KÖLELİĞE VE ÖZGÜRLÜĞE AÇILAN KAPILARIMIZ (2.BÖLÜM)
Duygusal Hakikat- Duygunun Saptırılması-Duygularla Avlanma; RêberApo‘‘Ulus-devlet sadece birey bazında tek tipleşmeyi yaratmakla kalmaz; tüm toplumsal bütünlüklere de tek tipleşmiş bir zihniyet ve duygu dünyasını aşılar’’ belirlemesi ile biz özgürlük militanlarını tek tip, kalıp, ezber, hazır, ısmarlama duygu ve zihniyet dünyası karşısında uyarmaktadır. Ulus- devlet, normali anormalleştirir, anormali normalleştirir. Aynı kapitalist sistemin hangi ulus devletinde, hangi kentlerinde, hangi okullarında yaşamış olursak olalım; bize aynı duygu ve zihinler aşılandı. Bugün duygularımızı yani düşmana duyduğumuz öfkeyi-kini, halkımıza yapılan katliamlara karşı duyduğumuz acıyı, yurtseverliğimizi, önderliğe olan sevgimizi, herhangi bir insana duyduğumuz dostluk ya da aşk duygularını politikleştiremeyişimizde; bize aşılanan bu tek tip zihniyet ve duygu dünyası çok etkilidir. Yaşam bize bunu olmazsa olmaz kılmışken neden duyguların boğuntusundan çıkıp genlerimizde güçlü olan duygusal zekâyı politikamıza işleyemiyoruz? Duygu ve zihin dünyamızdan neler eksiltilmiş neler çalınmış veya neler çarpıtılmış ki duygu-politika ilişkisini bunca koparabiliyoruz? Kürtler ezilen bir halktır, dilleri ve kültürleri sınırsız vahşi bir asimilasyonla sürekli saldırı altındadır. Ezilen bir halkın bireyleri olarak duygu dünyamız nasıldır? Ezilenlerin sahip olduğu temel duyguları onlara kimler, hangi yol ve yöntemlerle kazandırdı? Bu duyguların ne kadarı kendi öz toplumsal varoluşumuza ait, kendi öz kültürümüzün değerleri olan duygulardır? Ezilenlere kazandırılan duyguların ezilenlerin kendilerine, toplumsal kültürlerine ve halklarının kaderine yabancılaşmasında oynadığı rol nedir? Ezilen toplumlar, sınıflar ve cinslerin duygu dünyasında hâkim olan nedir? Bu kapsamda sorulması gereken o kadar çok soru var ki hepsini yazamayız. Ama öz olarak ezilenlerin kendilerine duygu gerçeği ile ilgili sorması gerekenlerin farkına varmak önemlidir. ‘‘Kültür dar anlamda toplumların geleneksel zihniyetini ve duygusal hakikatini ifadeeder’’der RêberApo. Toplumsal kültürümüz asimilasyona uğratıldıktan sonraki süreçlerde bizim duygusal hakikatlerimiz nedir? Kinci miyiz? İntikamcı mıyız? Öfkeli miyiz? Sevgi dolu muyuz? Kıskanç mıyız? Daha pek çok soru sorabiliriz kendimize. Korkak mıyız? Cesur muyuz? Fedakâr mıyız? En önemlisi de bunların hangisi bizim öz duygusal hakikatimizdir.Bizimki gibi ezilen toplumlar çok acımasız süreçlere o kadar sistematik maruz bırakılırlar ki, kendi öz duygularını neredeyse unutma ile yüz yüze gelirler. Örneğin doğal topluma ait bir bireyde kendine güvensizlik yoktur. Tanrıçalık döneminde kadınlar tanrıça katında görülecek kadar büyük güç sahibidirler, güvensizlik yoktur. Ancak günümüzde tüm ezilenlerin ortak duygularından biri kendine güvensizliktir. Bu duygu, acımasız asimile ve hiçleştirme süreçleriyle onlarda yaratılmıştır, hedefli, bilinçli inşa edilmiştir. Hala toplumda -hatta bazen saflarımızda bile- kendine çok güvenen kadınlar bir huzursuzluk, rahatsızlık yaratır. Bir şeylere batar, aşırılık hissi verir çoğunluğa. Hâlbuki bir kadının kendisine güvenmesi kadar normal ve doğal bir durum olamaz. Ezilenlerin yabancılaştırılan duygu dünyasından bunun gibi sayısız güzel, yüce ve büyük duygu eksiltilmiştir, çalınmıştır, saptırılıp kaybedilmiştir. Sonuçta ezilenlerde kendi duygu dünyasını tanımada, tanımlamada, farkındalık geliştirip bu dünyayı örgütlemede, ayaklandırmada derin bir tutukluk yaratılmıştır. Dillerindeki tutukluk da aslında duygu dünyasındaki bu tutukluğun, karmaşanın eseridir. RêberApo bu hakikati savunmalarında çok yalın dile getiriyor: ‘‘Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlâk ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir; anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel ve ansal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir. Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir.’’ Duygularından utanma, duygularına yabancılık, duygularını yaşamına yön vermede sağlıklı örgütleyememe, duyguların basit-cüce kılınması, duygu dünyasına karşı kör cahillik tüm egemen sınıfların ancak özellikle kapitalizmin yönettikleri toplum ve birey psikolojisinde çok bilinçli inşa süreçlerinin sonucudur. Özellikle değersizlik, aşağılık kompleksi, aşırı kaygılı ve güvensiz ruh hali kapitalist sistemin okul, kışla, sanat, spor, seks politikaları ve uygulamaları vb. kurumlarının bilinçli yaratımlarıdır. Bu bilinçli yaratımın nasıl gerçekleştiğini RêberApo şu değerlendirmeleriyle açıklığa kavuşturuyor:‘‘Zihnimizin ikinci özelliği, zihniyet esnekliğimizin geniş bir doğru algılamalar kümesi kadar yanlış algılamalara da açık bir yapı sergilemesidir. Bu özellik temelinde esneklik baskı ve duygu ağında her an saptırılabilir. Bu nedenle baskı ve işkence mekanizmalarıyla duyguları avlayıp aldatmayı ve yanlışa yöneltmeyi esas alan havuç politikaları birlikte kullanılır. Hele binlerce yıldır insan zihni üzerinde baskı kuran hiyerarşik ve devletçi düzenlemeler muazzam etkiler yaratmışlar, âdeta kendilerine göre bir zihniyet yapısı inşa etmişlerdir. Ödüllerle de zihnin çokça avlandığı iyi bilinen özelliklerindendir… İnsan duygularını yücelten, güzelleştiren ve barışçıl kılan toplumsal sanatın misyonu tamamen zıddına dönüştürülmüştür. Kâr kazancından başka hiçbir kazanç tanımayan ihtiras, sonuca gitmek için güzellik, yücelik ve barış duygularını istismar etmeyi sanatın kendisi gibi yansıtmayla sonuçlanmıştır. Her insan vaat edilen ödüle konmak için, âdeta hipodromlarda koşturulan yarış atlarına dönüştürülmüştür. Hiçbir canlı yaşamının kabul edemeyeceği bir yaşam tarzı söz konusudur. Kanser hastalığı bu yaşam tarzından kaynaklanır…’’ Tamamen kendimizin sandığımız, öz benliğimize ait olduğunu düşündüğümüz birçok duygumuz sistemin binlerce yıldır uzmanlaştığı yöntemlerle bizde yarattığı ve kendi hizmetinde kullandığı duygulardır. Bu anlamda sistem içi olmak ya da sistemi aşıp alternatif olamamak zihinsel dünya ile ilgili olduğu kadar duygusal dünya ile de ilgilidir. Zihniyet sistem içi olmayı, sistemin tezgâhlarında üretilmiş olma hakikatini aşamadığında, sistem o zihniyetin nerede olursa olsun nasıl çalıştığını bilir. Kendi adına çalıştığını bilir. Aynı durum duygu dünyası için de geçerlidir. Yarattığı ve okul, kışla, sanat, spor, aile ve birçok kurum aracılığı ile aşılayıp, şartlandırdığı duyguları ve onları yaşayan insanı her zaman tanımlayıp, tedbir geliştirebilir. Çünkü nasıl işlediğini, neyin karşısında nasıl harekete geçip şahlandığını, neyin karşısında ölü gibi davrandığını bilir. Çünkü büyük bir çoğunluğu onun eseridir. İlk isyanlarımızla sistemden kopup gelmek sistem içi olmayı aşmanın ilk adımlarıdır. Gerisi onu duygu ve düşünce dünyasından sürekli söküp atabilmektir. PKK’nin kırk yıllık başarısının temel sırlarından biri de; sistem içi duygu dünyasından kurtulmayı hedeflemesidir. Devrimci, demokrat, özgür, barışçıl, yurtsever ve aşk-sevgi duygularını yaratmanın savaşını da verebilmesidir. Kürtlerin yüreklerini işgal eden sistem içi duygu dünyasına karşı da savaş açabilmesidir. Sistem sürekli ideoloji ve duyguyu karşıtlaştırır ve ideolojilerin çağının geçtiğini, artık insanların sınırsızca kendi duygularını yaşamaları gerektiğini propaganda eder. Bu propagandanın kendisi bile çok köklü, en eski ideolojilerden birini, Sümer rahipleriyle başlayıp kapitalist modernitede devam eden bir ideolojiyi empoze eder. İktidarcı, tekelci, devletçi ideolojiyi! Bu ideoloji insanların beyninde olduğu kadar yüreklerinde de tek hâkim olmak için mücadeleyi asla bırakmaz. Zihinlere ve duygulara sürekli ve artan bir yoğunlukla kendisini işler. Toplumları zihnen ve duygusal olarak kendisine bağımlı kılar. Ezilen tüm kesimler bu ideolojiye karşı sürekli uyanık ve tedbirli, özsavunmalı olmazlarsa, kuşaklar boyu değişmeyen kaderleri RêberApo’nun deyimi ile ‘‘avlanmak’’ olur. Bu avlanmanın en kolay geliştirildiği alanların başında kadın-erkek ilişkileri gelir. Erkek egemen kültür ve kapitalizm duygu konusunda iki büyük operasyon geliştirdi. Birincisi, duygu ile kadını özdeşleştirdi. Elbette kadında duygu gücü, duygusal zekâ erkeğe göre güçlüdür. Ancak egemenliğin geliştiridiği operasyonlarla akılla kadın, erkekle duygu arasına duvarlar örüldü. Aklın kadına, duygunun erkeğe yabancılaşması hedeflendi ve önemli oranda başarıldı. Yaşadığımız çağda bir erkeği duygusallıkla tanımlamak bir hakaret, zayıflık belirtisi olarak kabul edilir. Kadının akıllı ve zeki olması ‘‘erkek gibi kadın’’ tanımı ile karşılanır. Erkeklerle duygu, kadınlarla akıl arasına dinin manevi gücünü de arkasına alan erkek egemen dünya, kalın duvarlar inşa etti. Bunlar, devrimci, demokrat ve toplumsal özgürlük ve barıştan yana olan herkesin yıkmayı görev bilmesi gereken duvarlardır, ne kadar kalın olurlarsa olsunlar yıkmalıyız onları! Çünkü insanı insan yapan duygudur, bunu erkekten almak ve kadına da bir zayıflık simgesi olarak etiketlemek insanı insan olmaktan çıkarmanın operasyonudur. Yine insanı insan yapan aklıdır. Aklı kadından almak ve erkeğe de egemenliğin bekçiliğini yapmak şartı ile bahşetmek, yine insanı insan olmaktan çıkarmanın diğer bir operasyonudur. Bu anlamda duygularımızı inceler ve analiz ederken; egemen sistemlerin üzerimizde geliştirdiği bu operasyonların bizdeki sonuçlarına bakmalıyız, kadınlar ve erkekler olarak bunu yapmalıyız. Kendimizde, cinsimizde ve karşı cinsimizde bu durumu gözlemleme ve bununla mücadele etme, sağlıklı duygu dünyaları inşa etmemizde önemli devrimci adımlardır. Feminist kuram, bunu son otuz-kırk yıldır duygu-akıl bölünmesi olarak ifade etti ve ideolojik olarak mücadele etti. Ancak temel argümanları ve yaşam zeminleri sisteminkinden kopamadığı için sonuç almada yeterli başarı sağlayamadı. Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi olarak kadın ve erkek doğalarını ele alıp incelemek, jineolojik bakışla her iki doğada da duygunun yerini sağlıklı belirlemek önümüzdeki dönem görevlerimizdendir. Çünkü egemen erkek aklın duygu dünyasına karşıtlık temelinde geliştirdiği birinci operasyonun etkileri hepimizin üzerinde hala etkisini sürdürmektedir. Egemenlikçi sistemlerin geliştirdiği diğer bir karşı operasyon ise, duygu olayını tüm zengin, evrensel ve çeşitlilik dünyasından koparıp sadece erkek- kadın arasındaki etkileşime indirgemesidir. Bu saplantılı ve yanılgılı algıyı hâkim kılmasıdır. Dünyanın birçok yerinde duygularla ilgli bir tartışma geliştirmek isterseniz ilk akla gelen kadın-erkek ilişkisi olur. Aslında bu duygu dünyasını dumura uğratan, kısırlaştıran bir algı operasyonudur. Algıda daralma yaşatılırsa hissediş ve yaşayışta da daralma ve körleşme gelişir. Bu nedenle özgürlük mücadelesinin devrimci militanları olarak bizlerin sağlam algılaması gereken temel duygu konularından biri de budur. Yani duygu deyince sadece kadınla erkek arasındaki aşkı, sevgiyi ya da kini, nefreti algılamamaktır. Duygunun zengin dünyasını böyle saplantılı ve yaşam haini bir algıyla vurmamak, darbelememek de özgürlük savaşçılarının temel görevlerinden biridir. Bu konuda sistemin bizlere yaşattığı ve bizim aşmakta zorlandığımız bir ufuk kaybı var, anlam kısırlaşması var. Oysaki insanı insan yapan temel duygular gelmeli öncelikle insanın aklına. Bir insan özgürlük duygularını tanımadan aşkı-sevgiyi tanıyamaz. Bir insan yurtseverlik duygularından, temel insanlık duygularından nasibini almadan bir erkeği, bir kadını doğru sevemez. Sevdiğini sanır ki günümüzde kadınlar üzerinde gelişen erkek terörü bu sanmalardan beslenir. Temel bazı insani duyguları kazanmamış olanların, aşk-sevgi gibi bir sanatı bildiğini sanmasından güç alır. Yanılır, yanıltır ve kaybettirir karşılıklı. Toplum ve sevgi, insan ve aşk karşıtı bu ikinci operasyonun duygu dünyamızda yarattığı tahribatların farkında olmak, sağlıklı ve özgür bireyler, özgür toplum yaratmamızın temel anahtarlarındandır. Politika; Duyguların politikleşmesini doğru, sağlıklı ve bütünlüklü anlamlandırmamız için üzerinde durmamız gereken ikinci kavram elbette politikadır. Politikanın tanımı, algısı, kendi politikleşme düzeyimizin farkındalığı, RêberApo’nun ‘‘Özgürlük sanatı’’ olarak tanımladığı politika tanımı karşısında yaşadığımız yabancılaşma ve daha pek çok olguyu incelemeye almamız gerekir. Bunun için tıpkı duygular konusunda olduğu gibi politikanın gerçek anlamı ve içeriği ile saptırılan ve egemen sistemler tarafından kullanılan anlamını ayrıştırmamız gerekir. Politika nedir? Bugün dünyanın pek çok yerinde yalancılık sanatı ile özdeşleştirilen, sevilmeyen ve herkesin mümkün olduğunca uzak ve mesafeli durmaya çalıştığı politika nedir? Politikleşmek nedir? Politikasız bir toplumsal yaşam mümkün mü? Politika-duygu ilişkisi nedir? Bu soruları herbirimizin kendi iç yoğunlaşmasında da kendisine sorması ve en azından ana hatları ile doğru cevaplaması yaşamsal önemdedir. Biz Kürtlerin tarihinde politikasız kalmak, bırakılmak birçok yenilgi ve acının önünü açmıştır. Çünkü egemenlerin politikalarına dayalı bir sistem içine alınan Kürtler birgün kendi öz politikalarını yaratmaları gerektiği gerçeği ile yüzleşmiş ancak zamanında yaratılamayan politika sanatından mahrum olmak ağır kayıplara ve büyük acılara yol açmıştır. Garzan serhildanlarının önderlerinden olan Muhammed Ağa (Rindêxan’ın babası) yenilgileri kesinleşen günlerde bir Kürt bilgesi olan ŞêxEbdulqudûs’e sorar: ‘‘Şex, kırılmamızın nedeni nedir?’’ Şêx cevap verir: ‘‘Muhammed Ağa, dünya halklarını zafere götüren iki şey vardır, onlarda bizde yok. Bir teşkilat, iki siyaset. Biz her ikisinden de nasibimizi almamışız… biz savaşta kırılmadık, biz bu her iki olgunun eksikliğinden ötürü kırıldık… ’’ Yani politikasızlık ve örgütsüzlüğüyenilginin temel nedeni olarak ifade eder ki haklıdır. Bunun gibi sayısız isyanda kaybedişimizin temel anahtarlarından biridir politika sanatını yaratamayışımız. Bunun en belirleyici sebebi toplumsallığımıza dair yaşadığımız yabancılaşmadır. RêberApo başta kendi halkının ama genelde tüm Ortadoğu halklarının (özellikle katliamı yaşayan Ermenilerin, Süryanilerin de) yaşadıkları bu deneyimleri çok derinlikli analiz etti ve büyük dersler çıkardı. Bu nedenle RêberApo toplumların ilk ve en sağlam sanatlarından biri olan politikayıyeniden toplumlara ait kılmanın düşünsel ve pratik emeğini en fazla sergileyenlerden biri oldu. Politikayı halklardan çalınan tanrısal sanat olarak gördü. Toplumların olmazsa olmazı, özgür yaşamın temel şartlarından biri olarak yorumladı: ‘‘Gerçek politika tarifinde gizlidir: Toplumun hayati çıkarlarını özgürlük, eşitlik ve demokrasiden başka hiçbir kavramlar grubu izah edemez. O halde politika esas olarak, ahlaki ve politik toplumun her koşul altında bu niteliğini veya varoluşunu sürdürebilmesi için yapılan özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme eylemliliği demektir. Ahlakın işlevi hayati işleri en iyi yapmaksa, politikanın işlevi de en iyi işleri bulmaktır. Dikkat edilirse, politika hem ahlaki boyut taşıyor, hem de daha fazlasını içeriyor. İyi işleri bulmak kolay değildir. İşleri çok iyi tanımayı, yani bilgi ve bilimi, bir de bulmayı yani araştırmayı gerektirir. İyi kavramı da buna dahil olunca, ahlakı bilmeyi de gerektirir. Görüldüğü gibi politika çok zor bir sanattır. Ahlaki ve politik toplum derken tarih öncesinden bahsetmiyoruz. Toplumsal doğanın sürekli yaşanan ve varoluşu sona ermedikçe hep varlığını sürdürecek olan doğal halinden bahsediyoruz. Ne kadar aşındırılsa, çürütülse ve parçalansa da, ahlaki ve politik toplum hep var olacaktır. Toplumsal doğa var oldukça o da var olacaktır. Politikanın rolü ise, bu varoluşu aşındırtmadan, çürütülme ve parçalanmaya uğratmadan daha da geliştirmek için özgür, eşit ve demokratik kılmaktır. Politika, demokratik uygarlık birimlerinin direnişi olarak anlam bulacaktır. Çünkü direnmeden hiçbir özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme adımı başarılamayacağı gibi, var olan ahlaki ve politik düzeyin daha da aşındırılması, parçalanması ve çürütülmesi engellenemez, sömürgeleştirilmesi önlenemez, tekellerin sömürüsünün önüne geçilemez. Politikanın özgürlük sanatı olarak tanımlanması tarihte oynadığı bu rolünden ötürüdür…’’ Duygu-politika ilişkisi; Doğaltoplum aşamasında, ilk toplumsal kurum ve yapıların gelişiminde insanların duygu ve hisleri belirleyici olmuştur. Çünkü insan zekâsına hâkim olan temel dinamik duygu ve his gücü, buna verdiği değer ve önem, daha doğrusu bunsuz yaşamayı bilmemesidir. Aslında şöyle de ifade edersek yanlış olmaz, insan toplumları politikayı ilk önce duygularıyla yaptılar. Örneğin büyük felaketlerden duydukları korku karşısında çözümler ürettiler. Politikayı toplumun yararına işleri bulma, tartışma ve belirleme sanatı olarak ele alırsak, o zaman bu çözümleri üretmek politika yapmaktı. O süreçlerde politika gerçek tanımına ve anlamına sahipti, toplumsaldı, toplumun icra ettiği özgürlük sanatıydı. Şimdiki gibi sapmış ve içi boşaltılmış anlamında ele alınıp uygulanmıyordu. İnsanlık tarihi kadar eski olan bir ilişki varsa o da duygu-politika ilişkisidir. İlk insan toplulukları duygu ve hislerini çok yoğun yaşıyorlardı, bunların son derece farkındaydılar, duygularını giderek daha bilgece ele aldılar. Var oldukları andan itibaren düşünceden çok önceleri duyguları, duyuları ve hisleri ile yaşamsal politika ürettiler. Bugün politika-duygu ilişkisini birbirine en yabancı, uzak ya da ters gören zihniyet toplumların öz yaratımı değildir. Toplumu politikaya yabancılaştıran bu algı, politika yapma sanatını ve ahlâkı temel bir yaşam gücü olarak toplumdan çalan kapitalist modernitenin yarattığı hastalıklı bir algıdır. Ve hepimiz az çok bu hastalıklı algının içirildiği duygu ve düşünce şekillenmelerine maruz bırakıldık. İlk başta tanımlamamız, büyük bir duyarlılıkla kurtulmamız gereken bu şekillenmedir. Çünkü duygularımızın politikleşme gücünü, potansiyelinisürekli kemiren bu hastalıklı algıdır. Bu hastalıklı algının hâkim olduğu kapitalist sistem altında yaşayan dünyamızın her yerinde duygu-politika ilişkisi hakkında duyacağımız sözler üç aşağı beş yukarı şunlar olur: ‘‘Politikada duyguların yeri olmaz! Duygularını dinlersen siyasette kaybedersin. Duyguların güçlü ise politikada ne işin var? Sen çok duygusal bir insansın siyasetle işin olamaz. Politikaya gireceksen duygularını bir kenara bırakacaksın!’’ Ya da daha kurnaz olanlar ve bizi sömüren konumundakiler: ‘‘Filankesin ayağını kaydırmak için duygularına hitap edin ve tuzağa düşürün’’ der. Zaten sınıflı toplum tarihi boyunca kadına ve erkeğe uygulanan böyle sayısız tuzaklar olmuştur. Bu tuzak, bir aşk ilişkisine çekip dünyasını daraltmak ve esir almak olabilir. Bu tuzak aşağılık ya da yükseklik kompleksinin yarattığı duygularla oynama ile yaratılabilir. Ya da gurur, kin, öfke, intikam duygularının uçlaşmış hallerinin iyice saptırılıp sistemin hizmetine sokulması biçiminde de geliştirilebilir. Özcesi iktidarcı egemen erkek aklının ‘‘kurnaz adam’’ gerçeğinin topluma hâkim olmasından bugüne kadar; duygu- politika ilişkisinde duygu, ya saf dışı bırakılması ya da kullanılıp tuzak döşeme zemini halinde ayaklar altında ezilmesi gereken bir olgu haline getirilmiştir. Doğal toplumun günümüz toplumlarında hala yaşayan bazı özellikleri bu duruma dirense de hâkim kılınan hakikat budur.İktidar güçlerinin empoze ettiği klasik politika teorilerinde duygulara yer yoktur. Devrimci politika ise, duygular olmadangelişmez. Halkını sevmeyen, onun özgür, onurlu ve barış içinde yaşama hayalinden sevinç ve gurur duymayan bir insan politika yapamaz. Yani bu sevinci gerçeğe dönüştürmek için siyaset, savaş, edebiyat, sanat geliştiremez. Yaşamlarımızı, duruşumuzu ve bir bütün varlığımızı yine bu varlıkla gerçekleştirdiğimiz tüm eylemlerimizi ele alırken kendimize sormamız gereken temel sorulardan biri şudur: ‘‘Sonuç olarak Ne kadar düşüncelerimin ne kadar duygularımın eseriyim?’’ Duygulara gömülme, salt duygularla elealma, duygu gücü ile aklı birleştirememe ne kadar hata yaptırırsa duyguları yok sayma, dondurma, salt akıl-mantıkla ele alma da o kadar hata yaptırır. Kendimize; ne aklı ne de duyguyu idealize etmemiz gerektiğini sürekli hatırlatırsak, yaşamın en temel sorunları karşısında çözümler üretebilecek tarzda duygu ve düşüncelerimizi işlevli kılarız. Yani onları politik güce dönüştürebiliriz. Bazı anlar vardır çok düşünme fırsatımız olmaz ve duygusal zekâ merkezi Amigdalabizi hemen harekete geçirir. Bazı anlar vardır daha düşünce gücü uykudayken ya da pasifken bir sezgi, bir dürtü, bir içgüdü bir his, bir rüya ya da bir düş ile bize gerçeğe dair bir mesaj, sinyal gönderir. İnsan kendisini pozitivizm etkisinden kurtaramamışsa hiçbir zaman evrensel enerji döngüsünün bir parçası olan varlığına gelen bu sinyalleri okuyamaz. Okusa anlayamaz, anlasa da ciddiye alıp uygulayamaz. Ancak bazı anlar da vardır ki ya bir korku, ya bir heyecan, ya temelsiz bir zafer-sevinç duygusu gelip insanın içini kaplar. Yanıltma payı ya da hilesi olmayabilir ancak o an’da devreye girip durumu her yönüyle analiz etmesi gereken ışık hızında çalışan bir analitik zekâdır. Mantık işidir, hızlı düşünmenin ve düşünce-duygu gücünü hızla örgütleyip harekete geçmenin an’ıdır. İşte bu anların farkına varıp tanımlayabilme, tanıma ve ona göre doğru kararı hızla verip adım atma sanatıdır politika. Gerçeği derinlikli ve kapsamlı duyumsayan ve ona göre adım atan insan; duygu ve düşünce gücünün farkındalığını birlikte taşıyabilen ve yeri geldiğinde iç içe yeri geldiğinde birini daha baskın değerlendirebilen insandır. Yani toplumsal yaşamın tüm hakikatini ve sorunlarını kendi varlığında, kimliğinde duyumsayarak çözüm yani politika üreten insandır. Yaşamın özgürlük ve demokrasi, barış-adalet düzeyini belirleyecek olan mücadele değerlerine düşünce ve duygu dünyamızın köşelerinde mi yer veriyoruz yoksa bunları duygu ve düşüncelerimizin merkezine mi alıyoruz? Acaba duygularımızın merkezine yerleştiremediğimiz olguları düşüncenin merkezine alabilir miyiz? Kendi duygu dünyamızı gönül gözümüzün merceğiyle incelersek, saplantılı, katı, fanatik ve şoven bir sevgi ya da nefretin bazı olguları düşüncemizin merkezine aldırttığını görürüz. Ancak müthiş yanıltarak! Dönüşü zor ve zararları büyük yanılgılar yaşatarak! Oysa bir ya da birkaç saplantılı duygu ve onun belirlediği düşünme tarzı ile belli olguları yaşamın merkezine almak, herşeyden önce evrenin çeşitliliğini, yaşamın zenginliğini, esnekliğini ve renkliliğini dışlar. Böylelikle kendini fakirleştirir. Yaşamın akışkanlığını dondurur ki RêberApo‘‘donmuş bir akıldır her iktidar’’ diyor. Aslında bazı duyguların belirleyiciliğinin ve onların etkisindeki düşüncelerin belirlenimi ve tekeli bireyi esir alır. Oysa özgürlük sanatı olan politika, yaşamla akabilmektir. Yaşamın akışında bir tıkanma, donma yaratan engellerle akışkan ve yaratıcı duygu ve düşünce gücü ile mücadele edebilme yeteneğidir. Duygularımızın politikleşmesini duygu ve politikanın gerçekçi tanımlarından, anlamlarından, işlevlerinden ve her ikisinin büyüleyici ilişkisinden koparmayacaksak, politika sanatını evren ve yaşamın zenginliği kadar duyumsamaya, duygu gücüne yüreğimizi, ruhumuzu ve aklımızı açmalıyız. Aileden, toplumumuzdan ve yaşadığımız toplumsal ortamların bize öğrettiği, kazandırdığı duygularımızı gözden geçirip tanımamız gerekir öncelikle. Bireysel varlığıma, kimliğime damgasını vuran hangi duygulardır? İnsan olmanın toplumsallaşmanın zengin ve uzun tarihi boyunca yaşanan duygular neydi? Zihinsel duygusal hafızamda kayıtlı olan bu duyguların ne kadarının farkındayım? Bana olumlu yansıyan ve pozitif enerji yaratan yine olumsuz yansıyan ve negatif enerji veren duygular hangisi? Halkımın özgürlük ve demokrasi, barış mücadelesinde bana güç ve moral veren hangi duygular, beni geriye çeken hangi duygular? Bu alanda sorulacak soruların çokluğu bile, evrenin ve yaşamın zenginliğini, sınırsızlığını hissettirir insana. O halde bu sınırsızlık ve özgürlük varken kendimizi birkaç duygunun belirleniminden kurtarmamız gerekir ki halklarımız, özgürlük ve kendi güzel duygu ve düşüncelerimize yaşam alanı açacak olan politika sanatını geliştirebilelim. RêberApo‘‘…Duygu düzeyi kesin gerekli ama yeterince ve doğru olmalıdır. Nerede o duygu? Düşünün ki hüznünüz var mı? Varsa neye karşıdır? Gerçekten hüzünleniyorum. Hüzünlenmenin tarihsel boyutuna, doğa, coğrafya, ülke boyutuna, bir halk içinde çocuğa, yaşlıya, kadına, şu adama, bu tipe bak, şu zavallıya, şu çılgına bak, velhasıl birçok gerçekliğe bakarak acaba duygulanma durumunuz gelişiyor mu? Sizin duygularınızı aslında incelemek gerekir. Niçin, neye karşı, neyi amaçlıyor? Bunda da bir tanınmazlık var. Bu dar, adına duygusallık dediğiniz, yüzeysel yaklaşımın, subjektivizmin her biçimi, sizi sağlıklı bir politik görüş açısına ulaştıramaz…Politik tepkicilik haklı temellere dayansa bile zehirdir. Tepkicilik olsun, sempatiklik olsun; politikada tepkiye de, sempatiye de fazla gerek yoktur. Objektif ölçüler esastır. Kin bağlayarak politika yapılamaz. İntikam duyguları olmalı, ama onun politikaya dönüştürülmesinin bir sanat olduğunu unutmayacaksın…’’ değerlendirmesi ile bizi bu sanatı geliştirmenin abecesine davet ediyor. Duygularımızı Politikleştirme Ve Öz Savunma Mekanizması; Duygularımızı politikleştirmek demek bizi vuranı vurabilecek ve ne kendimizi, ne yoldaşımızı ne de halklarımızı kolay vurdurtmayacak öz savunma mekanizmalarımızı geliştirebilmek demektir. Çünkü kapitalist sistemin insanı en fazla savunmasız kıldığı alanlardan biri de insanın ve tüm toplumun duygularıdır. Duygu alanında bu savunmasızlığı yaratmak ve devamlı kılmak için kapitalist sistem aralıksız savaşır. Kendisinden önceki tüm sistemlerin bu alanda oluşturduğu birikimden de yararlanır ancak kapitalist sistem bireyin ve toplumun getirildiği yeni aşamanın özgünlüklerine göre bu savunmasızlığı analiz edip, günlük hatta anlık politika üretir. Birey ve toplumu düşünce dünyasında olduğu kadar hatta daha fazla duygu dünyasında alıklaştırmayı, insani duygular yerine şartlandırdığı duyguları empoze etmeyi hedefler. Bu hedefle birey ve toplumun duygu ve düşüncelerini sürekli işgal eden bir aktivite içindedir sistem. Bu işgal, bireyin ve toplumun duygularının politikleşmesi önündeki en temel engellerden biridir. Duygularımızı işgal eden olguları tanımlayabiliyor muyuz? Bunun farkındalığını geliştirip yaşamsal kılabiliyor muyuz? Duygularımız hayalcilikle mi, dogmatizmle mi, pozitivizmle mi, dinle mi, korku ya da gözükara cesaretle mi, hassasiyetlerle mi, kendini aldatmalarla mı, kadercilikle mi, umutsuzlukla mı, güdülerle mi, neyle işgal edilmiş? Hem her birimizin şahsında, hem de toplumsallığımızda ‘‘kolay yönetim için aldatmaya dayalı zihni ve duygusal egemenlik peşinde’’ olan ideolojilerin etkileri ne kadar ve nasıl inşa edilmiştir? Bu sorulara sağlıklı cevaplar yaratmak için yoğunlaşmak önemlidir. Çünkü öz savunmamızı güçlendirmek ve yenilmez kılmak bu yoğunlaşmamıza ve yoğunlaşmamızı yaşamsal kılmaya bağlıdır. Birey ve toplum işgal edilen duygu dünyasının farkındalığını kazanmadan ve bu işgalle mücadele edip ondan kurtulmadan ülkenin işgalini durduramaz. Çünkü hareket tarzına damgasını vuran duygular, toplum ve birey özgürlüğüne düşman ideolojilerce belirlenmiştir. Kendisini feda etse de büyük dirense de geçmişte farklı halkların ve kendi halkımızın tarihinden de bildiğimiz karşı tarafın değirmenine su taşımaktan kolay kurtulamayacaktır. Duygu dünyamızı işgal eden ideoloji ve düşünceleri analiz edip bunlarla ideolojik mücadele yürüttüğümüzde böyle trajik sonlara mahkûmiyeti kader olmaktan çıkarabiliriz. Bireyi ve toplumu ayakta tutan temel duygu, duygular nelerdir? Bu duyguların direnişle, öz savunma ile bağı nedir? RêberApo bunu kendisi için çok net ve yalın ifade ediyor: ‘‘Beni ayakta tutan en temel neden; ülke duygularım, halk duygularım ve hatta kadın duygularımdır. Bağlılıklarım çok güçlü olduğu için direnmemi, örgütlenmemi ve günlük taktiklerini geliştiriyorum. Neden? Yaşama bağlılığım güçlü de ondan. Benim sevenlerim çok, bana bağlı olanlar çok, benden yaşamımı isteyenler çok. Ben de korkunç direniyorum, kendimi korkunç örgütlüyorum, kolay kaybetmiyorum dikkat ederseniz. ‘‘Nasıl yaşamalı?’’ ya sizin de böyle bir cevabınız olursa, düşünün, bu güzel ülkeyi kurtarılmış bölgelere nasıl çeviremezsiniz, o yoldaşlıklarınızla nasıl bir bağlılık geliştiremezsiniz ve yine nasıl örgütlülüğünüzü, savaşın değerini yükseltemezsiniz, mümkün değil. Çünkü bunların hepsi, nasıl yaşamalı sorusuna en temel cevaptır…’’ Kapitalist sistem ‘‘nasıl yaşamalı?’’ sorusunu gündemimizden çıkarmaya odaklanmıştır. Çünkü o hepimizin nasıl yaşayacağına hepimiz adına karar vermiştir. Bu kararlaşmasını toplumsallığın inşasında olmazsa olmaz insani, yurtseverlik, sevgi ve barış duygularını yıkarak, anlamsız, modası geçmiş duygular olarak göstererek gerçekleştirmiştir. Tüm politikalarını buna göre belirler ve üretir. Bazen de insanların çok köklü olan bu duygularını sömürmenin, kendi hizmetinde kullanmanın siyasetini geliştirir. Özünde toplumun ve bireyin duygu dünyasını çok yönlü, sürekli ve örgütlü bir bombardımana tabi tutar. Bu bombardımanın farkında olmak ve şifrelerini çözüp buna teslim olmamak, karşı duruşunu ve direnişini sergilemek politika alanının görevidir. Bu görevi başarı ile yerine getirmek ise duyguların gücünün farkında olmakla, onları örgütleyip politikleştirmekle mümkündür. Kaybedilmemesi gereken, güçlendirilip örgütlendirilmesi gereken duygularımızla, boşanmamız gereken duygularımızı bilmekle ve bunları kapitalist sistemin istismarından ve saldırılarından koruyabilmekle mümkündür. RêberApo öz savunma ile politika ilişkisini şöyle değerlendirir: ‘‘Demokratik modernitenin dili politiktir. Tüm sistematik yapılanmasını politik sanatla kurgular, inşa eder. Temel bilimlerin ahlaki ve politik toplum niteliği iktidarı değil, politikayı çağrıştırır. Ahlaki ve politik toplumun günümüzde yaşadığı gerçeklik, yani öncelikli sorunu özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmenin de öncesinde varoluşsaldır. Çünkü varlığı tehlikededir. Modernitenin çok yönlü saldırıları, her şeyden önce varlığını savunmayı öncelikli kılar. Demokratik modernitenin bu saldırıya karşı cevabı, öz savunma anlamında direniştir. Toplumu savunmadan politika yapılamaz… Öz savunmayla birlikte demokratik siyaset, dönem politikacılığının özüdür. Demokratik siyaset ahlaki ve politik toplumu geliştirirken, öz savunma onu iktidarın kendi varlığına ve özgürlüğüne, eşitlikçi ve demokratik yapısına yönelik saldırılarına karşı korur…’’ Duyguların örgütsüzlüğü, politikleştirilmemesi ve insanın kendisindeki duygusal zekâyı tanıyıp ayaklandıramaması verimsizliği, odaklanamamayı, sonuç alamamayı, önyargıları, yanlış kararları, seçimleri, ilişkileri kısacası yaşamın birçok alanında kaybetmeyi getirir. Ama en çok da insanı öz savunmasız kılar. Bu nedenle insanın kendi duygusal iklimini, coğrafyasını ve doğasını tanıması ve onu yönetebilmesi, ortamla paylaşabilmesi ve bu gücü ortamın politikleşme yani özgürlük inşasında pozitif değerlendirebilmesi bir anlamda duygularını politikleştirebilme düzeyidir. ‘‘Kölelik sadece maddi emek üzerine kurulmaz; öncelikle zihniyet, duygu ve bedenler üzerinde inşa edilir. İdeolojik kölelik gelişmeden maddi emek köleliği gelişmez.’’ (RêberApo) O zaman özgürlük politikalarını da öncelikle zihniyet, duygu ve bedenler üzerinde inşa etmeliyiz. Zihniyetimizi, duygularımızı ve bedenlerimizi özgürleştirecek duygu gücünü ve onun politikleşme düzeyini yaratmalıyız. Bu olgular kendiliğinden gelişmeyecek. Halkımızı sevebiliriz, acıları yüreğimizi yakabilir ancak halkımıza duyduğumuz sevgiyi onu acılarından kurtaracak bir güce ulaştırma temelinde politikleştiremezsek sevgimiz etkisiz eleman, acımız sonsuz bir döngü olmaktan çıkamaz. Oysa biz sevginin etkinliğinin hakim olduğu, acının değil neşe ve mutluluğun, insanca yaşamın sürekli geliştiği, barış, özgürlük ve demokrasi değerlerinin toplumsallaştığı bir yaşam için mücadele ediyoruz. Böyle bir yaşam hayal değil, ütopya değil salt. Evet hayallerimizin merkezindeki bir yaşam düşünüşü ama gerçek olmayacak kadar uzak değil. gerçekleşmesini adım adım başarmanın temel anahtarlarından biri duygularımızın farkındalığını kazanmak, onları örgütlemek ve politikleştirmek. Bu konu aslında kadın ve erkek doğası, ontolojisi (varlık bilimi) konuları ve aynı zamanda özgür eş yaşam konusu ile bağlantılı olarak jineolojî çalışmalarımızın gündeminde sürekli yer alıyor. Bundan sonra da daha güçlü araştırmalarla, sosyolojik analizlerle ele alacağımız bir konu olmaya devam edecek. RêberApo’nun ‘‘kırk yıldır aldığım ders’’ dediği duygu dersini bizler de özgürlük mücadelesinin militanları olarak ondan ve yaşamdan, toplumumuzun-coğrafyamızın tarihinden almaya devam edeceğiz. Bu nedenle jineolojî akademisinin bu konulardaki yoğunlaşmalarını sürekli tüm yoldaşlarla paylaşması önemli. Ancak bu yoğunlaşmaları paylaştığımız yoldaşların da bu konularda gelişen sorularını, arayış ve araştırmalarını, yoğunlaşma ve tartışmalarını jineolojî akademisi ile paylaşması son derece önemli. Acımasız, çok yoğun bir savaşı yaşıyoruz. Her gün büyük bedeller ödüyoruz. Ödediğimiz bedellerin azalması, özgürlük ve barışın düşmanlarına vurduğumuz darbelerin etkili ve sonuç alıcı olmasında hem her birimizin tek tek hem de toplumsallığımız adına kolektif duygu ve düşünce gücümüzü büyütmemiz son derece önemlidir. Büyütmek kadar politikleştirmemiz de yaşamsal önemdedir. PAJK JİNEOLOJÎ KOMİTESİ 2.BÖLÜM |
YORUM GÖNDER