütücüleri epey sıkıldılar ve zamanın uzatılmasına büyük bir hoşnutsuzlukla yaklaşım gösterdiler. Olağanüstü sabrımız ve onları nihai karara götürebilecek hatalar yapmayışımız, yine “kontrolünüzdeyiz, istediğinizi yapabiliriz, ama biraz bekleyin” gibi yaklaşımlarımız, çeşitli acabalarla ve soru işaretleriyle onlara “öyle yaşasak daha iyi olmaz mı?” umudu veriyor. Onlar yine işlerin kontrollerinde yürüdüğünü sanıyorlar. Her ne kadar çok tehlikeli, kontrol dışı gelişmeler oluyorsa da, son çıkışımıza kadar aslında kontrol var. Bunu oldukça bilinçli bir şekilde onlara yansıtmış olmamız, onların nihai darbeyi vurma gibi bir eğilim içine girmelerini önledi. Grup aşamasındayken, PKK tasfiyesini daha çok bunlara dayanarak boşa çıkarmada bizim karşıt planımız veya yaklaşımlarımız son derece hayati bir rol oynamıştır. Yine düşmanın saldırı tarzını, yönelim taktiklerini en uygun bir taktikle karşılamıştır. Bu da, onların eylem anlayışlarına girmeyişimiz, yine provokatif davranışlarına geleneksel Kürt kişiliğiyle cevap vermeyişimiz ve hem kadın, hem erkek boyutunda daha özgün bir davranış biçimini sergilememiz, derin endişelerle ve tabii bunun doğurduğu tedbirlerle grubun şansını artırmaya çalışmamız, belki de hem sol, hem Kürt grupları tarihinde görülmemiş bir anlayışla onları karşılamamamızdır ki, ne polis literatüründe, ne de MİT literatüründe bunun başka bir özgün örneği yoktur. Bu, sanırım onları bir kargaşaya, bir değerlendirme hatasına götürüyordu. Zaten günlük merkezlerine giden raporların saptırmalı raporlar olması ve kararların da böyle raporlara dayandırılarak gelişmesi, onları gittikçe daha fazla hataya götürdü.
Böylece uzatmalı savaş taktiğine göre ömrümüzü uzatıyor ve grubun yaşama şansını geliştiriyor, hatta grubu da oldukça büyütüyoruz. Elazığ tutuklanması ve yine Şahin Dönmez’in itirafları gibi tehlikeli bir durum bile bizim için son derece uyartıcı bir etki oluyor. Oradan çıkardığımız sonuç; dışarı çıkma kararıdır. Bu çıkış bir-iki ay daha gecikseydi grubun tasfiyesi gelişecekti. Ciddi bir olayı -buna da PKK’nin içine düşmüş olduğu büyük bir operasyon diyelim- doğru bir kararla karşılamamız ve bu çok önemli adımı atmamız, düşmanın bu dönem planlamasını boşa çıkardı. Ki bu daha çok MİT ve dar bir kontrgerilla birimi tarafından yürütülüyor, henüz tüm Genel Kurmay’ı ve yine tüm partileri, siyasi sistemi çok fazla etkilemiş olduğunu sanmıyorum. Dar bir kontrgerilla biriminin ve MİT’in planıdır. Bu planın etkisinden sıyrılmayla PKK için yeni bir dönem başlıyor.
Bilindiği gibi sıcak savaşım sahası olan Ortadoğu, TC’nin kontrolü dışındadır. İlk altı ayda, Türk Genel Kurmayı’nın ve MİT’in pek de fark edemeyeceği bir çalışma yürütülüyor. Kendimiz için bir temel kazanıyoruz. Bu süreçte bazı önemli ilişkiler yaratıyor ve bazı grup aktarımlarını gerçekleştiriyoruz. Bunlar bizim açımızdan yeni bir gelişmenin ilk adımlarıdır. 1980’lerin başlarından itibaren PKK’nin Ortadoğu sahasına dayalı olarak gelişeceği aşağı-yukarı anlaşılıyor. Bu yıllardan itibaren de yeni bir planlamayla karşı karşıyayız. Zaten ihtiyatı elden bırakmadan aynı yöntemi dışardan da sürdürdük. Özellikle Semir’in devreye girişi var. Yine Antep grubuna dayalı olarak Terzi Cemal, Ali Çetiner gibileri - sanırım kuşkulu yönleri var- ortaya çıkıyorlar. Yine Fatma içimizi kışkırtabilecek bazı öğelerle ortaya çıkıyor. Semir ile Fatma, ’80 sonrası ülkeye yönelişimizi boşa çıkarmanın en etkili isimleri olarak değerlendirilebilir. Daha sonra anlaşıldı ki, bunlar özellikle zindanla bağlantı kurmuşlar. Önemli bir PKK karargâhı olarak nitelenen Diyarbakır zindanı başta olmak üzere, dayatılan zindan tasfiyeciliği planı oldukça acımasızdı.
Aynı şekilde bu yıllarda zindan dışı bazı gelişmeler de yaşandı. Bu sahada belirttiğim isimlerin yanı sıra Avrupa’da Doğan Karakoç’un intiharı vardı. Bu kişi, Ali Çetiner ve Terzi Cemal (Ali Ömürcan) ile aynı grubun elemanıydı, üçlüydüler. Onun Avrupa’yı kontrol etme durumu olabilir. Her ne kadar bizim inisiyatifimiz artıyorsa da onların kendilerini toparlamaları ve tekrar içerden PKK’yi etkisizleştirmeye ağırlık vermeleri bu planın önemli bir parçasıdır. Zaten o süreçte PKK’nin ne dağda savaşacak gerillası, ne de imha edilecek kitlesi var, hepsini pasifize etmişler. Geriye PKK’nin kadrosunu organize etmeye çalıştığımız bir Ortadoğu sahası var. Avrupa’nın da öyle ciddi bir çalışması yok. Tümü benim etrafımdaki gruplaşma ve kadrolaşmadır. Bu kişilerin en çok dikkat ettikleri bir yaklaşım da içerde çekirdeği yozlaştırma, çekirdeği büyük bir kafa karışıklığına itme, çekiştirme, ülkeye değil Avrupa’ya yöneltme ve yine kendi aralarında basit yaşam güdüleriyle uğraştırmadır.
Türk Genel Kurmayı’nın bundan daha fazla planı olamazdı. Olabilmesi için bizim ilişkide olduğumuz Filistinli örgütlere el atması gerekiyordu. Zaten altı ayı geçmeden el attılar ve Arafat’la ilişki kurdular. Ecevit döneminde Arafat’a Ankara’da bir elçilik verdiler ki bu bize yönelik bir planlamaydı. Suriye sahasını bize kapatmak için Suudi’yi devreye sokuyorlardı. Bu dönemde Filistinlilerin belli bir inisiyatifi var, Suriye ise bunu pek dinleyecek durumda değil. Dolayısıyla hükümetin ve Genel Kurmay’ın dışardan müdahalesi oldukça sınırlı kalıyor. İçerdeki elemanları da ülke içinde olduğu kadar etkili değiller. Çok önemli oranda yozlaştırmayı, kafa karışıklığını yürütüyorlarsa da, bizim de buna karşı amansız, örgütsel, ideolojik ve diplomatik çalışmalarımız var. Bizim gelişme şansımız bu kez daha yüksek.
1981-’82 yılları bu konuda yoğun bir mücadele sürecidir. Çok iyi hatırlanıyor ki, bu yıllarda bir ekip “Hakkâri’ye tek bir grup göndertmeyeceğiz” sloganı adı altında faaliyet gösterdi ve önde gelen bazı kadro adaylarımızı da oldukça baştan çıkardı, basit yaşam güdülerini ayaklandırdı. Avrupa’ya yönelme düşüncesini ve sahte yaşam anlayışlarını tahrik ettiler. Kadroyu “bir şey yapılamaz, en iyisi idare etmektir” anlayışına saptırdılar. Apolitik, fazla örgüt endişesi olmayan önde gelen birçok öğemizi, hatta merkezimizi boğuntuya getirdiler. Bütün ilkel kişilik düzeylerini çok iyi değerlendirdiler. Zor süreçte kişilerin güdülerine hitap edilerek ve yozlaştırılarak devrim dışına taşırılabileceğini iyi gördüler. Bu konuda da oldukça önemli bir çalışma yürüttüler.
Belirttiğim gibi dışarıda da Filistinli örgütler elde edilmeye çalışıldı. Suudi ile Suriye üzerine etkide bulunulmak istenildi. Doğu Kürdistan üzerinden bazı birimlerimizin de ilişkide oldukları -ki Mehmet Hoca onlarla ilişkideydi- KDP ile ilişkilerini yeniden geliştirdiler. O tedbiri de aldılar. Sonuçta “Hakkâri’ye tek bir adam çıkartmama” konusunda KDP bağlantısını iyi kurdular. Şahin Kılavuz’un sorumluluğundaki on kişilik ilk grubumuzu imha ettiler. Yine 1982’lerde yoğunlaşan grubumuzu kendi kontrolleri dışına çıkarmamaya, TC ile birlikte onları hâkimiyet altında tutmaya büyük özen gösterdiler. Çok iyi hatırlanacağı gibi, grubun sorumlusu arkadaşımız bile o gün tutulması gereken stratejik yerlere hiç gitmiyor. Hatta eylem yapmama sözünü veriyorlar. Botan hududunun her iki yanına yaklaşmamayı -ki sanırım bu KDP’nin TC’ye verdiği bir söz- bizim gruba kabul ettiriyorlar. Dolayısıyla çok önemli bir süreci burada boşa çıkartıyorlar. Bunu daha sonra bize de dayattılar, hatta “eylem yapılmazsa çok iyi olur” diye rica ettiler. Ancak biz anlayışın tehlikesini sezmiş ve gereken sonuçları çıkartmıştık. 15 Ağustos Atılımı’nın eksik de olsa gerçekleştirilmesiyle bu ikinci büyük tasfiye planı boşa çıkarıldı. Birincisinde nasıl yurt dışına çıkmayı başarmakla tasfiye planı boşa çıkarıldıysa, ikincisini de 15 Ağustos Atılımı’nı başlatmakla tasfiye planını boşa çıkardık.
Tabii düşmanın buna vereceği karşılık daha kapsamlı olacaktı. Nitekim ordu önemli oranda devreye sokuldu. Klasik isyanı ezme biçiminde bir planla gelindi. KDP, Güney’de tamamen kontrole alındı. O bilinen ilk bombalamalar bu ilişkiye dayalı olarak yapıldı. KDP ile ilişkilerimiz gittikçe bozuldu. Yine, Suriye üzerinde yoğun görüşmeler yürütüldü. Arap gericiliğiyle ilişkiler geliştirilerek bizim üzerimizde çok etkili olunmak istenildi. Kürt reformistleriyle ilişkiye geçildi. KUK, Peşeng, hatta Özgürlük Yolu gibi örgütler hem Ortadoğu’da hem Avrupa’da bize karşıt bir duruma getirildiler. Hatta bu örgütlere Paris’te gizli görüşmeler yaptırıldı. Yine bu yeni dönemde KDP bünyesinde -içimizde de- gizli görüşmeler yaptırıldı. Bildiğimiz öğeler faaliyetlerini son perdeyi oynamak biçiminde gösterdiler. Özellikle Fatma son perdeyi oynamakta kararlıydı. Yine bu son dönemde Antep grubundan Ali Çetinerler de bu konuda daha dikkatli değerlendirilebilir. Semir özellikle Avrupa’da oynamaya devam ediyordu. Bu bir yerde ilk dönem tasfiye planlarının son perdeleri oluyor. Hem dışımızdaki reformistlerin, KDP’nin hem de ordunun seferber edilmesi ve içimizdeki tüm güçlerini kullanmalarıyla ’86’da Agit arkadaşın şahadeti; Botan’da kuşkulu katılımların -onlar muhtemelen bir sızma olabilirdi- ve Guyine köyünde çıkan bir çetenin Botan’ı kontrol altına alma çabaları, 15 Ağustos 1984 Atılımı henüz bir yılını doldurmadan tasfiye planını hayata geçirecek çalışmalardı. Sanıyoruz bütün bölgeler de mükemmel çalıştılar.
Yine uluslararası alanda PKK’nin terörist olduğu düşüncesini geliştirmek için Olof Palme cinayeti geliştirildi. Avrupa’da yayılmanın önlenmesi için yoğun olarak CIA, Alman polisiyle ilişkiye geçildi ve anlaşmalar yapıldı. Yine Ortadoğu’da özellikle Fatma’nın provokatif davranışları son haddine kadar gelmişti. Gerillada, Agit’in şahadetinde de görüldüğü gibi, kontrol neredeyse ellerindeydi. Bunların kapsamlı bir plan olduğu çok net. Sanıyorum bu plan kendilerine göre en geç ’87’ye ulaşmadan, ’86’nın başlarında bizi tamamen etkisizleştirmeyi ve tasfiye etmeyi amaçlıyor. Zaten planlarının yaklaşık olarak altı ay veya bir yıl gibi bir süreyi kapsadığını belirtmek gerekir. Bize öyle daha fazla bir ömür biçtiklerini tahmin etmiyoruz. Daha önceki de öyleydi, bize biçilen ömür belki bir-iki aylıktı, belki de ’84’ten sonraki bir yıldı. Nitekim ’85’in sonlarına geldiğimizde bizim gerillamız kendi kendini tasfiye eder hale gelmişti.
Bizim o zaman buna verdiğimiz karşılık, bu büyük kargaşayı göz önüne getirerek içte ve dışta adeta düşüncede bile süreci iyi tahlil edip kavramak ve ne yapılması gerektiğini cevaplandırmaktı. O zaman bu büyük bir sorundu. Biz hemen ülke içi sahayı esas alsaydık -ki benim için de epey çağrılar yapılmıştı- ve gitseydik sanıyorum bu, mevziiyi zamansız terk etmek olurdu ve onlar bu durumdan tam sonuç alabilirdi. Biz yine mevziimizi derinleştirmeyi esas aldık. 15 Ağustos’tan sonra geriye nerdeyse on-on beş kişilik bir güç kalmıştı. Bir yıl sonra grubu tekrar çekirdekleştirmeye büyük özen gösterdik.
III. Kongre süreci gibi daha geniş bir ideolojik netleşme ve daha geniş bir kadroyu burada oluşturmanın en doğru yaklaşım olabileceğini düşündük ve bunun yoğun çabası içine girdik. Yine bu konuda daha planlı olmaya, oldukça sabırlı ve örgütsel çalışmaya son derece ağırlık vermeyi esas alan yaklaşımlarımızla, partiyle uzun süre oynayanları biraz daha yakın takibe almamız, onlara teslim olmak şurada kalsın, onları giderek daraltma ve nefes alamaz duruma getirmemiz; tahrikçileri tahrik etmemiz ve böylece de “bize erken doğum yaptırdınız” diyenlere -ki, bunu Semir söylüyordu- erken doğum yaptırmamız gerçekleşti. Onları bir-iki sefer erken doğum yapma gibi bir sürece tabi kılmamız renklerini tamamen açığa çıkardı ve III. Kongreye doğru giderken Fatma tamamen deşifre edildi. Ali Çetiner ve diğerleri gibi tüm bu içten kemirici öğeler de önemli oranda netleştirildi. Böylece çekirdek biraz geliştirildi.
1987’den itibaren tekrar yeni bir gerilla atağına başladık. Ve ona bu sefer Olağanüstü Hal Yönetimiyle karşılık verildi. Sanırım bu planlamanın ömrü de bir yıllıktı. Olağanüstü Hal bu planlamanın önemli bir halkasıydı. İçimizde dayanabilecekleri öğeleri kaybedince ve sızdırdıkları öğelerin artık tamamen etkisizleştirildiği ortaya çıkınca, zindandaki gelişmeleri hızlandırdılar. Zindanda özellikle elde ettikleri öğeleri, parti dışını da etkileyecek bir biçimde örgütleyip planlamanın esası haline getirmek istediler. Bilindiği gibi ’84’ten sonra zindan tasfiyesi neredeyse tamamlanıyordu. Zindan içerisinde Hilvan grubu, Batman grubu adı altında sahte bir bölünme yaratılıyor. Aynı öğe iki grubu tahrik ediyor ve bölünmeyi geliştiriyor. 1986’da -ki önemli bir tarih- içerde ilk darbeyi vurup geri çekiliyor ve ardından tekrar geliyor.
1987’de bu sahada işler tamamlanınca, Dilaver Yıldırım yeni lider olarak lanse edilmeye çalışılıyor ve onun için çok köklü bir hazırlık yapılıyor. Sanırım içeride değişik kişiliklerle, Komünist Parti liderleriyle tanıştırılıyor ve dışarı çıktığında İstanbul’da TKP’nin içindeki uzlaşan kesimlerle bir araya getiriliyor ve bizzat beraber kalmaları sağlanıyor. Ki o zaman ancak biraz Sovyetler Birliği’ne ve TKP gibi solculuğa dayanarak çıkış yapılabilirdi. Tahminen Şener’de zaten TKP’nin konumuna ağırlık veriyor. Zaten 1987’de de TKP, Haydar Kutlu gelip tam teslim oluyor veya anlaşıyorlar. Bunların içinde bu öğeler de var. Zaten bizi boğacak olan da TKP veya o kanalla Sovyetlerdir.
TKP ile anlaştıktan sonra Sovyetlerle de anlaşma olur. TKP’nin de tasfiye edilmesi Kemalistler döneminde Stalin’le geliştirilen, 1950’lerden sonra da Demirel döneminde Brejnev gibilerle geliştirilen ilişkilere bağlıdır. Bir araştırmada netleştiği gibi, TİP’in bile artık işlevsiz bırakılması Türkiye’nin Sovyetlerle geliştirilen ilişkilerine bağlanıyor ki bu doğrudur. Aynı modelle Sovyet bağlantısı kullanılarak PKK’ye uzanılmak isteniyor. Zaten Sovyetler Suriye’ye de, Lübnan’a da, Filistin’e de hâkimdir. Sovyet halkasını iyi yakalarsak, o halkada TKP’yi ve TKP’nin, kendi ilişkileriyle PKK’ye uzanmak istediğini görürüz. Zaten Şener bu ilişkilere girmiş, Dilaver de tamamen giriyor. Böylece bunların Sovyet ilişkisini de TKP’yi de arkalarına almaları zor olmuyor. Zaten PKK içinde de epey itibarlı bir ad-ün sahibi olmaları söz konusu. Avukat (Hüseyin Yıldırım) Avrupa’da sosyal-demokratları ayarlamış, zaten onlar eldedir. Yani bunların NATO çerçevesinde kullanılmaları zor değil. Olof Palme gibi buna kafa tutanlar da katledilmiş. Ki onun da uluslararası boyutu var. Onun katli bizimle de, Kürt sorunuyla da bağlantılıdır. Çünkü Palme, Kürt sorununda NATO’ya ve sisteme alet olmayacak kadar onurlu bir insan. Vietnam’da da diğer ulusal kurtuluş hareketlerinde de bunu göstermiş. Muhtemelen İsveç’e dayanabiliriz. Ve Palme ile ilişkiler kötü olmayabilir. Bu nedenle O’nu bize yöneltmek istiyorlardı ve Palme bize tavır almadığı için o cinayet geliştirildi. Bu cinayet Kürtlere ve PKK’ye mal edilmek istendi.
1987’ye geldiğimizde Şener’in hazırlıkları vardı, Dilaver dışarıya çıkmıştı ve Avukat’ın da Avrupa’daki faaliyetleri yoğundu. Olağanüstü Hal bastırıyordu ve bunun karşısında bizim de gerilla hamlemiz vardı. 1988’in ortalarına geldiğimizde yine bizim genel karargâhımıza geldiler. Halen hatırlıyorum, birisi “üç ay içinde duman olacaksınız” diyordu. Resmen “bu yeni gelişmelere uyun, sosyal-demokratlar, TKP ne istiyorsa o noktaya gelin; silahlı mücadeleyi bırakırsanız belki bazı haklar düşünülebilir” demeye getiriyorlardı. Ki, M. Ali Birand, “bazı kültürel haklar düşünülebilir, ama her şeyden önce bu gerillayı bırakın” demeye gelmişti. Mesaj buydu. Avukat bunu tehditlerle birlikte çok açık söyledi.
Kresky, -ki bu sanırım Yahudi kökenli ve İsrail İşçi Partisi’yle de bağlantılı birisi- “Gel sana Avrupa’da davetiye de aldık. Ortadoğu sahasını terk eder, orada yaşarsın” diyordu. Hatta Nargo May adında bir Fransız örgütüyle ilişki kurmuşlardı ve “helikopter bile var, dağda kamp da açmışız” diyorlardı. Hatta bir tanesi de Stalinci, kırk yıl Fransa adına çalışmış. Bu öyle radikal bir örgütmüş. Tamamen bir avlama örgütü olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bunlar da ’88’in ortalarına doğru bir yılda bizi tamamen bitirmeyi hedeflemişler. NATO işin içine bulaştırılmış. Sosyal-demokratlar elde edilmiş. Sovyetler Birliği’ndeki TKP eğilimi Türkiye’ye gelmiş ve tamamen sağlama alınmış, zindanda kontrol tamamen ele geçirilmiş ve Şener mutlak yönlendiriliyor. Dağdaki gerillada da buna benzer durumlar var. Agit’in şahadetinden sonra bu gruplar inisiyatifsiz kalıyor ve gerillayı fazla geliştirmiyorlar. Yine gruplar içinde bazı kuşkulu yaklaşımlar da var. Zaten gerilla, ’88’in ortalarına kadar fazla açılım göstermemiştir. Gerilla böyle bir kuşatılmışlık altında, 15 Ağustos Atılımı’na gelmeden neredeyse bitirilecek.
Nitekim Avukat, “APO gidicidir, biz Avrupa’yı ele geçirdik, zindan ve dağdaki birçok eyalet de kontrolümüzdedir” diyordu. O zaman haklıydı; Amed örneğinde görüldüğü gibi bazı öğeler tamamen onlara çalışıyordu. Biz bunları o zaman gülünç bulduk. Fakat şimdi anlaşılıyor ki, o plan gerçekten kapsamlıydı ve o çağrıyı yaptıklarında bunu yürütecek güçteydiler. Nitekim buna bir de Almanya’daki tutuklamalar eklenince, geriye bırakılan, kontrol altındaki öğelere ve içerdekilere de açıkça “teslim olun, APO’ya karşı çıkın, sizi iki günde bırakırız” demişler. Bütün bunlar bu planın uluslararası boyutunu gösteriyor. Sovyetler ve Avrupa da kontrole almış. İçimizde de kontrol gelişmiş. Tabii bu dört dörtlük bir plandı. Peki, neden başarıya gitmedi? Bu, benim mevziiyi değerlendirme tarzımla bağlantılıdır. Eğer burada mevziiyi zamansız terk etseydim, örneğin Avrupa çağrısına uysaydım, yine 1986’dan önce KDP mevzilerine gitseydim, büyük bir ihtimalle ne kadar iyi çalışsak da, temel hata yapıldığı için kaybetme riski daha fazla olurdu. Temel taktik veya temel mevziiyi-tabii mevzii yalnız coğrafi anlamda bir yerde kalmak değil-doğru değerlendirişimiz ve bu konuda sabırlı olmamız planları boşa çıkarmıştır. Mevzilenme; örgütün ideolojik ve örgütsel çalışmalarının amansız sürdürülmesidir. En azından güvenliğimiz coğrafik olarak, emperyalizmin kontrolünde olmayan bir yerdedir. Bütün girişimleri direniş duvarlarına çarpıyor ve geri dönüyor. Boşluklar var ve biz sürekli onları değerlendiriyoruz. Dolayısıyla bu isabetli bir mevzii değerlendirmesidir…
Biz siyasi mülteci olarak Avrupa’ya yığılmış olsaydık, Burkay gibi, Haydar Kutlu gibi olurduk. Tabii bu da bitmedir, Avrupa’nın elinde oyuncak olmadır. Bunu bozan; bizim mevzide ısrar etmemiz ve ’88 sonrası çalışma tarzımıza daha da yüklenerek nicelik olarak tekrar bir yoğunlaşmayı başlatmamızdır. Kampı çok daha fazla geliştirdik ve çözümlemeleri derinleştirdik. Çekirdeğin biraz daha yoğunlaşması ’89 yılını iyi başlattı. ’89’ daki gelişme bu çabaların ürünüdür ve ’88 yılındaki tasfiye planının boşa çıkarılmasıyla bağlantılıdır.
Tam bu noktada yine bu planı boşa çıkartacağımız anlaşılınca, Dilaver de ’88’in başlangıcında intihar etti. Avukat ve Fatma tümüyle yer altına kaçtılar, halen de açığa çıkmıyorlar. O bilinen Şener olayı meydana geldi. Şener ’89’da zindandan çıkarıldı, tabii bu çıkış ’88 planıyla bağlantılıydı. İçeride onun rolü çok büyüktür, fakat dışarıdaki elemanları boşa çıkarılınca Şener hukuk dışı yöntemlerle dışarıya çıkarılmıştır. En önemli yön budur. Yani bu belirttiğimiz yeni politika gereği politik amaçlı, liderlik yapması için dışarıya çıkarılıyor.
1989’da yanımıza geliş tarzı ilginçtir ve incelenmeye değer. Biz yanımıza aldık ve bir yıl boyunca ona karşı çok duyarlı bir yaklaşım gösterdik. Hata yapmamak için büyük hassasiyet gösterdiğimi hatırlıyorum. 1989 yılı boyunca onu -tabii bana göre anlamlıydı- anlamadan bırakmak, olumlu veya olumsuz yönde hatalı bir yaklaşım göstermek yerinde değildi. Ve O da mükemmel bir portre çizdi. Hatta bu dürüst olsa, en azından Kemal Pir kadar hassas birisi olabilir dedim. Daha doğrusu o imajı veriyordu. Ama bazı zaaflarını tespit ettik, arkamızı döndüğümüzde müthiş numara çevirdiğini gördük. Bu davranışlar belki kişilik zaaflarındandır veya zindan etkisidir diyorduk. Öyle kuşku verici anormal yönleri de vardı. O da giderek sabırsızlandı, çünkü mutlaka sonuca gitmek istiyordu. “Alenen anlaşma var” demek istiyordu, bunu iki-üç sefer dilinin ucuna getirdi, fakat daha sonra çakıl taşı gibi tekrar yuttu. Halen hatırlardadır, iki-üç defa söylemeyi denedi, “TC’yle anlaşma yaptık” demeye çalışıyordu. O süreçte Özal’ın bazı yeni yaklaşımları gelişiyordu, adeta “bunlara gel sen de uy” diyordu.
Zindanda yavaş yavaş bırakmalar, yumuşamalar vardı. Sanırım zindanda o sözde talepler karşılanırken, PKK tamamen tasfiye edilmek isteniyordu. Bu dönemde Şener kilit adamdır. Gerillayı tasfiye etmeyi bir numaralı görev olarak kafasına koyuyor. Bunun için benden güç almayı, taktiğinin en önemli parçası olarak kabul ediyor. Yani mükemmel kavrayan birisi, daha doğrusu çok zeki ve eğitilmiş olduğu anlaşılıyor. Tıpkı Semir ve Fatma gibi kurt bir kişilik. 1989’un sonlarında, ’90’ın başında bu plan aslında tamamen hayata geçirilecekti. Bu, 1988’in ortalarından ’90’ın başına kadar ömür biçilen yeni bir planlama sürecidir.
1990 yılının sonu, bu planın tam olarak hayata geçirildiği, IV. Kongre gerçekleşmeden PKK’nin tasfiyesinin gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir süreçtir. Avrupa’daki yargılamalar devam ediyor. Zaten önlerine geleni tutuklamışlar ve onları teslim alma operasyonları sürüyor. Avukat ve Fatma gizli çalışıyorlar. Avrupa’da bilinen faaliyetler böyle yürüyor. Dağda kuşkulu gelişmeler var; Kör Cemal (Halil Kaya), Metin (Şahin Baliç) gibi ya direkt ya dolaylı yönlendiren, yönlendirilen tiplerin yaklaşımları var. Gerilla zaten fazla güçlü değil. Yine Sarı Baran(Cihangir Hazar) ve çevresindekilerin çabaları var. Bu kişiliklerin özellikle Hakkâri’de ve Çukurca’da gerillaya zerre kadar adım attırmama -ki çok önemli bir çalışmadır- gibi yaklaşımları vardı. 1990’lara kadar diğer bölgelerdeki gerillanın da tutunma şansı fazla değildi, ama olanı da çok yönlü bir kontrolle etkisizleştirmeye yöneldiler.
O süreçte bu yeni tasfiye planı çerçevesinde Bekaa’ya çok sayıda ajan gönderildiğini biliyoruz. Kampın içine epey sızmaların yapıldığı belliydi. Hatırımdadır, Ersever’in öldürülmesinden birisi çıkıp Star kanalında şunu diyordu; “biz APO’yu aslında 1990’larda yakalamıştık. Ama bize ‘dirisini isteriz’ dediler.” Benim o zaman yaptığım yorum; amaçlarının beni diri yakalamak olmadığı, Şener ve ekibinin tam hâkimiyeti elde etmeleri için benim biraz daha yaşamam ve benden güç almaları gerektiği biçimindeydi. Şener, benden güç almadan tam hâkimiyetini kuramazdı. Bana oldukça bağlı görünüyordu, çünkü henüz hareketin tüm kadrolarını kontrol altına alabilecek imkânları elde etmemişti.
Hasan Bindal’ın şahadeti de bunun bir parçasıydı. Muhtemelen kitle ve yeni katılımlar bize bağlı olabilecek tiplere bağlanabilirlerdi. Bundan dolayı bir prova olarak o arkadaşın katledilmesi söz konusu oldu. Güney kitlesinde ve temel eğitim sahasında bağlanmayacak veya farklı bağlanacak bir kişi olup olmadığını denetlemiş. Özellikle kızlar başta olmak üzere hepsiyle oynayarak kendisine bağlamış. Semir de aynı yöntemi uyguluyordu. Fatma da kadının zaafını çok iyi kullanarak bunları etkilerine alabileceklerini ve bize bağlı kadroları da boşa çıkarabileceklerini kesinleştirmişti. Tabii denemeleri de başarılıdır. Aldığımız bir karar da Şener’i tam olarak kendini kanıtlayacağı bir ortamın içine sokmaktı. Ona Kemal Pir rolünü oyna dedim, “tamam yaparım” dedi. Çünkü o imajı veriyordu. O imajı denemeden geçirmek gerekiyordu. Bu tabii onun planlarının allak-bullak olmasına yol açtı. Hemen şunu belirtebilirim ki; Şener bir general kadar etkiliydi, çok politik, kurt gibi birisiydi. Yani taktikte ben neysem, o da karşı tarafta oydu. Hem çok zekiydi, hem de adım adım geliyordu. Hamleye karşı hamleyle, ilişkiye karşı ilişkiyle cevap veriyordu. Ama halen ipler elimdeydi ve benim onun hakkında aldığım karar, onu planladığı gibi çalışmaktan alıkoyuyordu.
Beni kontrole alması söylenmişti. O zaman Cem Ersever’le birlikte öldürülen bir bayan vardı; onu bile yanımıza getirecek kadar etrafımızı kolluyordu. Kürtçe öğrenmiş, yine Güney’de birçok KDP’liyle ilişki kurmuş ve içimize bir çok ajan göndermişti. Yani burada sorun hal edilecekti. Temel taktik buydu. Şener de bunun önde geleni olarak hareketin esas başı gibi hareket edecekti. Baş kopunca geride yaptığı çalışmalar açığa çıktı. Halen hatırlardadır; bir not ya geçerken düşürülüyor ya da bir yere gönderiliyor, oradan gönderilmiş bir not diye tekrar bize gönderdiler. Biz notu açtık, bir bayan arkadaş göndermişti, -halen yaşıyor- kıyamet koparıyor, “APO’nun ajanları arkamızda, keşfedildik, aman Şener bizi bir an önce al, yoksa bizi mahvedecek” diyor. Tabii onu ilahlaştırmış. O zaman bu, tıpkı Fatma olayında olduğu gibi suçüstü yakalanma biçiminde bir şeydi. Yani böyle gizli çalıştığı açığa çıktı ve biraz daha tedbir alındı. Tekrar dönmek istiyor ve “mutlaka yanına gelmeliyim” diyordu. Sanırım o da kaybettiği noktada kazanmak istiyordu ve biraz zaman olsaydı fiziki tasfiye de dâhil, tüm yöntemleri deneyecekti. Bizim de buna karşı tedbirlerimiz, yine ihtiyatlı ve duyarlı yaklaşımlarımız var. Sanırım tedbirlerimiz onu engelledi ve ’91’in Mart’ında kaçtı.
Tabii onun öyle kaçmasının nedeni, örgütü tam olarak ele geçirememesidir. Taktik; örgütü ele geçirmekti. Örgütün ele geçirilmesi için APO’nun sağ bırakılarak etkisizleştirilmesi ve daha sonra tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebilmesi için de zamana ve benden aldığı güce ihtiyacı vardı. Bunun için mutlaka benimle olan ilişkilerini sürdürmesi gerekiyordu. Bütün bunlar denk gelmiyor ve giderek açık veriyordu. Kongre platformu “bunu uygulamaya alalım, gerillaya saldırısı var” diyordu. IV. Kongre’de birçok arkadaş bunu fark etmişti, belgelerde de var. Şener kuşkulanıyor, Dilaver, Semir ve diğerleri gibi mosmor kesiliyor ve çareyi kaçmakta buluyor. Dolayısıyla o kontrgerillanın diğer çalışmaları yarım kalıyor. Yoğunca gelen bazı tipler vardı. Onlar örgütlenmeden veya fiziki saldırıya yönelmeden -ki güçleri var mı, yok mu, o da ayrı bir sorun- tedbirlerimizi aldık. Böyle birçok planlama çalışmaları ’91’in başlarından itibaren boşa çıkarıldı. Bu çok önemli bir planlama dönemidir ve gerçek bir tasfiyeyi hedefliyor. Ki daha birçok ayrıntı da belirtilebilir, ama esas itibarıyla bu plan ’88’in ortalarından itibaren oldukça kapsamlı geliştirilmiştir. Birçok boyutu vardır, ancak özü budur. Hedef, karargâhı, kongrede de giderek tümüyle partiyi ele geçirmektir. Böylece gerillayı hemen tasfiye edecek ve PKK’yi işbirlikçi KDP türü bir örgüte dönüştürecekti.
Tabii bu planı başaramadılar ve biz ’91’de daha da güçlendik. Körfez Savaşı dolayısıyla Irak’ın durumu önem kazandı ve orada yeni gelişmeler ortaya çıktı. Güçlerimizden bu gelişmeleri değerlendirmelerini istedik, ancak yeterince değerlendirmediler. Bu sahayı biraz daha iyi kullanmaya çalıştık ve çok yoğun da kullandık. Tecrübe ve olanaklar artmıştı, neredeyse her yıl bine yakın kadro ve savaşçıyı buradan çıkarıyorduk. Güney halkında hızlı gelişmeler var; 1990 yılında Cizre, Nusaybin serhıldanları başlamış ve ülkeye tümüyle yayılıyor. Kısaca, Özal’ın son planı kısmi bazı reformlar içerse de başarısızlığa uğruyor. Özal hakkında, “istemeyiz” diyerek yeni bir tavır geliştirdiler. Bilindiği gibi, Demirel ve İnönü’nün yeniden hazırlanışı var, Güreş hakeza öyle. Aslında bu, Genel Kurmay tarafından geliştirilen bir darbedir. Özal ekibi yavaş yavaş gözden çıkarılıyordu. Kesin başarısızlık nedeniyle Özal ekibi, özellikle de Jandarma Genel Komutanlığı’ndakiler -ki savaşı yönetenler de onlardı- gözden düşürülüyor ve bazıları da tasfiye ediliyor. O süreçte Özal da Cumhurbaşkanı olduğundan birden bire tasfiye edemezlerdi, ama etrafını tamamen kuşattılar. 1992 yılında Demirel ve İnönü önce taktik icabı “Kürt kimliğini tanıyoruz” dediler. Bunun ardından bilindiği gibi Lice ve Şırnak’ta Newroz katliamı başladı. Ama hareket halen gelişiyordu. Güreş önderliğinde Genelkurmay yeni bir planlama peşindeydi. Bu aşağı-yukarı ’93’e kadar geliştirildi. Onun ilk uygulaması da Güney Savaşı’ydı.
1992 Güney Savaşı KDP ile birlikte yürütülüyordu. YNK’yi de bu savaşa dâhil etmişlerdi. Celal Talabani’yi de çağırdılar, ancak aralarında çelişki vardı. Özal kısmi reformlarla bu işin yürüyebileceğini -ki Amerika görüşüydü ve bu halen devam ediyor- düşünüyor, Demirel ve İnönü ise klasik Kemalist politikayı sürdürüyorlardı. Şimdi bunu Ecevit yürütüyor. Demirel ve İnönü “imha edelim, bitirelim” derken, diğerleriyse “bazı açılımlar sağlayalım” diyorlardı. Bu, Özal’ın sonunu getirdi. Özal, askeri yolla bu işin hal edilmeyeceğini belirtti ve bunda ısrar etti. Jandarma Komutanlığı’nın hepsi, hatta en son Mete Sayar da bunu söyledi. Bu da Özal’ın tamamen tasfiyesiydi, bu çok nettir.
1993 darbesiyle -ki bu yalnız biz değil, birçoklarının dikkatini çekmiş- yapılan, Özal’ın tamamen indirilmesidir. Çiller gibi bir çılgının başbakanlığa doğru tırmandırılması, Demirel’in cumhurbaşkanı olması ve İnönü’nün, babasının başbakanlık rolüne benzer bir rolü oynaması söz konusu olmuştur. Özal’ın tam tasfiyesiyle, yani o eğilimin tamamen kırılması ve bu Kemalist-faşist ekibin işleri bütünüyle denetim altına almasıyla DEP’li milletvekillerinin içeriye alınmaları, faili meçhul cinayetlerin çığ gibi büyümesi, yoğunca köy boşaltmalar ve her gün katliam türü yüklenimler başlıyor. 1994’te bunu doruk noktasına vardırdılar. 1994-’95 yıllarında planın en şiddetli kısmı kendilerine göre tamamlandı.
1995 Newroz operasyonları da KDP ile bağlantılı olarak yürütülüyordu. Bu durumda KDP’nin TC’ye çok bağlı olduğu net olarak karşımıza çıkıyordu. Celal, ABD ve İngiltere ile biraz bağlantılıdır. Bu ise, yine Özal yönteminde olduğu gibi “PKK’yi siyasi bir güç haline getirelim, gerilladan uzaklaştıralım” diyor, ama ekip bunu kabul etmeyince de “tamam tasfiye edelim” diyor. Kendi içlerinde böyle bir çatışma devam ediyor. Bu savaşa yansıyor, biz bu çelişkiyi görüyor ve değerlendiriyoruz. Burada kilit rol KDP’ye düşüyor. Artık içimizde dayanabilecekleri fazla adam yok, örgüt içi sağlamlaştırılıyor. Çok geri, apolitik kadrolar da olsa, yine merkez, rolünü oynamasa da esas itibarıyla çalkalandırmayı yapabilecek yeni bir isim yok. Esas rol KDP’ye düşüyor. Zaten kaçanlar da KDP’nin yanında, Baran ve diğerleri yine kaçanların tümü sahte bir PKK adı altında orada üsleniyorlar. Diğerleriyse Almanya’da, Alman polisinin denetimindedir. Bu konuda Almanya-KDP ilişkisi, Almanya-Türkiye ilişkisi, Türkiye ile KDP ilişkisi ittifak olarak sürdürülüyor. Henüz ciddi bir ayrılık yok.
1995 Mart operasyonu, bu anlamda tarihin en kapsamlı bir operasyonu olmak yanında, siyasi sonuçları itibarıyla da artık PKK’nin tamamen işinin bitirildiği bir son plan olması gibi bir anlama da sahiptir. Tabii buna bizim gösterdiğimiz karşılık bellidir. Ortadoğu sahasına dayalı olarak yaptığımız birçok çalışma yanında mevzi geliştirme çalışmaları da var. Güney Kürdistan faaliyetlerine çok özel bir ağırlık vermemiz söz konusu. Orada çalışanların yozluklarına, sorumsuzluklarına rağmen bizzat kendimiz bu çalışmaya olağanüstü ağırlık verdik. Unutmayalım ki, karargâhımız bile -ki savaş orada oluyor- savaşın anlam ve önemi konusunda kafa karışıklığını aşamadığı gibi, olanakları da savaşa tam yatırmıyor. Bu savaşın böyle yürüdüğünü hepiniz çok iyi biliyorsunuz. Çok apolitik, düşmanın genel planını anlamaktan, en önemlisi de kendi rollerini kavramaktan uzaklar. Fakat buna rağmen bizzat bizim çok kapsamlı yaydığımız bir güç vardı ve onlar direneceklerdi. Yekiti’yle taktik ilişkiyi de çok iyi değerlendirdik. Ülkeye, her alana ve eyalete dört-beş müdahale yapıldı.
Bütün bunlar birleştirildiğinde, gerillanın çok zorlansa da yok edilemeyeceği açığa çıktı. Yine KDP’yi de Güney’de yok edemeyeceği açıktı. Bunun sonucunda bilinen durum ortaya çıktı. TC birliklerinin uzun bir işgali kaldıramayacak kadar zorlanmaları söz konusuydu. Uluslararası alanda da, maddi anlamda da geri çekilmeleri ardından ’95’in ortalarından itibaren daha büyük müdahalelerimiz ve ’95 Ağustos’unu Güney hamlesi olarak ilan etmemiz gerçekleşti. Bu, ilk adımı atmamız anlamındadır. Biz çok iyi biliyorduk ki; temel bir tasfiye halkası olduğu için KDP’yi halletmemiz gerekiyor. Bu isabetli bir karardı. KDP, TC’nin planlarının belkemiğiydi ve KDP’nin vurulması demek, TC’nin en zayıf yerinden, en can alıcı kısmından vurulması demekti. Ve nitekim istediğimiz gibi savaşmamakla ve çok hata yapmakla birlikte yine de KDP’yi önemli oranda etkisizleştirecek, düşürecek noktaya kadar getirdik. Ki bunda İran’ın da rolü vardı.
İran tehlikeyi oldukça iyi sezdi ve eğer PKK tümüyle tasfiye edilirse, Irak’taki denetimini tümüyle yitireceğini anladı. Suriye’de bunu fark etti, dolayısıyla en azından faaliyetlerimize göz yumma veya bazı adımlarımızı atmamıza engel koymama biçiminde karşılık verdiler. Ki, hatırladığım kadarıyla Barzani “PKK gücünü İran’dan alıyor” diyordu. Aslında bu objektif olarak böyledir. Güç almamız sınırlıdır, ama ittifaklarımız yavaş yavaş gelişiyor. Bu ittifak KDP’yi de çok zorladı. Sonuç olarak, derhal ateşkese geldi. KDP bizim yoğun etkimiz altındaydı. 15 Aralık 1995 tarihindeki ateşkes ilanıyla birlikte Türk Genelkurmayı’nın otuz yıldır KDP’ye dayalı yürüttüğü Kürt planı, -buna ABD ve İsrail de eklenmeli- yine TC’nin son beş yılda KDP için ağırlıklı olarak esas aldığı Kürt planı felç oldu. Bu çok açık. Celal Talabani devreye girmek istedi. KDP büyük bir darbe aldı. PKK de epey zorlandı. Yekiti kendisine dayalı bir plan geliştirmek istedi ve seçimler zamanında Ankara’ya temsilcilerini yolladı. Fakat bilinen seçim ve daha değişik durumların ortaya çıkışı ve KDP ile bizim ateşkesle birlikte daha fazla yakın ilişki geliştirme durumumuz sonucunda Yekiti’nin de fazla etkili olmayacağı ortaya çıkıyordu. Ki, hem İran, hem Suriye üzeri onu da kontrol altına almaya çalıştık. Kendi başına fazla rol oynayamayacağını az-çok ortaya koyduk.
Şimdi bu yeni planlamayı değerlendirelim. Bu durum açığa çıkınca, Türk Genel Kurmayı’nın yeni planı bu son büyük bombalamaya yol açacak kadar kesin hatlarıyla kapsamlı ele alınıyor. 1996 yılbaşından itibaren gelişmeler bir kez daha gözden geçirilirse, Çevik Bir’in bazı gizli temasları var ve İsrail’e bir kaç defa gidip geliyor. Neden bu plan için İsrail ilişkisi çok önemli görülüyor? Yeni dönem planlaması için Şam, temel hedef olarak belirleniyor. İsrailsiz Şam’ı vurmak hem siyasi, hem de teknik nedenlerle mümkün değil. Ayrıca buraya kafa tutmak, kesinlikle ABD desteğini zorunlu kılıyor. ABD desteğini sağlamak için öyle bir ilişki geliştirmek gerekir ki, -bu da İsrailsiz mümkün değil- bu plan temel bir aracısını elde etsin. Türk Genelkurmayı -ki daha sonraki açıklamalarında netleşti- burayı hedeflemek istiyordu. Burayı hedeflemek için ABD’nin onayını almak, ABD’nin onayını almak için İsrail’i devreye koymak; İsrail’i devreye koymak için de İsrail’le stratejik bir anlaşmaya izin vermek gerekiyordu. Bu da çok popüler, günümüzde İran’ı ve tüm Arap âlemini ayağa kaldıran bir gelişmedir. İsrail “benim uçaklarım Türkiye’de eğitim verecekler, üslerde havalanıp denetleme yapacaklar” diyor ve bu, İsrail için çok önemli bir gelişmedir.
Bu, Türkiye’yi çok önemli bir riskin altına sokmak, bilakis İsrail’in emrine vermek, tabii bunun siyasi sonuçlarıyla da Arap âlemini karşılarına almak anlamına geliyor. Ama eğer destek elde edilmek isteniyorsa, Türkiye’nin de bu tavizi vermesi gerekir. Buna bazı bahaneler de uyduruldu. “Mısır’da, İsrail’le anlaşma yaptı ve Suriye de İsrail’le görüşme halindedir, ben de görüştüm ve böyle bir anlaşma yaptım” diyerek geçiştirmek istediler, ama kimsenin buna fazla inanacak hali yoktu. Bu temelde açığa çıkmış İsrail-Türkiye stratejik ittifakı, ABD’nin de desteğini aldı. Zaten Çevik Bir ertesi gün, yani bu stratejik anlaşmanın açıklığa kavuşturulmasından ve ilan edilmesinden sonra orada bazı düzenlemeler yaptı, ardından hemen Demirel geldi. Ki bu, zaten İsrail’in bir talebidir. Bu, son elli yılda yapılan en üst düzeydeki ziyarettir. Bu ziyarette ekonomik, sosyal, ticari, turistik birçok anlaşma karşılığında birçok anlaşma daha imzalandı.
Bunun en önemli bir parçası da, Mısır’daki Şarl El Şeyhteki zirvedir. O zirvenin esas amaçlarından biri de, Türkiye-İsrail stratejik anlaşmasına geniş bir emperyalist devletler ve işbirlikçiler koalisyonuyla destek olmaktır. Dikkat edilirse, bu zirvenin en önemli bir amacı Suriye’yi çekmekti. Bu durum Suriye’de kargaşaya yol açtı. Bu zirve aniden nereden çıktı, amacı neydi, ne yapılmak isteniyordu; bunda bir karışıklık vardı. Bu konularda tereddüt geçirildi. Tabii ardından tuzak olduğu anlaşıldı. Suriye yönetimi bunu anladı ve Hafız Esat bu zirveye katılmadı. Plan bu anlamda boşa çıktı. Eğer gitseydi, Suriye’ye bazı kararları kabul ettireceklerdi ve “PKK’yi bırak, Hamas’ı bırak, Hizbullah’ı bırak, sana istediğin imkânları vereceğiz” diyeceklerdi. Tabii Suriye’nin bunu yapması, kendisinin direniş çizgisinden çekilmesi demektir ve bunun ardından neyin geleceği pek belli değildir. Hafız Esat gibi çok tecrübeli bir politika kurdunun bu oyuna gelmesi son derece zordur. Bu işe İran ve Libya zaten karşıydı. Kürt meselesine ilişkin geliştirilen bir plan vardı; Ürdün-İsrail-Türkiye planı. Celal Talabani bu konuda Londra’da Melikle görüştü ve sanırım bu plan üzerinde ittifakları da oluştu.
Tabii Suriye zirveye gitmeyince, alınan kararla artık Şam hedef olabilir. Önce taktik icabı, Güney Lübnan’da vurdular. O günkü basına “Güney Lübnan’a vurursak, Şam’dan nasıl çıkacağını anlarız” biçiminde yansıdı. Fakat bu da umdukları gibi olmadı. Özellikle mülteci kampların vurulmasıyla vahşetin ortaya çıkması, İsrail’i uluslararası alanda güç duruma düşürdü. Fransa devreye, ABD’ye karşılık daha çok Arap yanlısı bir tutum içinde girdi. Almanya pek o kadar rahat değildi. Avrupa, bu yeni gelişmelerden ve stratejik ittifaktan dolayı giderek sesini biraz daha farklı çıkarmak zorunda kaldı. Peş peşe heyetler Ortadoğu’yu ziyaret etti. Geriye daha sert bir adım atmak kalıyordu. Mesut Yılmaz’ın 20 Nisan tarihindeki Antalya ziyaretinde yaptığı konuşmada, bunun ilk işaretleri verildi. Çok açık bir biçimde “Suriye PKK’den vazgeçmezse cezasını çekecektir” dedi.
ABD basını birkaç gün önce “Güney Lübnan’da ateşkes olması hiçbir şey ifade etmez, asıl bela, tehlike Şam’dadır. Şam hedef alınmalı” diyordu ve bu açıklamanın ardından patlama olayı gerçekleştirildi. Ana hatlarıyla gelişmeler böyledir. Tüm bu gelişmelerde, bunun çok kapsamlı bir plan olduğu ana hatlarıyla ayrıntılı işlendiğinde görülecektir ki, daha bir çok önemli plan var. Bombalamayla elde edilmek istenen nedir? Teknik olarak bombanın çapı değerlendirildiğinde ve biraz da hedeflediği durumlar ortaya konulduğunda bazı gerçekler karşımıza daha net çıkıyor. Sanırım bu patlayıcı en az bir ton ağırlığında yepyeni bir model ve Amerikan tekniği ile hazırlamış olabilir. Yakıcılığa da yol açması için tüp gazları bağlanmış. Bizim o akşam yaptığımız bir telefon konuşması vardı. O konuşmanın burada yapıldığını sanıyor. Buranın Ana karargâh olduğunu ve telsiz-telefon görüşmelerinin sürekli burada yapıldığını düşünüyor. Dolayısıyla bizim burada olduğumuz kesinleşiyor. Teknik olarak etkisi, metre hesabıyla çalışmalarımızı yürüttüğümüz sahaya göre ayarlanıyor. Ama birbirine benzeyen iki kapı var ve orada bir teknik hata yapılıyor. O diğer kapının önüne bırakılıyor. Bilindiği gibi bomba patlıyor. Aslında bombanın etkisi çok büyük, fakat uzakta patlamasından dolayı istenilen sonucu yaratmıyor. Sadece yerleri sarsıyor, camları kırıyor ve tavanı düşürüyor.
Genel Kurmay planlamasına göre yapımızın büyük bir kısmının imhası, eğer yeni bir patlama olsaydı gerçekleşecekti. Şimdi bu önemli bir halkadır. Bugünkü basın özetlerini okuduğumuzda şu bilgileri görüyoruz; Genelkurmay Başkanı Diyarbakır’a geliyor, Dersim operasyonu başlıyor, yine Barzan köyüne yönelik Gerdi mıntıkasından, Şemdinli’den başlayan kapsamlı bir operasyon var. Hürriyet gazetesinin başyazısındaki “harekât kararı” hemen dikkatimi çekti. Okumadım, ama Ertuğrul Özkök genellikle sağlam yerlerden bilgi almayla ünlüdür. Burayı bombalamayla birlikte, çok kapsamlı bir harekât kararı alındığı açıktır. 6 Mayıs akşamı operasyon buradan başlıyor. 7 Mayıs’ta da Dersim, Güney ve ülke genelinde başlatılıyor. Büyük harekât kararından bir gün önce Barzanilerle yapılan görüşmeler vardır. Harekâtın bu görüşmenin bir gün sonrasına rast gelmesi de tesadüf değildir…
Barzani’yi sadece kontrolden çıkarmakla kalmıyoruz. KDP’nin İran ve Suriye’yle olan yakın ilişkileriyle birlikte PKK’yle de yakın ilişki kurması; TC’nin son otuz-kırk yıldır KDP aracılığıyla oynadığı oyunun tamamen boşa çıkarılması ve son beş yıllık KDP’yi kullanma silahının da ters tepmesi anlamına geliyor. Aynı zamanda Suriye yönetimi, Barzani’yi buraya çağırıyor. Bizimle görüşme gerçekleşiyor. Bunun sonucunda TC “KDP’yi yirmi dört saat yaşatmayacağız”diyor. Sabahın yedisinde, Barzan köyüne doğru çok büyük bir askeri güç harekete geçiyor. Bulunduğumuz saha da hedefleniyor, aynı zamanda diğer alanlarda da operasyonlar yoğunlaştırılıyor. Büyük ihtimalle bu sahada başarıya ulaşırsa -baş kaybedilirse, organlar kolay etkisizleştirilecek- hızla kırk bin kişilik orduyla Barzan köyüne ulaşacak. Orada da Mesut Barzani ya teslim alınacak, ya vurulacak, ya da kaçacak; başka hiçbir şansı yok. Tam kesinleştiremediğimiz bir diğer gelişme de Yekiti cephesinde yaşanıyor. En önemli bir adamı buraya geliyor, süreci gözetlemeye çalışıyor ve kendi gücünü topluyor. Büyük ihtimalle plan başarıya ulaşır ve herhangi bir biçimde Barzani etkisizleştirilirse, kendisinin onun yerini hızla doldurmaya kalkışması ihtimal dâhilindedir. Türkiye ile yaptığı görüşmeler var. ABD ile yakın ilişki içindedir. ABD’nin kesin tekrar Güney Kürdistan’ı kontrol altına alma planı var. Talabani’yle anlaşma da -ki, Ürdün anlaşması ile zaten ilişki kuruluyor- büyük ihtimalle bu plan içinde yer alabilir. Eğer bu saha tasfiye olursa ve Türk ordusu da Güney’e girer ve Mesut’u etkisizleştirirse, Talabani önderliğin de anlaşabilirler.
Tabii bu arada bir Ecevit planı da var ve günlük basına konu oluyor. Güya bugün on iki şart daha ileri sürmüş. Bu plan kesinlikle Kemalist tenkil ve bastırma planıdır. Ki Mesut’u da bu konuda yönlendiren odur. Hükümeti yönlendiren “ikinci Atatürk” diye bir deyim çıkardı. Kürdistan’a gittiğinde şunu demeye getiriyordu; “birinci Atatürk nasıl Batı’yı, Yunan’ı hallettiyse, ikinci Atatürk de Doğu’yu hal edecek.” Kimsenin üç yıldır geçemediği Diyarbakır-Bingöl yolunu kullandı. Yine Bitlis yolunu kullandı. İddialı sözler söyledi. Onun için “başaran ikinci Atatürk olur” denildi. Planını sundu ve “Amerika da planımızı kabul etmek durumundadır” dedi. Neydi o plan? Ki “Saddam’ı
YORUM GÖNDER